Ölümü dikiyorum gözlerimle ve başat
sancılar alfabesi: içimde tüten mevsim ve ölü kuşun serzenişi geride kalan
arkadaşlarına.
İmgeler titrek bu gece ve ihanet tek
gerçek az sonranın muştusunda evren dilimlenecek derken insanlık kaderden
dilenecek ve sıra sayı sıfatları içli komplimanlarla resmigeçit yapacaklar.
Kökü yüreğin dünden miras binlerce
öğreti de ve kurşunlanan kuşlar ve izini sürmek bilinmezin aşikâr olansa
bilindik her hecenin aslında bir yafta olduğu…
Git gibi.
Bit gibi.
Sür-git hezeyan ve yılkı atları
yorgun tıpkı seyisin efkârına eşlik eden bunca yeis gibi yürek de meftun:
elemin ellerinde kan izleri ve kırık söğüt dalları ve sükûnet yüklü bir evreni
bahşetsin diye Yaratan herkes dualarda bir araya gelmiş.
Şairin öznesi düşüyor geceye ve ölüm
düşlüyor mısralar lakin hayata da doyamadığı aşikâr ve ikilemde kalan mevsim
gibi şair topa tutuyor fukara yüreğini…
Mavi mısralar yasta.
Tüm yaslar teftişte.
Ölümün acı tadı ve yorgun sözcükler…
Mevsimin patlamış dikişlerinde nice
uğultu az evvel defnettik günü ve dil yarası bildiğimizi bir gönle
denkleştirdik geceyi de nazar etmeden sessizce sokulduk hüzne.
Yamalı bohça ve perakende acılar ve
toptan yolcu ettiklerimiz bir de yolculuğun ne zaman biteceğini bilmeden
koşuyoruz da koşuyoruz tıpkı mavi mintanında umudun, salınan sevinç nidaları
gibi gel gör ki ansızın teşrif edecek hüzne de aldırmadan devam edemiyoruz
yolumuzu.
Çalınan bir gülücük.
Kapı zilinin kendi sesini unuttuğu…
Kapıdan çevirdiğimiz de değil sadece:
bilakis kale kapısına denk düşen yalnızlığın dört duvara eşlik ettiği maruzatı
ve mevzuatı.
Arpacı kumrularından hallice ve lahit
benzeri bir boşlukta hibe ettiğimiz ölü dünlerimiz ve ölü duygular; sancağı
şiirin latif bir rüzgârda gidip de geliyor diğer yandan çekip gidenler ve asla
gelmeyecek olanlar.
Kucağımızda beyitler ve
dokunulmazlığı kavuşulmazlığın sancılı geçiş döneminde insanlığın yüz karası
ölü çocuklar ve biteviye ıslıklanan bunca terk edilmiş düş: muğlak bir resim
karesinde peksimet tadında hangi duygu varsa teyakkuzda ve mor mintanlı
gelincikle kırmızı kuşaklı çocuk gelin katılasıya ağlamakta.
İvedilikle teslim olduk kadere.
İnceden ve derinden bir türkü
tutturduk ve b/ağrımızda açan çiçeklerden medet umduk oysaki açtığına bin
pişmandı her çiçek ve üzerini çiçeklerle örttüğümüz o mezara düşen yolu kimse
uğramadan da geçmesin düşlerin telli duvaklı hüznüne ağıt yaksın gece bekçileri
ve dokunulmazlığında sevginin asla da inkâr etmesinler sevgiyi ve umudu.
Olmazın oluru bir anda kalburüstü bir
düşe ve güne düşüp de yolumuz ve geri dönmemecesine yolumuzdan da kimseler
alıkoyamaz hani bizi hele ki tüm şiirler ve öyküler izdiham mahsulü bir yüreğin
tevekkül yüklenip de elini uzattığı sıra dışı bir özlemse eşlik eden her
teferruatta saklı iken mutluluk, yaş sonrası daha da kıymete binen bir özveri
ile kucaklamışken hayatı…
Mıhlanmış vaveyla hani az evvel
yürekten sökün eden onca hıçkırık elbet duyulmazlığın sancağına yapışan
ellerimle gür bir sesle ifa etmekse ömrü satırlardan derinlere sızan gözyaşı
bir de verildiyse hükmü günün ve ömrün, tutamaz beni hiç kimse.
Kaykıldığım kadar da kanadığım en
azından kandırmadığım, k/anmaya dünden razı.
Rest çekemem ki belki de bir busedir
uçuşan saçlarımda ve dolunayın meşrebi de düşmez iken yakamdan sonra da
cilveleşen kelebek ömürlü seyyah satırlar ve izdiham mahsulü tüm yazdıklarım.
Günü b/öldüm karelere sonra üçgenlere
sonra da en dik açıyı merkez bildim ve yarım ağız sevenlere filan da özenmedim
hani ve gece gördüğüm düşleri sabahın torbasına koyup gömüverdim yüreğin
merkezine yeter ki hatırlamayayım en azından uyurken duyumsayayım huzuru ve
günü bölen seslerden uzak fermanımın da boynuna ip dolayım.
Titrek sesi kaderin varsın gümbür
gümbür gelsin keder.
Yalnızlık kadar ön görüsü olan ne var
ki yarınlara bel bağladığım ve elimde eşarbım az evvel boynumda asılı ipin
yerine bu kez saçıma bağladığım ne de olsa hayatın iki yandan örgüsü ve görgüsü
derinlere dalıp dalıp kendimi oltaya taktığım bir pencerede tüten buharı
içeceğim demli çayın da varsa tek itirazı bir yudum da insanlık için içerim.
Bir mıntıkada asılı kalan.
Bir mızrap ise yüreğe vuran.
Bir de mısralar daha az evvel düştü
yolum bir şiire ve tütsüler yakan gece bekçilerine verip veriştirdim üç beş
cümle.
Çekemem fermuarını kalemin; kalem
filan da çekemem gözlerime ne de olsa her dokunuşunda kalemin yaşlar çağlar da
çağlar çeksem çeksem mil çekerim hele ki mimlendiğim kadar mıh gibi kalırım
gecenin ortasında elbet çekili perdelerin arkasından kimseler de görmez kalemle
ne konuştuğumu duymazlar da içimdeki dergâhta salının deyişleri ve dervişleri
asla sorgulamazlar da yine de bir tebessüm eklerim geceye ve bir tane daha
sonra da ümitle uyanırım yeni güne…
Gülümsediğim kadar da içim titrer ne
zamanki kuş gibi hafiflesem.
Sonra da ağırlık çöker içimdeki
satırlara ve gözlerimde kıvılcımlar aşkın hatırına son bir satır ekerim eklerim
de acımı sonra kırparım yıldızları nihayetinde uçuşan küllerimi serperim
boşluğa.
Ölümsüzlüğü dilenen bir kurşun belki
de başımda seken ve tüm kurşunları tefe tutan sarı saçlı rüzgârda kasıtsız
resmettiğim o güzergâh ve işte tombul kuşun ayaklarına bağlanmış bir ferman az
sonra da tekmili idame ettirdiğim ömrün ve kayrasında dokunaklı bir vecize
şimdi gömüleceğim satırlarda göreceli bir mutluluk üstelik aksanı olan bir
sözcükte kalan diğer yarım.
Tarafsız bir yalnızlığım var ve
t/arafta kalan bukalemun düşler elbet sevdalı bir mizansen içime diktiğim
sözcüklere eşlik eden ve gürültülü sessizliğe de son uyarı ve alt yazıda saklı
tüm sırlar lakin gönülsüz bir ölüm yolculuğu hancıdan ve yolcudan ibaret
yolcuların beni taşa tuttuğu ve sözcükler başıma çarparken içimdeki ninniyi
dindiriyorum ve dinmemecesine çağlayan yaşlara da veryansın ediyorum ve
soruyorum kendime:
Nerede hata yaptım bu güne değin
belki de ölümün esintisine karşılık verendir içimdeki hüzün elbet dağlar
tepeler aştığım kadar bir adıma daha gitmeyi ertelediğim tam da dokunacakken
kanatlarına mutluluğun pır olup uçup gidiveren…