Birkaç ayı doldurmuştu sürekli ırgatlık işinde çalışmaya başlamam. Öyle ki gitmediğimiz köy yapmadığımız iş toplamadığımız ürün yok gibiydi hemen hemen. Birer usta ırgat olarak tüm inceliklerini biliyorduk yaptığımız işin. Tabi yazıldığı gibi kolay olmamakla birlikte bedensel ve yaşamsal olarak çok şey alıp götürmüştü ırgatlık benden. Elimde buna rağmen kira ödemeye,  ihtiyaç karşılamaya yetecek ve avuç açmayacak para oluyordu az da olsa. Para dediğimse çalışırken elimdeki biletleri bin bir eziyetle paraya çevirmeyle oluyordu elçinin. Bu iş zor olmakla beraber pek kimse sevmiyordu ırgat olarak tarlalara gitmeyi. Çıraklıkta çıkmış usta birer ırgat olarak ertesi gün karpuz toplamak üzere Karataş taraflarında bir yere doğru hareket ettik. Ufak bir değişiklikle uzun bir süredir bizimle çalışmaya gelmek isteyen mahalleden bir arkadaşta vardı yanımda.

             Ailem huzurun en derinlerinde uyuyorlarken rahatsızlık vermemek adına sessizce çoktan çıkmıştım sezdirmeden evden. Sonrada oturduğumuz evin karşı sokağın sonunda oturan arkadaşımın koşuşturmasından evveli sesi duyuldu gecenin karanlığında kamyon gölgesini ezerek adeta. Ve saat sabahın üç’ünde uyanıp bizden evveli hazır bulunan üç dingilli büyük kamyonu görünce ağzım açık kaldı. Elçi başına

- Biz hangi kamyona binelim? 

- Hangisine binersen bin zaten gittiğimiz yerde karpuz dolacak bunlar. 

Diye sorduğuma da pişman oldum soracağıma da. Verdiği cevaba ağzım açık kalmış halde şaşkınlığımın geçmediğini görünce iki adım öteye giderek nasırlı parmaklarının tuttuğu filtresiz sigaranın ateşi gözlerimi alırken dumanıysa bir başka boğuyordu sabahı karşılamaya hazırlanan Çukurova’nın. Acele acele bir fırt çekip son noktayı koydu sohbete.

-Bu ne ki bazen dört, beş kamyonu öğlene kadar doldurup dönüyoruz.

               Seçilmek ve o günkü karpuz toplama işine talip ırgatlar elçi başının etrafına doluşurken ben yerimi çoktan almıştım kasası açık ilk kamyonun terkisinde. Henüz şehrin miskin uykusunda yüzerken karnı toklar, bizim orta yaş şoför öksürüp aksırarak cengâver edasıyla baba yadigârı ihtiyar kamyonun koltuğuna kısık sesle “bismillah” deyip oturarak kibarca incitmeden kontağını açtı diğer kamyonlara nispet yaparcasına. Ardından elçi başının sesi yırtarak geceyi asıldı bir sokak lambasına. “Gec galıyoğ herkez binsin gaymonlara” Kamyonlar ardı ardına dizilirken gerideki suç mahallinde ne insan eşkâli ne de delil bırakmıştı. Onca ırgat seli peş peşe vermiş üç kamyonun terkisinde ayaza aldırmadan paçavralara bürünüp kaybolmuştu sessizliğin uykusuna bürünüp. Ve kafamı kaldırıp kasasından baktığımda kamyonun geride kalan son izleri de Akdeniz gecelerinin emekçi çöpçüleri bitip tükenmek bilmeyen takdire ayan sabır ve enerjileriyle süpürüp asayişi sağlıyordu sanki. Baş üstümüzde katarımızı takiple yıldızlardı yol göstericimiz. Bunak şehir ötekilerine aldırmadan bağrında akan kardeş nehirlerin sessizlinde akıyordu bilinmezliğin girdabında. Yer yer açlarını da düşünen vardı elbet Yaşar Kemal’in bereketli sulak ovalarında. Sabahçı kahveleri yorgun geceyi umutla yeni bir güne devretmeye hazırlandığında katarımız taş köprüden akmış sağda darda olanların şifa beklediği her türlü müdahaleye rağmen acıların dinmediği devlet hastanesinin saralı ışıkları hala yanıyordu korkuları yaklaştırmamak adına.

                Altımızda titreyen Karataş yolunun bakımsızlıktan çürümüş asfaltını arşınladığımızda şafak söküyordu iç söküğün zulasından. Bu köhne kasabanın dışına çıkmadan evvel elçi başı yine yapacağını yapıp havada yakaladı kokusunu mis ekmeğin. Uğrayıp bir yol bağrı korlarla dolu bir fırından tavında kızarmış bir çuval buğday başaklarını sundu ötekilere. Daha evvelinden almış olduğu peynir zeytin helvalı kahvaltıyı helalinden. Biz marabaların karnı doyduğunda selamladı deniz kokusu katarın kamyonlarını tek tek. Ki sonunda varmıştık varmasına ucu bucu görünmeyen bilmem kaç dönümlük karpuz tarlasına. Yeşilinden ayrılıp ufuk çizgisine bakıldığında güneşin sıcak etkisi dalgalı halde sörf yapıyordu sanki seher yeli sayesinde. Bozdu sohbetini karpuzla ıssız doğanın insanoğlu ve çekildiler kuytularına iç odalarının. Yol yorgunu kamyon katarı durduğunda terkisinden ötekileşmiş marabalar kahkahalar, bağırış haykırış kimi de doğaya hayran edayla dökülüverdi bereketli topraklara. Karpuzlara hayran bakarken bir yandan uyuşmuş ve sağa sola çarpan bacaklarımı ovalayıp ötelerde gölgelik aradı gözlerim. Ne gezer sanki buraya has hiçbir şey dikilmemiş sanki güneşte sürgüne gönderilmiş gibiydik. Yol kenarında duran kamyonlar bu kez park etmiş yorgunluk gidererek öncekiler gibi kaçıp gitmemişti bizi bırakıp.

               Bununda bir lütuf olduğu düşüncesiyle kötünün iyisi deyip elimizdeki azıkları güneş görmeyecek şekilde kamyon gölgesine yerleştirip buranın öğlen yemeği için sığınacağım liman olarak gördüm bir nevi. Ki ötekileşmiş ırgatlarda bana hak verdiler sonunda. Ve beş dakika geçmeden ötekileşmiş marabalarda yaptığımın doğru olduğunu tasdiklercesine aynısını yapıp azıklarına yer kapmaya çalıştılarsa da hepsine yer mümkün olmadığından çoğu bulduğu bezleri sopalara takıp yaptı gölgeliğini ya da bazıları karpuz yaprakları altına serin kalsın diye gizledi azıklarını. Buradan sana çok eğlenceli geliyor değimli çocuk? Evet, anlatıldığında bana da öyle geliyordu yaşayınca da acımasız gaddar bir dünya karşılıyor bizi oysa. Savaşa hazırlanarak doğaya karşı saf tutmak için kalın kollu elbiseyle zırh kuşanıp başlarımıza sardık poşudan miğferleri. Bu kez insanoğlu doğanın bağışlayıp sunduğu nimetleri toplamaya yelteniyordu Yaşar Kemal’in ötekileşmiş marabaları olarak. Uzaktan bakıldığında karpuzlar tek bir çizgi halinde yatıyorlardı yan yana hatlarında eğri bürgüsüz. Tüm marabalar durdular yan yana dizilip safa kuralıyla. Herkes işini biliyor edasındaydı. Belirli aralıklarla iki kişinin arasında hat almadan duran sadece birer metre arayla ve kamyon gireceği şekilde elden ele toplayacaktı uzatılan karpuzları. Ben ağırlıklarımı bırakıp katıldım yaşıtım gençlerin arasına. İki kişinin arasında ayakta duruyor yerden seçip aldıkları iri olgun birinci ağız karpuzları bana atmalarını bekliyordum. İlk başlarken yavaş yavaş çalışan maraba giderek gevşeyen vücuduyla ve işin akışana kaptırdı kendini.

               Karpuz toplamanın eğlenceye dönüştürülmesiyle hasat çok seri hal almıştı. Bazen birkaç kişi sözleşip aynı anda karpuzları toplayıcıya elçiye çaktırıp göstermeden atınca toplayıcının kafasına bedenine değip parçalanan karpuzlar telef ediliyordu. Tabi toplayıcıyı sorma çocuk ağrıyan bedenine mi, kıpkırmızı karpuz kokmasına mı hayıflansın yoksa gülünç düştüğü duruma mı yansın söyle hangisine? Uçsuz bucaksız ovada susamak işten değil ama gel gör ki su ne arar ıssızın kalbinde. Eğer varsa yakınlarda bir sulama kanalı bir kişi sucu seçilir ve bir su bidonu ya da kovayla bu sulama kanalından su taşıyıp aynı naylon ya da plastik bardaktan herkese su verir. Yoksa da en azılı karpuzlar dikkatsizlik diye yere atılıp kırılır sonra da göbek kısmı sadece yenerek serinlenip susuzluk giderip yıkanır kirli eller. Tuvalet ihtiyacı daha da ayrı bir dert olur çıkar biz ötekilerin başına. Güneş kızgınlığın gösterip gün çubuk boyunu aştığında şöyle tarlaya baktığımda neredeyse yaklaşıyorduk tarlanın sonuna. Arkadaşımın yanına bir ara saf değiştirme bahanesiyle gittiğimde bayağı yorulduğu belliydi poşu altında akan terlerinden. Öyle koyu sohbete kapılmıştı ki yanındaki kızlı erkekli guruplarla seslendiğimde vardı farkıma. Genelde kadınların en çok sevdiği dedikodu yapmaya müsait bir yerdi nede olsa. Bir nevi günah çıkarma işlemine benziyordu işlerini yaparken sohbetler. Elçi başı karpuz tarlasında fıldır fıldır dönüyordu başındaki yakıcı güneşe aldırmadan. Kırılmış parçalanmış iri olgun karpuzları gördükçe sinirlenip habire gözdağı veriyor yakalamaya çalışıyordu.

               Birkaç kendi sağ kolu adamını çağırıp kamyona yükleme yapmaya başlamalarını söylediğinde İlk kamyon tarlaya girip durdu toplanmış karpuz kümeleri arasında ve elçi başının adamlarından ikisi yerde diğer ikisi de kamyonda atılan karpuzları doldurmaya başlamışken kamyonda yavaş yavaş ufak kümeleri takip ediyordu. Öğlen olduğunda elçi başı bir düdükle paydos emri verdiğinde kamyonla birlikte toplayıcılar yarı soyunmuş sıcakta çalışıyordu kara kuru çıplak bedenleriyle ötekilerin mola vermesine aldırmadan. Öğlen yemeğini gölgede yemek yine nasip olmamıştı kamyonların tarlaya girmesinden ötürü. Ve bizlerde güneşin ısıttığı sulu yemeklerimizi sıcağa aldırmayan alışkanlıkla yedik yorgunluğu hafifleten keyif ve afiyetle. Sana bir sır çocuk güneşin altına konan bir karpuzun içi aksine çok serin olur ola ki bir gün ihtiyaç duyar yersin diye söylüyorum. Bir saat yemek molasında artık ne kadar dinlenebiliyor ve ihtiyaç giderebiliyorsak yetiniyorduk onunla mecburen. Saat iki gibi ötekileşip kader birliği yapanlar canlarını dişine takmış misali hemen hemen uçsuz bucaksız tarlanın sonuna varmış bitirmişlerdi nihayet. Diğer iki kamyonla birlikte üç kamyona insanlar habire toplayıp kümeledikleri karpuzları zamanla yarış içinde doldurmaya çalışıyordu. Irgatlar kendi aralarında üç guruba bölünüp evvela hangi kamyon evvela dolacaksa işleri biten kamyona atlayıp gidecekti. Buna elçi başı da onay verince başladı bir sevinç ve telaş kaynayan gökyüzünün altında.

              Hâlbuki eşit halde ilerliyorduk ve bu garip insanlar diğer arkadaşını geride bırakmayıp yardım ediyorlardı birbirlerine. Hummalı bir çalışmanın ardından üç kamyon dolup taşmış hatta toplanan kümeler artmıştı. Elçi başı ırgatlık geleneği sayılan ve kimsenin gözü hasatta kalmasın diye ırgatlara da taşıyabilecekleri kadar karpuz almalarını ve kamyonlara tarladan çıktıktan sonra binip karpuzların üzerine oturmalarını istedi dikkatlice. Marabalar işin bittiğini kamyonlarında yola çıktığını görünce kendilerine de birkaç karpuz seçip koydular yanlarında getirdikleri torbalara. Böylece zevkli ama yorucu bir günü tamamlayıp sözde erken dönüyorduk evimize ama sabahın üç’ünü de hesaba koymak gerekmez mi sizce? Takdir sizin…                                            _______________ÎrfankarabuluT