Evde üzerimi değişip dışarıya çıktım arkadaşlarla buluşmak için. Evin karşısındaki büyük boş arsada toplanırdık her zaman. Vardığımda Urfalı İsmail, Kollik Hasan, Memo tre, Sarı İlo, Muhini Hanifi Ve Dallas Ziya ile sonradan gelen bisikletçi talip arkadaşlarla sohbet ediyorduk. Belki herkesin bir lakabı olduğu oysa neden benimkin olmadığı sorusu akılları kurcalayabilir. Gizlediğimden değil ama ne yazık ki yoktu maalesef. Oysa isterdim lakap kullanmayı sadece arada bilenler   “Dersim'li” olarak aralarında anımsatırdı unutanlara. Ve bu lakap çok değil bir iki yıl sonraları arsa alıp ev yapacağımız yakın bir mahallenin adına bırakacaktı yerini. Konumuz futbol maçı, bisikletler, Texsas, Tommix, Zagor gibi çizgi romanları okuyup takastı genellikle. Ve Çukurova adı üzerinde alabildiğine düz olduğundan yerli halk günlük yaşamlarını kolaylaştırmak gerek minibüsle zaman kaybetmemek gerek yol parasından kısmak için ulaşımlarını hep teker adı taktıkları bisikletle sağlamaktaydılar.

               Doğrusu bu gâvur icadının bu kadar rağbet görmesini bereketli topraklara bağlıyorum ben. Arkadaş sohbetleri iddialaşma ve kızışmayla devam ede dursun uzun mesafe yarışlarında kim ne kadar dayanıklı, kimin tekeri sağlam, kim cesaretli diyerek çeşitli iğneli teoriler ortaya atılınca Urfalı İsmail “Varmısınız tekerle Mersin yapmaya ” deyince derin bir sessizlik bulutu çöktü ortamıza. Elimde Zagor çizgi romanın son serisini okuyup o ana kadar kayıtsızken bu denli çekişmelere birden  “Varım ben!” lafı çıktı ağzımdan. Deminden beri konuya alakadar olmayan tavrımla çelişen meydan okuma dikkatleri tümüyle çevirdi üzerime. Sessizliği bozan çakmağıydı Sarı İlo’nun sigarayı yakmak için çaktığında. Ve  “Hade bende varım” demesiyle tamamlandı üç kafadar yol ekibimiz. Ardından konu başka yerlere kaydıysada biz sözleştik Pazar sabahına. Adana –Mersin arasını araçla kırk beş dakika ve tabelalarda yetmiş kilometre diye biliyorduk. Sadece macera yaşayacaktık kimse inanmasa bile.

            Pazar sabahı gelip çattığında güzel bir günle şans bizden yanaydı. Sarı İlo ve Urfalı İsmail bakımını tekerci Talipten yaptıkları bisan marka tekerlerini son kez kontrol ettirmiş saat yedi civarı oduncu Haydar ve Kıbrıs Caddesi köşesi arasında turlayıp beni bekliyorlardı cayma korkusu ve sabırsızlıkla. Evdeki çalar saat sekizi gıdıklayıncaya kadar tüm aile fertleri uykudayken sessizce yöneldim dış kapıyı açarak. Eski yaşlı teker önde ben arkada güneş sanki çıkışımı müjdeliyordu gölgemi uzatarak Obalar caddesine. Yaşça büyük aynı zamanda gençlerle haşır neşir arası çok iyi olan bakkal Mustafa’ya günaydınlı bir selam çaktığımda “Heyirdir sabağ sabbağ? Seninkilerde buralarda fellik fellik turluyo, var sizde bi hal ama çıhar gohusu yakında!..” Derken müşteri gelince birlikte girip bakkalda tamamlayabildi lafın gerisini ancak. Cevap fırsatına karşılık tekere binip doğruca tekerci Talip’e azda olsa bakım yaptırayım dedimse de “La bunun iki teker bir zincirinden başka bi şeyi yohkine? saten Allaha emanet anca tekerin havasını vururuk!” Dedi yarı alay tiz bir kahkahayla.

              Tekerci Talip söylediklerinde haklıydı bir yandan. Çünkü bitpazarından kir pas içinde aldığım tekere beyaza boyama zahmeti dışında emek vermemiştim. Sadece iki lastikten ibaret olup sele, sepet, çamurluk ve de ön arka fren güvenliği denen hiçbir şeyi bulunmayan demir parçasıyla üstelik macera aramaya çıkıyordum yollara. Saat sekiz otuz gibi Sarı İlo siyah Urfalı İsmail kırmızı güzel bakımlı bisikletleriyle bittiler arkamda. “Gidiyoğ mu gardaş?” deyince Urfalı İsmail “Pilavdan dönenin gaşığı gırılsın!” dedim cevap olarak. Ve Tekerci Talip’in alaycı gülümsemesini ardımızda yerlere vurarak çevirdik pedalları. Birkaç dakika içinde Kıbrıs Caddesini Bakımyurdu Caddesine bağlayan yerden sola Şakir paşa havaalanının girişine dönüp öndeki kavşaktan sağımızda emek siteleri solumuzda havaalanı pisti olduğu halde on on beş dakika içinde D-100 karayoluna yani bizim tabirimizle Çukurova’yı Adana ve Mersin illerini bir birine bağlayan E-5 üzerinde bulduk kendimizi. Havaalanı kavşağından sola dönerek hafta sonu ve sabah saat sekiz olmasına karşın Mersin Antalya yönüne oluk oluk irili ufaklı araçların aktığı halk deyimiyle E-5 e bıraktık kendimizi. Her ne kadar yolun sağından dikkatli gitsekte rüzgâr ile beraber insan gücüne galip geliyordu

              İnsanoğlunun eliyle yaptığı makineler. Araçların kara yolunda yaptıkları hızlara karşı çevirdiğimiz bisiklet pedalları bizi güçsüz bırakırken yılmama gayreti içindeydik. Hızlı geçen bir aracın rüzgârı iki kez çevirdiğimiz pedala rağmen bizi bir pedal geri atıyordu. Oysa emniyetsiz güvensiz yolda ne kamyonların saldırırcasına üzerimize gelişine ne de kasksız kuşaksız bindiğimiz bisikletlerin ışıksız halleriyle yaptığımız şerit ihlalleriyle hiçe saydığımız binlerce canın güvenliği vardı deli gençliğin sorumsuz akıllarında. Hiçbir şey umurumuzda değildi. Sanki bir oyundan ibaretti her şey kendimizi kanıtlamaya çalışırken. E-5te çift yönlü yolun Adana’ya geliş tarafında çukobirlik binasına vardığımızda tahmini bir saat olmuştu yola çıkalı. Ansızın E-5 te yolun emniyet şeridinin en sağında sıra halinde en önde giden Sarı İlo bisikletiyle durunca ardında birkaç metre mesafedeki Urfalı İsmail’de bir kaç saniye içinde arkasından yetişip durdu. Yorulduklarını sanıp en son arkalarından onlara ulaşmamla onlardan sonra ilk şoku yaşadım tek başıma. Bisikletin ön lastiği patlamıştı. Ben daha “noldu?” demeye kalmadan söylendi. Çünkü Urfalı benden evvel sormuştu aynı soruyu.

-Sarı İlo: nolacağkine benım eşşegin nalı düştü.

-Sarı İlo: Bula bula şindi patlayacağı duttu. “it oğlu itin tekeri” dedikten sonra bir garip halde burnunu sert ve sesli halde çekip Urfalı İsmail’in uzattığı bir dal sigarayı alarak cebinden çıkardığı çakmakla yakıp etrafa akan araç trafiğine sessizce moralsiz baktı.

-Urfalı İsmail: Yav durun hele bi çaresine bağağ. Bi lastikçi neyin buluruğ heral. Sarı Sen benim arkama biner sağ elinle kendi tekerini tutarsın. Tuncelli’nin arkasına takılır ufağ ufağ devam ederüg

-Urfalı İsmail: Yol üstünde çoğ petrol ve lastikçi var elbet birine yaptırırız. Yoğ istemisez vaz geçisez yol yakınkene geri döner eve giderüg. Ha ne deyisiz?  La olum bişe deyinde ona göre hareket edek da?

Hayda ee ne olacak deme sakın çocuk? Ne bileyim ben! Hem sana başta dememiş miydim hazırlıksız ve acemice üç kafadarın yola çıkışı bu olsa gerek. İşte olan oldu kaldık yolda her halde. 

-Ben: Bu kadar yol geldik devam edek deyim!.. Sarı İlo ya sen ne deyisin?

-Sarı İlo: Devam anasını satayım. Nereye gadar giderse getsin.

-Ben: De hayden rast gele!.. Elese atlayın bağam tekerıze yaallaağ.

Atladık tekerlere devam kararı aldıktan sonra. Ben düldülüme güvenemezken kendine güvenenleri gülünç duruma düşürmekle kalmayıp yolda bırakmıştı diğer modern bisikletler. Yolda gelip geçenler özel araç ve servislerden bizlere bakıp gülüyorlardı. Kim bilir ne düşünüyorlardı. Belki civarda oturduğumuzu sanacak belki de gezintiye çıkanlar diye bileceklerdi. Bazen çocuklarla göz göze geldiğimizde el sallıyorduk. Yola çıktığımızdan beri hiç dinlenmemiştik. Patlak lastikli halde gele gele Yenice’ye kadar gelebilmiştik. Yenice İsmet İnönü ile zamanın İngiltere başbakanı Winston Churchill’in 30 Ocak 1943 te bir araya geldiği ve bir tren vagonunda barış görüşmesinin yapıldığı Mersin Tarsus’a bağlı tarihte önemli yeri olan bir belediyeliktir. Ve nihayet Urfalı İsmail’in dediği gibi bir petrolde hafta sonu pazar olmasına karşın açık lastikçi bulup bisikleti tamir ettirdikten sonra tekrar üç silahşorlar olarak her kes kendi atına binerek mutlu gayretli ve daha da azimle yola koyulduk.

             Yeniceden çıkıp Tarsus’a yol alırken güneş tepemizi kemirirken saate baktığımda On bir gibi yelkovan akrebi kovalıyor bir türlü yakalayamıyordu. Tarsus şehir merkezine girmeyip yine E-5 üzerinden geçerken kleopatranın o muhteşem şehrini geride bırakmaya yüz tuttuğumuzda bu tarihi şehrin çıkışındaki mahallede amcamlar oturmaktaydı. Pedal çevirirken kamyon gürültüsü altında “Zaman olsaydı görmeye giderdim” diye geçirdim aklımdan. Tarsus’u bir kilometre geçtikten sonra düz ovada güneşin altında o büyük muhteşem rafinerinin bacalarından çıkan alev bize yaklaştık diye umut vaat ediyordu.  Yaklaştıkça da alevler büyüyor sanki Çukurova’nın ateşi şehri yakıyor hissi uyandırıyordu bizlerde. Ve ardından elli iki katlı gökdelen otelin meşhur silueti yükseliyordu ihtişamla. Kan ter içinde kendimizi Mersin serbest bölgesinin girişindeki bir parkta bulduk. Dökülmüş ve bacaklarımızdaki kaslar banklarda oturmamıza rağmen hala titriyordu. Ve üstüne üstelikte acıkmıştık. Günlerden pazar saat öğlen arkası iliydi.  Ve ayrıca bunun birde geri dönüşü vardı canına yandığımın. Bir süre dinlenip ardından yiyecek bir şeyler için bakkal aramaya başladık. Dönüşe geç kalacağımız için yemek yemeğe vakit yoktu. Bizlerde yaz sebzelerinden oluşan atıştırmalık aperatiflik bir şeyler alarak dinmeyen yorgunluğumuzla tekerlere atlayıp gersin geri evin yolunu tuttuk.

           Yolda akrobasi hüneri sayılan cambazlıkla tekerlerin dümenlerini tutmadan ayaklarımızla pedal çevirirken boşta kalan ellerimizle yiyeceklerimizi yiyiyorduk. Tekrardan aynı yolu kullandık. O gün zar zor gece karanlığında eve akşam saat dokuz gibi varmıştık. Şansıma o gün ailem bir düğüne katıldığından ben akıllarına gelmemiştim. Gidiş dönüş yüz yetmiş kilometrelik yol macerası biz üç kafadara iyi bir ders olmuştu. Çünkü tam iki gün boyunca yerimizden kalkamaz olmamıza rağmen mahallede de böbürlenerek anlatıyorduk.

                                ______________IrfankarabuluT