Uğurlanması gereken bir gün olmalıydı
önümde uzanan en çok da belirsizliğin uğultusu eşlik eden beyin hücrelerime
zaten tüm olup biten beynimde aksediyor. Ne zamanki beynimi şartlasam gölgeler
kasıp kavuruyor ruhumu en çok da özne olmayı seven gölgeler elbet emir kipinde
saklı asal bir sayı ne de olsa en çok kendime b/ölünüyorum ve bir’e tıpkı birdirbir
oynayan ana okulu çocuğu gibi.
Saklambaç oynadığım günleri de
özlemle anıyorum ölü iklimin nefesinde kayıtlı bir tomurcuk belki de lakin açıp
solma derdinden mustarip bir gülücük çiçeği gibi elbet kalemin dokunduğu
sayfada açacak bir çiçek sözüm ona.
Mevsim beni öylesine ıskaladı ki
adeta geçen senenin tamamını hapiste geçirmenin verdiği sıkıntıyı yüklenmişim
de omzuma aheste aheste salınıyorum sonuçta göğün penceresinde kırık bir
saksıdan üstüme dökülen toprak ve bunu öylesine benimsiyorum ki:
Al sana ölü toprağı üstelik git gide
büyüyen bir mezar ve içinde nefes alan sıra dışı bir varlık gibi ara ara
uzatıyorum başımı sonra kuşlar gelip geçiyor mevsimin kayıp asasına ansızın
bulmuşçasına sancılanıyor içimdeki beyitler öyle ki hepsi cansız hepsi canıma
kast eden.
Frapan bir gün adeta elbet
eteklerinden dökülen taşlar mevsimin ve saçımın ne renge denk düştüğünü
soruyorum karşısına geçtiğim aynaya ve gözlerimi kapayıp yüzümü elliyorum.
Çığırtkan bir ses adeta aynadan bana
bağıran ve gitmemi söylüyor:
‘’Git ve kurtul ama kendinden.’’
Tanrım…
Islıklandığım yetmiyor aynadaki
cinler çarpıyor ruhuma.
Kanıksadığım ne varsa bir o kadar
boğulduğum elbet resmi kayıtlara geçmiyor verilen hüküm ve evrenin
penceresinden boşluğa atlıyorum en çok da ölmeyi dilemişken beni bekleyen günün
öncesinde ölümsüzlüğe çalım atıyorum adeta ve işte zamanı durduruyorum.
Miskinleştiğim son birkaç ay.
Rehavet yüklenmiş bir kek gibiyim
hayli fazla kabartma tozu koyup tadın acıya çalan bu yüzden koyu bir bardak
çayla ıslatıyorum keki ve ağzımdaki tadı kabulleniyorum çünkü acılar kadar acı
kekin ve çayın tadı elbet yüzümü ekşitip savuruyorum tek tek heceleri.
Günü öğütmek adına.
Ruhu da hizaya getirmek ve beden
dilime konuyor üç beş bulut.
Bense bulutlara bakıp göz süzüyorum.
Derken sağanak başlıyor ve içine
bindiğim takside şoförden hayli uzak olsam da dikkatle inceliyorum
direksiyondaki sürücüyü ve maskemle maskesi selamlaşıyor derken uçuşa geçiyor
araba artık İstanbul trafiğinde ne kadar yol alırsak. Bense beklediğimden
sakinim çünkü ütüsüz ruhuma verdiğim emirle süt dökmüş kuzular gibi için için meliyorum.
Mevsim şaşkın.
Aşkın rüzgârı hatırına içim de kuru.
Gözlerimse sabit ve gözlüğümün neden silecekleri
olmadığını düşünüyorum hele ki cama vuran damlalar ve içten içe gözyaşı
döktüğüm. Mendil almayı unutmuşum belki de elime sinen kolonya kokusu yakıyor
burnumu hala sabit gözlerim ve trafik ışıklarının da müptelasıyım.
Seğiren gözüm artık kimse bana lanet
okuyan.
Zemheri soğuğu değil şükür ki ve
mevsimin bahar mı kış olduğunu çözmeye çalışıyorum sonra vazgeçiyorum tıpkı bir
ömür her şeyden vazgeçtiğim gibi.
Birileri var mı sahi, beni bekleyen
yoksa ben miyim Azrail’i bekleyen?
Ah, üstümdeki ölü toprağı…
Silkeliyorum üstümü başımı ve içimin
ne zaman infilak edeceğini bekliyorum elbet dış ses de beklemede tıpkı trafik
gibi.
Ecel teri döken ben değilim hem ve
acele ile yola koyulduğum günün ilk ışıklarından beri uykusuz geçen günlerin
çetelesini tutuyorum bir yandan da maaşımı kaç gün idare ettirebilirim diye
içimden muhasebe kayıtlarını işliyorum bir bir deftere.
Ölgün bir gün.
Gün ışığına hasret kaldığım uzun bir
zamanın ertesinde kendimi aramaya çıkmışken yola artık kimse beni bana
bulduracak…
Elbet hiç kimse.
Yaşadığım deneyimler ve hayal
kırıklıkları derken biri sesleniyor ismimi ama kabul etmiyorum çünkü asla
tasvip etmediğim göbek ismime takılmışçasına plak ve ben hala neden nüfus
müdürlüğüne gidip de ön ismimi sonlandırmadığımı düşünüyorum.
Karşımdaki insansa aklımı okumaktan
aciz ve bir yabancının yabancılığını çekiyorum üstüme adeta bir mıknatıs gibi.
Ne yerdeyim ne gökte.
Ne arabanın içindeyim ne de bir
binanın girişinde.
Ve hayatımdan iki saat çalınıyor
elbet bu sıkıcı iki saati sindirme gibi bir niyetim olmadığı için günlük acı
çekme hakkımı bir kere fazladan kullanıp ikiyle çarpıyorum ne de olsa içimde
iki ben saklı:
Yetişkin ve çocuk yanım.
İkisi de benden birer kesit asla
yalan söylemezken kendime yalan söylediğimi sanıyorum bazen hatta eminim.
Yine de anlamadığım şeyler var.
Anlatmaksa beni yoran.
Anlattığım insanlar beni dikkatlice
dinlemeyi bilenler bir de kafamdan geçenleri okumayı bırakıp kendi zihinlerini
bana transfer edenler…
Zihnim yorgun ama.
Bedenim kaskatı çünkü…
Sözcüklerimse derin dondurucudan
çıkmışçasına.
İçimdeki sözlük ve özlük haklarımı
bir bir teyit ediyorum derken kimlik numaram derken baba ismim derken payıma
düşenler.
Kimliksizliğim ve de.
Hem de bir ömür sayısız kimlik edinip
bir de boşa düşmüşken vatandaş kaydımdaki eksiklik ile kaybettiğim kendim elbet
öncesinde mecazi bir kayboluş ardından gelense resmi bir bildirge.
Altı üstü kimlik numaramı hüviyetime
yazdırmadığım için sayısız bürokratik sıkıntı yaşadığım.
Adım ne sahi?
Kodlanan numaram ve size garip
gelecek ama ezberlemediğim cep numaram ne de olsa dans ediyor çağrılar nereden
geldiği belli olmayan.
Sahi, belli olan ne ki?
Saatler düşüyor zamanın içinden ve
zaman azalıyor.
Yaşamamsa bir mucize ve soruyorum
neden, diye ama kendime çünkü karşımda kim olursa olsun cevabını alamıyorum
hiçbir sorunun hatta ve hatta soru sormasam bile kurduğum düz cümleler yokuş
aşağı yuvarlanıyor.
Bense düştüğüm uçurumda hala
varamıyorum yerin dibine.
Sönük geçen günler ve mevsimler daha
doğrusu yıllar.
Kaybolmuş yıllarım filan yok çünkü
ben isteyerek o yılları değirmende öğüttüm ve bana verilen her öğüdü de yok
saydım.
Sihirli bir değnek aradığım aslında
biliyorum nerede saklı olduğunu ve de olduğumu ve bildirmek istiyorum insanlara
ama onlar bildiklerimi bile kabullenmiyor ve kendi doğrultularında beni yok
sayıyorlar oysaki ben yaşayan bir metabolizmayım öyle ya sadece nefes alan
sadece düşünen sadece üzülen sadece yazan sadece yaşamak da istemeyen bir
saatten sonra.
Ve bana biçilen görevler elbet
sıfatlar bir de uçuşan zanlar.
Birileri bir şeyler diyor ve birileri
inanıyor ama ben insanların mimiklerini göremiyorum artık hele ki son bir
yıldız yüzlerimize kat kat taktığımız maskeler de sonra ruhlar da kayboldu.
Oysaki kaybolduğuma inanan ben
anlıyorum ki kaybolanlar adına harcamışım ben nefesimi elbet kaybolmamak adına
yaşarken hep de sanmışım kaybolduğumu.
Güneş aksırıyor.
Bulutlarınsa burnu akıyor.
Korona denen cellatsa fink atıyor
aramızda.
Ama öncesi var çünkü ölüm dünden beri
geçerli olan tek gerçek ya da nihai varış ki ben hala yola çıkmamışken çok da
umursamamaya çalışıyorum ve beynime bir gece evvelden verdiğim emirle günü bir
şekilde tamamlıyorum ve o saçma iki saati de yok sayıyorum demek oluyor ki
biten gün sadece yirmi iki saat sürmüş hükmünü.
Asılı kaldığım taksinin arka
koltuğunda anlıyorum ki iki saatimin neye denk düştüğünü tek bilen sadece O.
O ve ben: işte rahmetin güzelliği.
Sevgiden doğan güç.
Sevecen bir evren addedilen oysaki
canımı da illa ki yakarken insanlar.
Ama sahip olduğum inancımla aynaya
yeniden baktığımda göz kırpıyorum içimdeki şaşkın çocuğa ve Rabbime söz
veriyorum:
‘’Peki, kendimi daha çok sevmek adına
elimden geleni yapacağım üstelik sen beni severken ve de senin sevgili kulun
iken varsın kimseler de sevmesin beni durduk yere ama artık bu da engel
olamayacak bu sefer kendimi sevmeme ve seni daha da çok sevmeme vesile bu ışık
ile iyi ki aydınlatıyorsun önümü, Rabbim.’’
Üstelik artık kimseden de izin
istemeyeceğim kendimi sevmek adına ki suçlu olmadığım kanıtlandı bu gün ve
öylesine bir tevafuk ki evrenin bana sunumu ve acılarımı dahi seviyorum yoksa
böylesine büyük bir aşkla asla yazamazdım.
Çok teşekkür ederim