‘’Başlamıştım ama. Kanımın ötesinde, ayrıldık. Gittin, son olarak. Yalnızım şimdi. Karanlık, kansız. Kimseler gelmesin yanıma. İçten sevinç taklidi ile selâmlaşmaya mecbur olmayalım. Yürüyeyim.

İçime, birden öyle geldi ki, hayatım, sonuna kadar, bir yolun, bir şehir yolunun taş kenarında önüne dizilen bir sonsuz sıra eş ve kuru, tok adım sesinden ibaret olacak. Sonra uzaklardan, şehrin dalgalarca koparılan ışıkları. Her şeyin ölüme doğuşu, yeniden ölümle.’’(Alıntı)

 

Vücudumun düşsel taarruzu: bir içimlik şiirlerde bir yitim addedilen ve çürük düşleri dökülmüş yaşlı bir kedi gibi içimi tırmalayan devasa bir hüzün ile siperimde saklıyım.

Geçkin yüzü günün, gündelik telaşlarımdan öte ömürlük yitimler içine düşülesi bir tuzak belki de bitmeyen afrası tafrası hayatın.

O uzun ve karanlık dehliz yok mu hele?

İçim kıyılıyor ve açlığımla yaşıyorum bir o kadar tok gözlü olmanın faturası ile neyim var neyim yok paylaşıyorum insanlarla.

Yorgun bir ruhun son isteği.

Uykudan kaçtığım uydurma sözcüklerden kaçındığım yine de uykuda saklı haiz olduğum tek huzurun ibaresi.

Bir günüm ben bir geceyim bazen.

Hicvi hayatın yorgun lügat, eksik kalan cümleler ve sökün eden sözcükler duygular nasıl da sırnaşık ve ölümsüzlüğü sunarken bana şiirler ben ters yüz yapıyorum elimdeki çantayı.

Kıyama durduğum doğrudur: teğet geçen mutluluğa önceleri bendim pas vermeyen bendim aldırmayan.

Yüreğimin kırıklarını aldırdım dün ameliyat masasında ve solunumum durdu tam açacakken gözlerimi…

Karanlık bana iltimas geçti, bayım ve kararan gözlerime binlerce parlak nokta eşlik etti.

Ah, yüzüm yok.

Ah, yanlışımsa hiç.

Hiçliğin tadında bir varlığım ben kılıç kuşandığım top tüfek savaşa gittiğim ve ben kendimi bildim bileli nefsimin cephesinde savaşıyorum.

Önce üstümü soydular.

Sonra üste çıkıp neden as olduğumu sorguladılar.

Hayat bir emir-komuta zinciriymiş meğer ve kimse bende emeği olan günbegün çullanıyor üstüme ve beni defalarca benden çalıyor.

Zil takıp oynuyorlar gece vakti.

Tam bir parantez açacakken kapıyı yüzüme kapatıyorlar.

Gün geçmiyor geceler hiç.

Hiçliğime atıfta bulunup içimi deşiyorlar.

Rüzgâr dinmedi dünden beri ve sıcaklık da hız kesmedi.

Her halükarda eridim mum gibi ve her halükarda sürüklendim kopuk bir yaprak gibi.

Menşei yok artık zamanın.

Sevemiyorum da hem eskisi gibi.

Ezkaza dokunayım ansızın zıplıyorum olduğum yerden ve başım tavana çarpıyor derken tavan çatlıyor derken…

Girift dünyalar, bayım ve bilin ki dünya artık umurumda değil.

Duyarsızlığı insanların ve duvarların da kulakları varken.

Öyle böyle değil hani: neyi tutsam elimde kalıyor kimi sevsem canım yanıyor.

Devasa bir hikmetin beklentisi içerisindeyim ve zirzop sözcüklerden değil albenisi olan bir lügatten medet umuyorum: o da içimde saklı.

Sıvası dökülmüş duvarlar ne ki?

Ya da yağmalanmış mabedim?

Büyüyen bir yangın ve dur durak bilmeyen kıvılcımlar.

Iskaladığım kadar hayatı ıslıklanıyorum.

İnandığım kadar insanlara gerisin geri kaçıyorum en başta kendimden.

Hırpani bir bulutum ben gözünü karartmış ve az sonra yağmur yükümü boca edeceğim evrene ama benden başka da kimse ıslanmayacak.

Anlayacağın, hayatın tadı tuzu kalmadı, bayım ve asla neden, diye de sana sormam.

Nemalandığım bunca sözcük ne ki iman gücümün yanında?

Mademki, ‘’ol’’ diyen biri var ve olmazın oluru ne ise beklemedeyim.

Hicranımı teğet geçen ya da hüzün hırkamın kopuk düğmelerini yeniden diktiğim ama artık ne iplik kaldı dikecek ne de iğne çünkü ben çuvaldızı en başta kendime batırdım.

Hatırşinas bir sağanak olduğum da aşikâr elbet yağan inancın rahmeti yoksa bu satırları asla yazıyor olmazdım…