Tanıdık geliyor siman, sevgili yabancı…

Matemin martaval olduğunu söylüyor lak lak yapan leylekler ne de olsa onlar hep uçkuruna düşkün olmadı mı? Elbet bunun ne manaya denk düştüğünü anlamak için öncelikle büyümem gerekti.

Bense sadece insanları gözümde büyüttüm…

Misal…

Günlerden bir gün kardeşim olacağını öğrendim ve yatağımın hangi tarafına yatacağıma karar veremedim o günden sonra ne de olsa telaşlı ve pek bir pişekar idim: eh, kolay mı Tanrı’ya ısmarladığım canlı oyuncağımı aylar sonra kucağıma alacaktım asla da sorgulamadım annemin bebeği neresinde taşıdığını ne de olsa çocuktum ve annemin git gide büyüyen karnında nasıl oluyor da o ufacık canlının boğulmadığını kestirmek imkânsız gibi bir şeydi…

Çocuk aklı işte ve ben telaşla günleri saymaya başladım ama yetmedi.

Sonra ailemizin büyüyeceğine vakıf oldum üstelik benim zaten yaşlı çok sevdiğim bir arkadaşım vardı: babaannem ve zaman içerisinde aklı yitip gitmeye başlamıştı bazen tanımıyordu beni. Bense oyun oynadığına kani sürekli gıdıklıyordum kadını ve telaşla üstünü örtüyordum üşümesin diye çünkü biliyordum ki onu tek üşüten havaydı.

Düştüm bir kez t/uzağa.

Her gün bana yakınlaşan biri vardı.

Düşmüştüm bir kez aşka çünkü ben babaanneme âşıktım ve görünen oydu ki yeniden âşık olacaktım ailemize katılacak olan o ufacık canlıya. Bol bol da canını yakacaktım ne de olsa yaramazlıkta üstüme yoktu.

Zaman devindi.

Evreler sekti bir bir yürekten yüreğe.

Derken hayalim gerçek oldu ve dünya güzeli yeni canlı oyuncağımı kucağıma alır almaz nasıl da unuttum yalnız olduğumu üstelik ilk aşkıma ihanet etmiştim ve kısa süre sonra babaannem göçmen kuşlar gibi göçüp gitti.

Göçükte kalan bir vaveyla idim.

Hain bir dişi kurttum da aynı zamanda ve ay çıktı mı ulurdum kardeşim ağlamaya başlar başlamaz çünkü onun hıçkırıkları yüreğimi delip geçiyordu ve biliyordum artık yatağımın hangi tarafında yatacağını çünkü minik ve sıcak vücudu ile yatağın neredeyse tamamını kaplıyordu Küçük Prensim.

Senelerin sektiği.

Hayatın geviş getirdiği.

Hayalleriminse gerçek olduğu.

Gündü yiten bense büyüyen bir özlemle bedenime şaşkınlıkla bakıyordum çünkü artık çocuk değil resmen bir genç kız idim üstelik ablalık unvanı bana pek bir yakışmıştı.

Hala da akıl sır erdiremiyordum leyleklerin neden lak lak ettiğine sonuçta gökten inen bir sepette bahşedilen canlı oyuncağım da benimle birlikte büyüyordu.

Hep saf bir çocuk oldum.

Halen de saf olduğumu inkâr edemem.

Safiyet yüklü varlığımsa bana hep masum bir çağrışım yapar.

Kenetlendiğim dünya ve sevdiğim insanlar belki de saflığıma sadık kalmamda etken ne de olsa en ufak art niyet saklı değil içimde bu yüzden hep bonkör oldum öyle ki…

Okul harçlığımı hep sıra arkadaşımla paylaşırdım ki kız benden katbekat zengin asla da demedim: ‘’neden paramı ona veriyorum’’ diye ta ki bir gün babama çıtlatana kadar ve işte hayatımda ilk kez bu kadar ciddi ve baskın olduğunu görmüştüm babam bana kızıp da tutumlu olmamı öğütlerken…

İyi de tutumlu olmayan sadece ben değildim. Ben ailemden böyle görmüştüm:

Pay etmeyi…

Çok sevmeyi…

Lokmasını paylaşmayı…

Sonra sıra arkadaşım ufaktan ufağa canımı yakmaya başladı ve evet, artık harçlığımı onunla kolay kolay paylaşmıyordum ama yüreğimi bir kez vermiştim kıza ve o da bunu çok güzel bir şekilde doğrayıp alaya alırdı beni…

Düşünün:

Ben öğretmen kızıyım ve sıra arkadaşım avukat babası sayesinde kendini benden üstün görüp de aralıksız eleştirir iken giydiklerimi ya da sahip olduklarımı ki üstüm temiz pak ve ailemin de gözbebeği iken asla yüksünecek bir şeyim yoktu.

Hep pırıl pırıl ve ütülü idi okul formam asla eksik etmezdim de süsümü ki süs dediğim de: saçıma taktığım renk renk tokalar ve okul formamın üstüne giydiğim renk renk kazaklar…

Sonra hayat değişmeye başladı pek bir hızlı.

Lisedeydik artık ve beni bekleyen bir sınav maratonu vardı zaten iyi bir öğrenci olduğum için az hırpalamazdı beni canım arkadaşım ve her ne hikmetse her sene en azından üç dört dersten bütünlemeye kalır ve beni suçlardı.

Bense hala saf ve içten duygularla arkadaşımı başımda taşırdım sonra bir arkadaşım daha oldu yine içten sevdiğim ve gördüm ki; bu yeni arkadaşım sıra arkadaşımı pek bir cezbetmiş.

Kıskançlığın ve çekememezliğin en anlama geldiğini yeni yeni öğreniyordum ve biz üç kız ne kadar sıkı fıkı olsak da bir şekilde kendimi arka planda hissediyordum.

Çocukluğumdan beni yakamdan düşmeyen duygular üstelik merak da etmediğim ve sivri dili ile canımı yakmasına her nasılsa müsaade ediyordum.

Sözcüklerim pek bir havalıydı o zamanlar ve edebiyat öğretmenimin göz bebeği iken her nasılsa yanlış bir karar verip işletme okumaya hedeflenmiştim bu yüzden edebiyat denen mefhum bana uzak gelecekti uzun zaman sonra anlayacaktım üstelik asıl aidiyet duygumun edebiyatla ile eşleştiğini.

Elbet yazma fonksiyonu bir şekilde esir almıştı beni ve hep süslü kâğıtlar kalemler alırdım kendime hatta bu yaşımda bile renk renktir masamın üstü.

Bir tabur dolusu isyan…

Bir tabur dolusu emir kipi.

Sevginin suskun kimliği ama ben sessizce uzaktan sevmeyi pek güzel başarırken ne zamanki yüksek sesle itiraf edeyim sevgi denen iklim daha bir sarmalar beni.

Tek lüksüm bu işte:

Sevdiğim kadar mutluyum ben.

Tek kabahatim bu işte:

Sevdim mi kendimden geçerim…

Leylekler ise hala geveze daha ziyade martılar aldı onların yerini ve eksik olmazlar penceremizden bir de serçe sürüsü nasıl da pır pır uçarlar onlara ekmek kırıntısı koyduğumuzda.

Yatağımın hala hangi tarafında yatacağıma karar veremiyorum ne de olsa genelde okurken uyuya kalıyorum ve yastık yerine kitaplarıma dayıyorum başımı…

Yok, yok, o kadar da abartmayayım hani en azından yastık yerine vicdanıma dayadığımı da söylemeliyim başımı ve genelde rüyamda uçup duruyorum en sevdiğimse rüyalarımdan eksik olmayan canım okulum.

Sevmek böyle bir şey işte.

Sevmek için neden mi yok?

Nedensiz de sever insan hele ki hayal dünyam çocukluğumdan beri hayli geniş iken…

Sevdiğim insanlar bir yerlere göç edip gitti işte.

Dönmeyecekler var aralarında bir de dönseler bile eskisi gibi olmayacağımızı bildiklerim.

Yeni insanlar da var hayatımı paylaştığım ve günbegün büyüyen bir kitle.

İçimdeki rüzgâr aralıksız eserken bense iç sesimle sözleşmiş kendimi uçarken bulduğum ne zamanki sevgiyle dokunup da hayata ve kaleme…

Özet geçmek değil benimki çünkü hep böyleyim ben:

Bir öyle bir böyle.

Ne kadar darbe alsam da insanlardan, artçıları illa ki geçip gidiyor ve her ne kadar yüreğim kırılmış olsa da binlerce parçaya mümkün mü benim Kâbe’yi yıkmam?

Üstelik hesap sorduğum kimse yok günümde ve dünümde çünkü bazı hesapları kader kapatıyor ve tek borçlu olduğum yüce Rabbim: bir can borcum var bir de şükür yüklü yüreğim hele ki hayatımı işgal etmiş bunca acının ve üzeninin yanında hala umut ve sevgi dolu olmayı başardığım sadece Rabbimin lütfudur ve ben tüm çekincelerimi bir kenara atıp hala tüm iyi niyetimle kalbimi sunmuşken insanlara yoksa an itibari ile yazıyor ve de aranızda olmazdım…