Yaz demek Çukurova’da fakir fukara için çalışmaktı, nafaka toplamak, rızık aramaktı. Seksenli yıllara kadar gelmiş düzeni bozuk sistemi süre gelmiş alışkanlığını bir türlü değiştirmiyor aksine koruyordu hala. Ve öyle oldu da biz ötekiler için. Sabahları evin önündeki caddede insan seli birikir akar da akardı. Sağda solda homurdanarak parkeden bekleyen veya giden kamyon katarları ve bağrışarak telaşla koşuşturmayla bu kamyonlara binmeye çalışan ötekilerle dolup taşmaktaydı Yaşar Kemal’in toprakları. Yer yer irili ufaklı insan grupları ve başlarında bu zavallı ötekileştirilmişlerden nemalanan aç paragöz  “ elçi” denen toprak ağalarının yardakçıları bulunurdu. Bu elçiler hem ağalardan hem de çalışmaya muhtaç insanlar üzerinden haksız pay çalardı, çalışmadan, emek sarf etmeden, ter dökmeden günlük kazançlarından. Her gün kan ter içinde tarla çapasında, ürün toplamada, toprak sulamada ve daha nice işlerde ırgat olarak çalıştırılan bu insanlar ağalarla anlaşmış elçiler tarafından daima sömürülmekteydi. Hak ettiği ücretin çok altında hem de günde on iki, on üç bazen de yerine göre on beş saat üstelik üzerinde elçi başının adı yazılı çalışanların adına  “bilet” dedikleri bir kâğıt kupon karşılığına canlarını dişine takıp tırnak araları kan belleri bükük vaziyette günü tamamla dönerlerdi evlerine ırgatlar. Aç gözlü elçiler ağalardan aldıkları yüklü paraları Yaşar Kemal’in naçar ötekilerine sözüm ona utanmadan verirlerdi haklarını kendi usulünce. Üstünde adı yazılı elçi ırgata günlük verdiği biletler yirmi, otuz adet birikince bin bir nazla azar azar, ya da üç, beş bileti bölük pörçük halde paraya çevirip verirdi ırgata hak ediş dediği parasını. Ve bu sürüye bende yokluk belimi bükünce ister istemez katıldım çaresiz. Hem de zaman beni gönüllü yazdırmıştı kitabesine. Akşamdan annem öğlen yemeği için bir cam kavanoza sulu yemek, kahvaltı ve sebzelerden oluşan bir yolluk hazırladı. Ertesinde geceden sıkılıp buğulu nemli sıcak bir sabaha eşlik etmek için uyandım saat beş gibi daha yelkovan uyanmadan. Henüz çalıştığı simitçi fırınını açmamıştı evimizin köşesindeki  “Tefşino” adlı Mardinli çocuk. İşçiler dahi birer ikişer gelmiş dükkân kepengine kafasını dayamış yarı uyuklar haldeydi. Benden evvel kalkan annem yolluğumu hazırlıyordu beni uyandırmaya kıymaya kıymaya. Çok zordu tarlalarda ırgat olarak çocuk yaşta çalışmak, ama hayat acımıyordu işte. Karmam daha evvel öğrenilmeden kalan dersleri bir an önce yaşatıp bir üst öğretilere geçmeye çabalıyordu sonunda. Giyinip anneme dışarıda bekleyeceğimi söyleyerek simit fırınının köşesinde ana caddeden bin bir küfürle yaşlanmışlıklarına bakmaksızın onları delicesine hor kullanan ve şoförlerine küfürlerini homurtularla serzenişçe belli eden kamyonları izleyip başladım saymaya. Gün ağarmış yine ortalık savaş alanına dönerken başında siyah eski bir şapka bulunan şalvarlı bir elçinin cılız sesli onayıyla kamyonun bir köşesine sinmiş yarı uykulu elimdeki azığımızla yol aldık bilinmeze şafakla. Koca kamyon dolduruyordu terkisini kadın, erkek, çocuk, yaşlı, genç demeden. Kuyrukları soğuktan kıçına sıkışık sokak itleri ıssız yerlerde rahatsızlığın bahanesiyle ha bire saldırıyordu yolların aşındırdığı kamyon lastiklerine. Geçtiğimiz yol üstlerinden alaza tutulmuş buram buram ekmek kokuları aç midelerden evvel istila ediyordu burunları. İki çeyrek saat yol aldıktan sonra bir yol üstünde nihayet durunca üstümüzdeki kamyon rüzgârı da kesildi istemeden. Başımı kaldırıp baktığımda sabahçı bir ekmek fırınının önünde koşuşturuyordu kucakları sıcak ekmekle dolu insanlar. Fırın ise bağrını odunla beslemiş ağzı alev alev yanan kapısından ekmekten evveli kokusunu yayıyordu etrafına sadistçe. Şoförle birlikte ön tarafa kurulmuş olan elçi başı gıcırtıyla açtığı kamyon kapısından atladı kısacık cılız şalvarlı boyuyla. Evvela otuz kırk tane sıcak ekmek siparişle yüz metre mesafeyle yandaki bakkaldansa iki kilo zeytin, üç kilo beyaz peynir, bir o kadar da helva satın alıp kamyon kasasına çıkarak kahvaltı ikramı bizden diyerek sundu bizlere. Kamyon daha harekete fırsat bulamadan ekmekler pay edilip sunulan kahvaltı büyük bir nimet sayılarak yenildi elçi başıyla birlikte eşit bir şekilde. Ardından canlandı karınları tok bedenli ötekiler. Ve başladı kimi ağızlarda tütün nefesler kimisinde de sıla hasretli türküler. Irgatların bedenlerini terk eden uyku yerini neşeye bırakmakla birlikte kamyonda bir düğün havası esmeye başlamıştı. On on beş dakika sonra yaşlı kamyon sanki ötekilerin bu halinden rahatsız olmuşçasına ana yoldan ayrılıp engebeli bir toprak yola girmekle kalmayıp kahvaltıya çağırmamasının hıncını onları sallayıp yalpalayıp silkeledi. Dağ başının bu kuş uçmaz kervan geçmez yerinde kıraç tarlalarda sadece esen seher yeli ürkütmüyordu. Çok değil bir süre sonra etrafı ıssız kıraç bin dönümlük yanı başında gür bir ağaç olan yol kenarı bir tarlada durdu yorgunluktan yaşlı kamyon. Tarlaya ilk ayak basan bodur elçinin sesi duyuldu. “De haydeeeyyy hayde son durağğğ analar bacilar beğleerr!...” Ve ardından yaşlı kamyon içindekileri hazmedemezcesine başladı kusmaya kadın, erkek, çocuk bir bir kazma değmemiş kıraç tarlaya. Ellerinde öğlen azıklarıyla insanlar arka kapağı açılan kamyondan istemeye istemeye inmeye çalışırken daha genç ve atikler atletikçe kızlara gösterişle kamyonun yanlardan habire. Tüm ırgatları bu ıssız yerde sürgüne bırakan kamyon neşeyle tırısa kalkıp tekrar gerisin geri kaybolmuştu toprak yoldan geldiği gibi. Ötekiler yavaş yavaş buharlaşan serinliğin yeri sıcağa bırakışının farkı hissiyle azıklarını ağaç gölgesine istifleyip bodur elçinin gür sesiyle etrafına toplandılar. “Herkez birer çapa alacağ namaza saf tutar halda yan yana dizülüp bir hattı (nadasa bırakılmış kıraç toprakta pulluğun açtığı iz, ark, yol veya hendek) alarağ çapa yaparağ tez başa güdecek. Kofik etmek yoğ arkanızdan taküpteyim haa. De hayden kolunuza kuvvet rast gele!...” Irgatlar güneşin yakıcı etkisini azaltmak için evvela başlarını kalın güneş geçirmez bir bez veya puşuyla kapladılar sonra kalın giyecekler giydiler. Bende kamyonda tanışıp sohbet ederek dost edindiğim kişilerin uyarısıyla aynı şekilde kapanıp bir çapa alarak bilinmezliğin, çaresizliğin sunduğu yaşamsal eksik dersleri öğrenmek adına bir kez daha ötekileştik insan kalabalığın ortasında karmamın sunduğunu öğrenmeyi bekledim bir gönüllüce. İlk başlarda çapa yapmak eğlenceliydi. Kader birliği yapmıştı yan yana dizilen kadın erkek çocuklar. Çapalarıyla sanki ellerindeki kanaviçeye sabırla hayallerini kazıyordu gerdanı beyaz genç kızlar. Ve erkekler her çapada atını bir adım daha sürüyordu yavuklusuna. Ben acemi çaylakça çok hızlı şekilde çapayı derinlere vurarak neşeyle kendimi ispatlarcasına öyle hızlı gidiyordum ki sonunda birlikte çalıştığım kişilerce uyarıldım. Çünkü daha gün yeni başlamış ve bu işin gücün yarını da vardı. Böyle devam edersem gün bitmeden benim biteceğimi usulüyle yavaş yavaş dinlenerek ve bir iki çapaya beş dakika doğrulup nefes alıp devam etmemi söylediler. Ki insanlar haklıydılar da gün çubuğun gölgesini aşmadan öğlene doğru yere eğik halde çalışmak bel ağrısı ve çapayı tutan ellerimin yavaş yavaş kızarmasıyla kendini gösteriyordu yorgunluk. Karışık gruptan bir kişi çoktan havlu atmış ilk kez yapmaya çalıştığı bu zor işi kabullenememişti çocuk bedeni. Baş ağrıları şiddetlenince elçi onu civarda bulunan tek ağacın altına gönderdi dinlenmesi için. Arada su içmek ve tuvalet ihtiyacı bahanesiyle mola veren ırgatları zaman çalıyorlar diye uyarıyordu elçi. Bir ara yaşıtımız gençlerle eğlence olsun diye yarışarak kimin daha evvel bulunduğu hattı bitireceği konusunda bahse tutuştuk. Hırs ve süratle on kişilik ekipte evvela başa gidendim ben. Ve tarlanın öbür ucunda hattı bitirip yarışı kazanmanın sevinciyle çapamı kaldırdım havaya. Dönüşte başka bir hattı yavaş ve dinlenerek çapalayarak tekrar ırgat grubunun yanına geldim. Elçi de yanıma yaklaşıp bana 

- O çapayı havaya niye kaldırdın?

 - Yarış yaptığ yarışı ben kazandığım için kaldırdım. 

- Sakın bir daha kaldırma çapayı havaya yoksa kafan gırarım.

Ne olduğunu anlamadan şaşkınlık içindeyken toparlanıp sordum sebebini.

- Niye ki abe noldukine?

-De get  hayde tıfıla bağ. Sankim bilmezmiş gibi konuşma töbe töbe…

Diyerek siniri asabı tavan yapmış halde uzaklaşan elçiye diğer ırgatlar müdahale edince elçide bizden oldukça hızlı adımlarla iri toprak parçalarını eze eze uzaklaşıp gözden kayboldu bir müddet. Meğerse işin aslı başkaymış. Irgatlar anlattığına göre çapayı havaya kaldırmak “ağaya küfür sayılıyormuş” yasakmış. Bizde bunu öğrendikten sonra zaten öğlen olmuş yemek için mola vermiştik. O ara elçi tekrar sakinleşip aramıza gelince yanına giderek olayı bilmediğimi burada ilk günüm olduğunu anlatınca elçi beni affetti ve olay bağlandı tatlıya böylece. Nihayet öğleni karşılamanın sevinciyle doldu içim. Bozulmasın diye akşamdan buzdolabında saklanan sulu yemekleri öğlen sıcağında güneşte bekleterek ısıtıp diğer yiyeceklerle beraberce yedikten sonra tüm ırgatlarla tek ağacın gölgesini paylaşıp dinlenip güç kazandık. Rahatsız olan diğer kişi de yemekten sonra kendine gelip tekrar bizimle çalışarak birlikte günün geri kalan kısmını bitirdik. Ve paydos zilinden evvel bizi terk eden kamyon bıraktığı gibi tekrar almaya geldiğinde yorgunluk biz ötekileri alt etmişti. Eve geldiğimde ana yüreği dayanmamış olacak ki ucu caddeye açılan sakin sokağımızda evin karşısındaki boş arsada ufak bir saç kazanda ateş yakarak duş almam için su ısıtmıştı. Dört yaşlarındaki kardeşim sağda solda aklınca kuru dal toplayıp ateşin yanması için yardımcı oluyordu anama. Kamyon sabah bizi aldığı yerde durduğunda saat sekiz olmasına rağmen hava aydınlıktı aydınlık olmasına ama biz ötekileştirilmiş ırgatlarda mecal kalmamıştı. Bizi etrafına toplayan elçi sırayla o gün çalışmamızın karşılığı olan biletlerimizi verdiğinde mutlu olsak ta tek isteğimiz bir duş ve dinlenebileceğimiz bir yer yatağıydı aslında.

                        ______________İrfankarabuluT