‘’Tam olarak ne zamandır yazdığımı bilmiyorum. Ama düşünüyorum da, aslında en başından beri yazmış olmam gerek-kafamın içinde…’’(A. Teoman)

Irkı yok ki sözcüklerin hele ki duygu ikliminde gidiş gelişlere gebe o sonsuzluğun tezahürü ve düş kaynaklı metinler ve işte çocukluğumda ipe dizdiğim boncuklar gibi bazen afallasam da bu güzergâhta en azından boncuk dizimini yani o günlük yazma telaşımı gideriyorum.

Biliyorum da kifayetsizliğimi ama sonsuzluk denen mefhuma tapındığım için içimdeki İlahi Ateşin de büyümesine zemin hazırlayan her cümle ve sözcük kümesi beni benden alıyor.

‘’Ama yazın dünyası göz önüne alındığında, ben kim oluyorum da, böyle bir oyun oynamaya cüret ediyordum ki? Sözün özü ben bir hiçtim.’’ (A. Teoman)

Tertipli ruhuma atıfta bulunacak olursam tek doğru; aklımın ve alt belleğimin yüzlerce çekmecesinin darmadağın olduğunu yönündeki itirafımdır.

Nereye el atsam elime gelen binlerce dikte binlerce bilgi dolu sayfa ve nüshalarını asla yok etmeyeceğim ve beni ben yapan öğrencilik ve öğrenme tutkum.

Öncemde asla bir düşün öncüsü değildim ve ben görev insanıydım elbet birincil kaide aldığım eğitimin hakkını vermekti ve sandım ki iş hayatı bana bu derli toplu ortamı hazırlayacak ve ben de mesleğimin piri olacağım.

Defanstaki hayallerim ve de.

Ah, bir de çaput bağladığım ilk gençlik tutkum elbet x-rey cihazında açığa verdiğim hırsım hele ki eşleştiğimi s/andığım bir mesleğin mensubu olmak adına canhıraş uğraşım ve çalıştığım bankayı hatta bankaları birer mabet gibi bellediğim ve onlarca insan koşturan gün boyu ve ben kocaman bir saflıkla onlarca kişinin yaptığı tüm işi tek başıma yapacağıma dair bir m/eziyet geliştirmişken.

Tek lüksümdü işte bankacılık fermanını imzalayıp içimdeki tüm duyguları yok sayıp aklımla yetebileceğim bir işin performans sıralamasında birinci olma gayreti.

Öncemi yoktu asla hem.

Sonramsa koltuğumu belki de CEO seviyesine taşıyacak bir kulvar.

Aklımı peynir ekmekle yememiştim hele ki bir ömür ekmek tüketmeyi kendime yasaklamışken ama bir şekil de yiyordum işte aklımı.

Cafcaflı mesleğim.

Maaş bordroma duyduğum aşk.

Ve sancılı benliğim devre dışındaydı ve ben âşık olmuşken mesleğime asla da fark etmiyordum kendime ihanet ettiğimi.

Sözcükler değildi önem arz eden: rakamlar, bütçeler ve sayısız bilanço elbet yabancı dil bilgimle nerede ise ana dilimi yok saydığım ne de olsa bu bir gereklilikti ve bir norm sonuçta dilimizi konuşan insanlar değildi tek muhatap olduğum.

Bu denli Türkçe ’ye ve okumaya aşık bir insanken kendimi hapsettiğim o lüks ofisler ve kerrat cetveli adeta andımdı ve ben bir kez ant içmiştim.

Yangın henüz başlamamıştı işte hem mevsim halinden oldukça memnundu ve kışları sert geçiyordu İstanbul’un belki de boyutsuzluğumu tescil ettireceğim aykırı bir durum da yoktu.

Sabah ayazını seviyordum ve üşüten Marmara Denizi her güne böyle başlıyordum herkes gibi olmak ise mutlu ediyordu.

Tiril tiril giyinip kuşandığım ve topuklu ayakkabılarımın çıkardığı ses bile özgüvenimin katlanmasına sebep oluyordu ama sebepsiz bir şekilde içim buz kesmeye başlamıştı işte.

Ayrıntılardır belki de mesleğimden soğumama vesile olan ve tüm resmi yakma yırtma isteği yavaş yavaş ulaşırken içimdeki susturulmuş çocuğa.

Latife yapsam keşke üstelik yazmanın y’si bile geçmiyordu aklımdan hem anlatacak ne bir küskünlüğüm vardı ne de birileri bana henüz ihanet etmişti.

Yolunda giden bir hayat aşağı yukarı günümün 15 saatini adadığım mesleğim ve uykumdan firar edip erkenden bankanın yolunu tuttuğum.

Ve kocaman bir es veriyorum burada ve günümüze ışınlanıyorum.

Depara kalkan gece yapacağını yaptı işte ve ne olur gün erkenden ışımasın ki öncemde nasıl da severdim sabahları hatta öğrencilik yıllarımda herkesten en az 3 saat evvel kalkıp fazladan ders çalıştığım ve aç mideyle okula gitmeyi dikte etmişken kendime hele ki lise döneminde 3 gün dahi tek lokma geçmezken boğazımdan ek olarak üniversite sınavlarına hazırlandığım uzun günler ve geceler.

Demem o ki…

Demediğim çok şey var hayatımı heba etmeme vesile olan ama şimdilik kimse lafı ağzımdan alamaz.

Mutluluk neye eşitti peki o zamanlar?

Elbet rutin bir yaşam ve kariyer hırsı ve tombala oynadığım geceler en çok hatta tek çıkan torbadan disipline edilmiş otomatiğe bağlanmış bir haletiruhiye ve fazlasıyla faal olduğum getirisi sadece para ile ölçülen ve ben her halükarda mesleğimle var olduğuma ve var olacağıma inanıyordum.

İş arkadaşlarımı anmıyorum bile belki de en çok onları anıyorum ne zamanki yaş dolu gözlerle yaşadıklarım aklıma gelse.

Var oluşumu henüz sorgulamadığım bir dönem gelin görün ki yazmaya başladıktan sonra her şey tepe taklak oldu ne yani hüzün hırkamı ters mi giymiştim de öncesinde şimdilerde bir derviş gibi salınmama da kimse hayret etmesin hani.

Mademki hedefim var oluş ve işte Teoman’ın kaleminden nasıl da örtüşüyoruz çok genç göç etmiş rahmetli yazarı da saygıyla anarken:

‘’Asıl hedefim, olanca soyutluğuyla varoluşun ta kendisi.

Yazmak benim seçimim. Karşı koymak, baş eğmemek, bence tek seçenek.’’

Varsıl bir yolculuk mu yoksa? İyi de her birimiz zaten birer varsayım değil miyiz?

Ve köpüren deniz de varoluş kaygısı duymuyor mu hele ki dalgalar alıp götürürken sahildeki bankları ve ağaçları da kökünden sökerken…

Buna rağmen kökümden ayrı düşmediğim gerçeği ve analitik bir b/akış açısı gerektiriyor yazma edimi tıpkı çok bilinmezli denklem gibi ve her gün hasıl olan farklı denklemler ve gittikçe artan çözülmesi icap ediyor madem o zaman kaç bilinmez varsa bir o kadar denklem olmalı elimizde.

Sayısalcı olmam bir mecburiyet gibi gözükse de matematiği hep sevdim ve belki de bu yüzden kalem elimden düşmedi hatta yazmaya başlamazdan evvel bir ömür en sevdiğim iken girdi çıktı hesabı yapmak bazen kalori hesaplamaları bazen olmayan bütçemle içerik analizi yaptığım…

Mademki yazar akılcı olmaktansa içgüdüsel bir sunumla var oluşunu teyit ediyor ya da sorguluyor…

Ve işte bir ömür bastırdığım iç sesim, akılcılığın da önüne geçtiğinden beri önünün kesilmeyeceğine inandığım bir coşkuyla hayatı ve duyguları resmediyorum kalemimle mademki içgüdülerime güvenmek önem arz eden ve git gide büyüyen bir kalp gözü bu anlamda yazmak da kalp gözü de hayatımdaki zorlukları ekarte ediyor en azından kendimi doya doya sevmek adına bunun engellenemeyeceğine kani olmuşken…

Elbette kendimle çelişme hakkım da saklı her halükarda ve içimdeki kırgın çocuğun da kanatları ve kalbini tamir etmekken en büyük mutluluk kaynağım üstelik eskisi kadar mızmızlanmayan ve yetinmeyi çoktan öğrenmiş iken o yetim çocuk…