Sessizlik kaç satırdı öğretilere sahip çıkan bir duygunun da karesini aldı mı sessiz harfler…

 

Kaç ses saklıydı şiirde ve alfabede? Kaç alfabe saklıydı yüreğimde?

 

Göğe kanat açan bir kuşun mutuydum madem matemle mi örülüydü her anı ömrün yoksa kanıksanası bir seçenek ile ihya edilmesini beklerken yüreğin ve günün daha kaç gece nöbet tutacaktı kalem?

 

Şiirlerdi azığım.

 

Aksayan ayağı idi ölen kuşun.

 

Andıkça sevgiyi anılarda saklı bir gülüş en çok da heceleri peçe yapmış güneş elbet itirafı haletiruhiyesinde kopan fırtına öncesi sığındığı metanet belki de kuş bakışı hayatın bir kuş kadar minik ve ürkek ve işte nidalar ulaştı arşa ve işte sökün etti kehanet aslında saklı olan insandaydı toz kondurmadığı asalet.

 

Mevsim göçtü ansızın ve tüm göçmen kuşlar karanlığa karıştı aslında eli kolu karışandı şair ve aşkın öznesi iken yüreğinden atamadığı o bitimsiz hüzün…

 

Devindi şarkılar.

 

Devrildi putlar.

 

Yaka silkti melekler ve metanet yüklü bir ömür diledi bakir yürekler.

 

Sevdanın sağdıcı özlem ve solunda gözünden sakındığı gizem ve işte deşifre edildi sancılı yürekler en çok ayet yüklü bir dirayet ve sağ ayağı ile attığı o ilk adım ve yüreğinden eksik etmediği Besmele ve işte kollarını sıvadı şair.

 

Günsüz müydü hayat yoksa geceden taşan mıydı sefalet?

 

Kırılan yürekte saklı makamlar ve hazan mevsiminde yola düşen felek.

 

Kıştı mizacı ömrün.

 

Ömür idi mizacı şairin.

 

Şair idi mizacı şehrin.

 

Ayıla bayıla sevdi şair ve sahip çıktı şehir.

 

Kıyıma uğrayan surlarda saklı güneş ve kıyama duran ruhu sefil duyguların.

 

Teessüf yüklendi kuşlar ve Rabbine koştu günde beş vakit yetmedi her anına yaydı ömrün aslında yangın çıkmıştı dünde ve güne ulaştı karanlık.

 

Bir inilti gecenin koynunda bir uğultu saklı Sağı Sultanın solunda ve mevsimi itekleyen rüzgâr ve göğü kucaklayan dualar ve Rabbine sadık her beşer bir o kadar bir ömür şaşan.

 

Renklerdi aşkın ilahı olan beyazın her zerresine teslim olmuştu masumiyet.

 

İçli şarkılar yoktu ufukta. Kuruyan dilinde saklıydı bakla.

 

Arz etti acılar rükû eden hüzne biat bir umut doğdu gecenin solgun ferinde ve imla hatası olan tüm heceler.

 

Hangi mozaiğin örüntüsünde saklıyım ya da hangi düştür tahliye olması beklenen?

 

Ve renklerin sesi var mıdır ya de mevsim midir illa ki özlem duyulan yoksa özlem bir sayaç mıdır da insan illa ki kendinden geçer sonra hayallerin sonra yolu yine kendine düşer anlar ki aradığı Rabbi ve umudun kokusu siner düşlere düşlerin sesi örter sessizliği ve yalnızlığın cafcafında kalabalıklar yok olur ansızın.

 

Hüzün dehlizinde yürüdüm tüm gün ve şehrin ışıkları kapalıydı.

 

Gündü geceye özlem duyan aslında özlemdi beni bana uzak kılan…

 

Ne gam ne gamdı öncesinde ve mesafeleri aştım da yakın durdum içimdeki pencereye aslında şahikanın kanadında saklıydı gülüşüm ve uçuşan o perçem saçımda asi bir rüzgâr ve rüzgarda saklı asil bir yürek aslında yürekte saklı umut ve bulut.

 

Göğün teranesi idi kuşların çığlıkları ve ölü iklimin refüze ettiği güneş.

 

Güneş de bendim gece de ve aymazlığında karanlığın şerh düştüm içimdeki sonsuz ışığa.

 

Şıklar saklıydı derinde ve siması soruların asla yabancı değildi ve tanınan sürede saklı tuttum nefesimi, bir ömür nefsime yaptığım zulmü de haklı bildi evren.

 

Hakkın yolundaydım bir ömür bir ömür ve şiar edindiğim ilk olarak sevgiydi ve Mevla’ma duyduğum o devasa özlem.

 

Hep şakıdım.

 

Susturuldum.

 

Gözüm seğirdi ve kirpiğim düştü sonra yüzüm düştü sonra ben düştüm gözünden insanların.

 

Düştüm yola bir vakit aslında hep yoldaydım kendime varmak adına.

 

Hangi rakamdım?

 

Hangi rakımda saklı bir hayal ve de…

 

Uyuyan şehir ve ölü sakinleri şehrin ve hepsinin de mizacı aynıydı işte…

 

Büyük şehir.

 

Büyük ufuklar.

 

Devasa bütçeler.

 

Ayın sonu gelmeden tükenen hesaplar aslında açık etti evrenin yazdığı ve okumadan imza atmıştı tüm şehir sakinleri sonra da şehre ipotek kondu sonra saat farkıyla herkes uykuya daldı ve işte tüm dünyayı esir alan bir virüse yenik düştü dünya ve şehir.

 

Şehir yanık kokuyordu tıpkı şiirler gibi.

 

Yanık kokuyordu yürek tıpkı şair gibi.

 

Şair kokuyordu mevsim ve mevsimde saklı devasa bir hüzün.

 

Aylardan Şubat idi ve günlerden cumartesi aslında açığa alınmış bir düştü mutluluk ve açılan her parantezde saklıydı umut.

 

Şiarı ömrün…

 

Lades.

 

Aşkın da mimarı.

 

Bingo.

 

Latif rüzgar ve genzi yanan ateş.

 

Kumpastı belki de hayat ya da aynı filmin bilmem kaçıncı versiyonu.

 

Ve işte şehir üşüdü ve Şubat hapşırdı.

 

Şairse gülümsedi ve kucak açtı hayata sonra kucağından düşürdü mevsimi ve karı bekledi sakil ve sefil şair.

 

Kardı hayatın ihbarı.

 

Kardı mevsimin isyanı.

 

Resimler kayıptı ve aşk da.

 

Rencide edilen yüreği ve tohuma kaçan gölgeler.

 

Yasaklıydı şair ezelden şu iki günlük sokak kısıtlaması ne ki?

 

Şehir idi dipçiği özlemin ve şair idi Hint fakiri gibi meyletmişken gök kubbeye.

 

Hazana düşkündü yürek.

 

Yüreğe düşkündü şiir.

 

Şiire düşkündü sefil şair ve en çok da aşka düşkün en çok hüzne en çok umuda en çok en çok Rabbine.

 

Meşk eden ışık ve şerh düşen gece.

 

Şubat idi kısacık ve de çok uzun.

 

Tıpkı şiir gibi çok kısa ama çok uzun.

 

Tıpkı şair gibi yazdıkça boyu mu uzuyordu sahi ama o hep yazdı.

 

Hep de yazgısına razı geldi ve Rabbine koştu ve koştu oysaki bir ömür hep yerinde saymıştı derken uçmaya başladı kuş gibi ve kuş gibi kanatlarına yağdı kar aslında kar’a yağdı umut aslında umuda boğuldu ufuk.

 

İki gün neydi sokağa çıkmayan nice insan?

 

İki yıl neydi ki özlemi büyüyen ufuk?

 

Bir ömürdü esareti şairin.

 

Bir cesaret örneği idi içinden gelen her yazdığı.

 

Sevgiydi madem muhatabı…

 

Söyledi gaipten gelen ses ve sadece kıyama durdu her vakit ve hayatla ile arasında o akit ki bir kere imzasını atmıştı altına.

 

Şair sustu. Şubat ç/ağladı.

 

Sözcükler sustu ve hamt etti.

 

Sessizliğin vuku bulduğu bir hüzün çeşmesinde başlıyordu suyun akmasını.

 

Dağlandı yüreği.

 

Ağlayan sadece şair de değildi hem ve itaat ettiği Rabbi ve melekleri de eşlik etti hüznüne.

 

Hüzün çeşmesi hep inledi hep ünledi hep de özledi.

 

Öykündüğü mü mevsimin…

 

Elbet sarı düşler gören yarımküresi hüznün…

 

Günü b/öldüm, hafız geceyi de ninniler eşliğinde uyuttum ve işte vakti geldi eşref saatimin aşkın ikamesi, yalnızlığın rotası ve çapkın rüzgârın içimi donduran tedirginliği.

 

Az evvel kestim saçımdaki son perçemi ve arkasını elledim saçımın: boyu uzamış mi, diye…

 

Öykündüğüm idi elbet Rapunzel’in saçları ve saçlarım örülü ve de görgülü az sonra firar edeceğim içine hapsolduğum mahzenin.

 

Yalnızlığın kayrasında saklıyım, hafız ve bil ki: aklım da başımda ölüyorum günden güne ve hala varamadığım bir nihayet elbet öncesinde hidayet yoluna uzandığım hani olur da kat çıkarım ruhuma hani olur da bir yıldıza dokunurum içimdeki dehliz ve içimdeki kaçkın çocuk…

 

Sözcüklerim yanık kokuyor yine ne de olsa yüreğin altını fazlaca açtım sonunda taştım kabımdan hem de taşkınlara mahal veren bir coşkudur benimki elbet vuku bulan heyecan ki hezeyan yüklendim illa ki öncesinde.

 

Duvar saatim durdu yine elbet içinde ben saklıyım ve guguk kuşumun da kafasını kopardım gel gör ki illa ki gagalıyor yüreğimi her şiir vakti.

 

Saat mefhumunu gömdüm şiirlere hem de dünümü yarınlara daha var vakit hani olur da çözülür dilim hani olur da kalbimin kilidini kırarım ve kilitli mevsimin kapısı hala kışta kaldım ben.

 

Günü avuttum bu gün: azıcık da kar serpişti yüreğimde.

 

Varlığımı yok sayanlara da yok tek sözüm hatta gönül bile koymadım ezelden.

 

Mektepli bir mektubum ben belki de mektuplu bir mektepli ve işte hala çocuk kalan hala öğrenme aşkına aşina ve aşikâr iken en çok da yıldızım düşükmüş elbet ben değilim bunu söyleyen.

 

‘’Sanki ölüm yoktur zulüm yoktur dünyada

Sanki bir rüzgâr gibi ferah yaşamaktayız

Sana temiz hava henüz yıkanmış caddeler

Batan güneşe karşı seninle baş başayız.’’(Atilla İlhan)

 

Ölü bir güne taziyelerimi sunma vaktidir, hafız elbet ölü bir kuşa ve ölü bir düşe de…

 

Hezimet yüklenmiş enlemleri, boylamları içimdeki dünyanın ve bir içimde bitmiş gitmiş öyküm.

 

Sabrıma katık yaptığım kalemim ve satırlara yatırdığım hayatım ki yatır meziyetinde nöbet tutmaktayım gece gündüz.

 

Maviler giyinmiş bir iklim ve ser verip sır vermediğim.

 

Külüstür bir gülüş belli ki ömrün de kaportası eskimiş.

 

Eskimeyen ne kaldı ki bir de esnemeyen?

 

Renkler solmuş da ne olmuş ne de olsa kat kat boya çekerim üstüne çatlaklarım lakin asla kapanmaz yaralar sonra da yamalarım yüreği olmadı yeniden doğarım.

 

Ölümü gör, hafız, ben nerede saklıyım?

 

Ön sözü mü olmalıyım illa ki her gün bir şiirin?

 

Yankısı mı iç sesimin yoksa yâd ettiklerim mi yarenlik eden iç sesimle elbet akla zararım bir gün yüzüne hasret filan da değildim ne de olsa gün yüzünün kendisiyim lakin gece hiç sonlanmıyor bizim buralarda ve uyku tutmuyor gözünü şiirlerin hem gözümden kaçar mı o şiirin kayıp mahlasında saklı olan hüzün bohçamla düştüm ben yollara…