Düşlerin tanrısıdır şafak ve içinde kaykılan her gölge, sabahın rüzgârını taşır içimdeki başaklara ve ben, afaki bir sevinçle uyanırım yeni güne oysaki içine uzandığım kabrimi son bellemişken bir önceki gece…

Şakaklarımda kızgın kuşlar var.

Rengim beyaz ve pembe.

Akasya ağaçlarına özlem duyuyorum en azından bir on seneyi hayattan tahliye etmek istiyorum.

Yeni gün.

Yeni yıl.

Yeniden devam etmek kaldığım yerden.

Kal gelen bir gülüşe mi hicap yüklüyorum yoksa kaskatı kesilen ölüm müdür tutsaklığın bir adım sonrası?

Sözcükler ela.

Hayatsa bir riya.

Mutluluk belli ki rivayeti kaderin…

İçimde sallandırdığım cesetler elbet an itibari ile ruhuma otopsi raporu sunarken bedenimle ilgili kaygılarımı da çoktan gömdüm.

Ne hapşırdığım ne burnumu çektiğim.

Ne güldüğüm ne ağladığım.

Ruhumun smokini karşımızdaki kilisede her saat başı çalan gonk belki de müdavimi iken insanlar yorgunluğun ve hangi aklı evvel geçerken kilisenin önünden gülerek haç çıkaranlar…

Huşu içinde geçmesini dilediğim ömrüm ve öncem.

Huzura biat bir yalnızlık dilediğim ve ezan sesine koşan annem bense duaların gücünde yaşamanın aslında bir mucizenin de dâhil olmasıyla hayata bildiğim o ki: inancın ötesinde hiçbir şey yok.

İklimsiz bir rüzgâr ve sevgiyi ezenler ve asaleti yok artık ömrün bense hala kör gözlerimle çevreme bakıyorum sevgime birileri layık olsun diye.

Bir hıçkırıktan nemalanıp mutlu olan sefil insanları mı seveceğim?

Ya da inanca dahi saygısı olmayan ve ellerinden geleni yaparken istifli kötülükler ile çamur atan birbirine…

Rotasından çıkan çıkana.

Bana neci olamıyorum işte ve neyin nesidir, diye sorgulamayı sonlandırsam da durduk yere zan altında kalmak daha çok kırıyor beni.

Açısı olmayan pencereler en çok karanlığa açılan.

Sevginin çukura düştüğü üstüne kürek kürek nefret atılmışken.

Bir gülüşün değil bir ağlayışın bakiyesi iken bundan mutluluk duyan nicesi…

Bana benzeyen birilerini arıyorum çevremde ve onlarla bir benzerliğim olmadığı için üzüleceğime şükrediyorum.

Yaftalar.

Hicap yüklü bakışlar.

Semasında acı olan yüreğinde kırbaç elinde sopa.

Her halükarda eziyeti meziyet bilenler.

Akışına bıraksam da hayatı gün büyüyor gözümde ve ben geceye koşuyorum.

Talan edilmiş bir şehrin ve yüreğin hala bulutlara özlemi mi?

Sevgiden nasiplenmek iken doğasında olması gereken insanın…

Savuşturduğum belki savsaklandığım.

Yetmiyor.

Savunmaya geçiyorum daha beteri geliyor başıma.

Bir selamın dürtüsüyle içimde açan güneş ve geri dönümü olmayan bir merhabalaşmadan kasıt iken insanlığın öldüğü ve çürük gözlerinde kederin, baygın bakışlarında dolunayın…

Dolduğum kadar boşaltmalıyım da gerçi yürüdüğüm mayın tarlasından sağ çıkmayacağım ama…

Satılmış bir vicdanım yok benim.

Kalbimse asla kiralık değil.

Ama tıklım tıklım yüreğim ve sevebildiğimden de çok insana yer var içimde üstelik kim olursa olsun.

Bir selamın bir merhabanın yerini ne mi tutar?

Elbet ölüm.

Çünkü kabir azabı yaşadığım günler ve yıllar beni benden etti üstelik volta atacağım sokağa duyduğum hasretle sadece güzellikler temenni ediyorum Rabbimden ve O’nun bundan bizi mahrum etmeyeceğini biliyorum çünkü inancın ve sevginin dokunulmazlığı var elbet umudun da.

Yarım kalan bir öyküydü günün sunumundan arda kalan belirsizlik ve içimde saklı bir sayaç artık neyse m/imlediği ve sözcüklerle olan dostluğun ereceği nihayette aslında başlamadığım bir masaldan mı medet umuyordum da günbegün güncelliyordum hayatı?

Mevsim nihayetinde ihbar etti yalan olduğunu ve kış, diye düşüp de yola bir kere daha mevsim bizi baştan çıkardı ve Ocak ayını telaffuz ederken baharların rengine denk düştük bağıra bağıra dünyayı esir alan iklim değişimi ve Ocak dedik ve yakacak odun kömür derdinde olduğumuz önceki yıllardan pek bir farklı bu sene.

Sözcükler damda.

Aşkın oluğu.

Özlemse içine pelesenk olmuş bulutların belli ki mevsim de kendini arıyor üstelik kendinden şüphe ediyor güneş hani nerede ise tüm İstanbul atacağız kendimizi soğuk sulara ve kulaç atacağız Boğaz’ın sularında.

Hicap yüklü evren belki de soluksuz tüketilen zaman ve birbirine eklenen acılar nihayetinde mevsimi de yolundan ettik ya.

Sözcükler mızrap.

İmleç şaşkın.

Mevsim muzip ve İstanbul sessiz. Semasında uçan göçmen kuşlar yok ama sokak aralarında martılar gezinmekte sonunda annem martıları da evcilleştirdi ya gerisi geliyor elbet.

Karşımızdaki koca bahçede kuş cıvıltıları ve onlar mutlu hatta bizden daha bir hevesliler yaşamaya ya da benden.

İçimde kırgın dağlar var yamaçlarında rüzgâr toplarken polenleri.

Yüreğimde ise bir ç/ağlayan mevcut üstelik tüm gün çağlayıp gece ilhama kucak açan elbet gecenin ve uykusuzluğun esaretinde hayli mutluyum gerçi sağda solda oldukça büyük gürültüler geliyor kulağa ama…

Kışı kışkışlamışken evren oysaki daha iki sene evvel karla karşılamıştık yılbaşını.

Yaz ise hepten hevesli bir koşu gelecek ve sıcaklığı ile bizi esir alacak.

Yaz çocuğu olsam da işim gücüm kışla ve rüzgârla ve yağmurla elbet yağmak bilmeyen aylardır bu yüzden gözüm sık sık takvime ilişirken elbet her defasında kendimden ve mevsimden şüphe ettiğim…

İçimdeki t/aşkın mizacı sonlandıramıyorum ve esefle içimi s/üzüyorum sancılı bir mevsim olmasa bile kış güneşi azıcık da olsa huzursuzum en azından yazarken huzuru duyumsadığım düşünülecek olursa uykusuzluk asla dert değil.

Elbet kalın duvarlarla örtülüyüm ama her nasılsa ses ve renk ve koku geçiriyor bu duvarlar asla da bilmiyorlar ama: kendime set çektiğimin yanında ne ki bu duvarlar?

Kapının gıcırtısı hız kesmiyor sanırım içten içe esen rüzgâr evi kış meclisi yapmış ve kışın soğuk burnuna şapka örmek istiyorum gelin görün ki onlarca yün yumağını çöpe ettim ben üstelik onlarca metre aynı desende farklı renklerde kilimler örüp onları da çöpe atmışken şimdilerde yazıp da beğenmediklerimi taşıyorum çöplüğe ve herkes bihaber sadece kalemim düşük yaparken kanamasını yeniden yazarak dindiriyorum.

Dinmeyen de bir sızı ile iştigal iken.

Darp edilmiş bir benlikten de arda kalanlar işte.

En azından ihtimaller dâhilinde yaşıyorum ve boşa koyuyorum dolmuyorum dolansa daha beter taşıyor.

Her anlamda yorgun olan kimse sönen ışığı yeniden yakıp bu sefer sokak lambasına özeniyorum: öylesine dik bir duruşu var ki ve ara sıra göz kırpıyor ve boş sokaklarda bana selam veren tek varlık bir de ara sıra esen rüzgâr kapıyı gıcırdatırken bense artık dişlerimi gıcırdatmıyorum ve hikâyenin ilk cümlesinde kayboluyorum oysaki henüz başında kaybolmak sonun da muğlak tınısı ile çekiyor da çekiyor içine beni.

Kara kışı özlediğim kadar da var hani hele ki yağmurda ıslanmak ve üşütüp hasta olmak bile ne keyifliymiş, dercesine ki bu günlerde hapşırmak bile insanı korkutuyor yetmedi aksıran tıksıran insanlardan kaçışırken…

Az sonra gün doğacak ve tek arkadaşım uykuya dalacak elbet sokak lambasının ısrarıyla ben de uykunun yolunu tutuyorum hani olur da üç beş saat uyurum sonra da yeni güne başlayıp sihirli değneğimle dünyayı ve tüm insanları değiştireceğimden de şüphe dahi etmezken zaten hep bunu yapmadım mı bir ömür?

Hayal gücüme ve umuda yenik düştüğüm hayatın kısa bir özeti iken gün ve gün mizaçlı şiirler içerken azıcık da olsa dalıyorum uykuya ve bir şiire rast geliyorum uykuda dahi şiir gibi biçimlenen rüyalarıma katıksız hizmet ediyor edebiyatın hafif rüzgârı belki de her şeyi ve herkesi kısa süreliğine de unutup acılarımdan ördüğüm yeleklerle sokakta kalan kimse sırtına geçirsin diye sunduğum onlara ve elbette içten bir gülümseme ile karşılanmanın ve merhabalaşmanın özlemi ile kendimi avuturken…