Card image cap
Kopamadiğim hayat denen sandal

Dağınık türkülerin efkârına tuz bastığım bir de sanrı b/atağına serptiğim mevsim özürlü düşlerim.

 

Köhne dehliz.

 

Çatallı sesi iblisin.

 

Bir de körebe oynayan kör kemancı.

 

Aşkın hizaya getirdiği bir evren olamadık madem en azından lekelemeyelim aşkı ve güzergâhını bir de müritlerini aşk sancağının saçaklarına takılı iken aklım, zamansız bir sevdayı yüreğinden taşıran o sitayiş ile ölümü közünde unutan çılgın yanımın.

 

Sözlendiğim kalemle aslında hayatın şafağında doğup gecesinde kendimi imha ettiğim ve her sözümden döndüğümde şirin bir buse kondurup yazdığım her şiire…

 

Teyakkuzdayım işte.

 

Manivelası tüm yorgunluğun.

 

Bitimsiz nüktedan pasajlar aslında sarmalında hidayetin sevginin ve kelimelerin iç içe geçtiği bir de suskun bir ömrün ardından yüreğim kıbleye dönük; efkârım Rabbime ve aşkım da solumda onulmaz bir yara açmışken.

 

Balyalarca ölümlü sözcük sanrıların gazabından kurtulup ördüğüm tüm hadisler, Hak yolunda bir semazen gibi dönendiğim ve tavaf ettiğim aşkın şehri o özlemle içimdeki öznel var oluş şarkısını nadasa aldığım biteviye de tırtıklanan hüznüme muhalif sevecen ve güler yüzlü bir hikâyenin de mimarı.

 

Gölgesinden korkanların azabına binaen…

 

Ölümsüz olma istemine rest çekip de şafağın zuhurunda ben anlı şanlı bir ölü olmayı yeğlediğim ne de olsa başarısızlığın muadili ve tek tanığı iken içimdeki çelimsiz kız çocuğu.

 

Mamaların baş şehri.

 

Maganda kurşununa rast gelen bir sübyan belki de.

 

Zanların afakı.

 

Aşkın hacimsiz hacminden taşan aşkın sureti ve yenilgiye müdahil olan bir yergi.

 

Çorap söküğü gibi duygular, azizim.

 

Aşkın zan düşkünü hicvi belki de ve gösterişli bir limana demir attığım solan beyitlerin de beyaz saçlarına konan ölümlü kelebek.

 

Sol(an) yakamdaki çiçekler.

 

Çiçeklerin sonlandırdığı da bir azamet.

 

Hükmün verildiği; soruların kaybolduğu ve cevapların da muhatabı iken içimdeki soru imleci.

 

Kâğıttan yaptığım tüm kayıklar nasıl ki battı.

 

Nasıl da şafağı attı gecenin.

 

Süt liman bir koşuda ben uygun adımla yürüyüp de içimdeki emir erine susmasını öğütlerken ve içimdeki bazal metabolizma son sürat çalışırken üzülecek sebepleri kurşunluyorum.

 

Otağında düşlerimin beyaz bir müştemilat; aşkın da arka odasında illa ki yanılgı zuhur edecek ve desturu eksilmeden ömrün, şaşalı bir ölümü değil de kendi halinde bir ömrü heba edecek o devasa coşku.

 

Kıymete binen içimdeki ölülerin coğrafyası ve her yeni gün yeni ölüler ve zalimler ağırladığım aslında içimdeki güneşin üstünü örtüp sırf sızmasın diye içimden mutluluğun ışığı ben her halükarda üzülmeyi mezhep bildiğim bir de geniş mezhepli canlılardan köşe bucak kaçtığım.

 

Atılı mı yokluğun?

 

Başı kayıp hikâyenin asi/l kahramanı mı?

 

Ya, ben neye denk düşüyorum?

 

Çaprazımda hidayet; solumda yara; sağımda afakî bir gölge ve içimde buhran yarınlarımı kayıt altına almak adına coşkuyla zikrettiğim dünün muadili yeni bir hayal kırıklığımı daha kundaklarken bilinmezin güdüsünde sırça köşkümle aday iken sevmeye aslında sevginin mahiyetine sığdıramadığım gök gözlü aşkın mavi isyanına bayrak açtığım sonramı da çapulcu bir imge ile soldurduğum…

 

Kenetlendiğim.

 

Kemiren iç sesimi.

 

Sesimin duyulmazlığında haykırdığım belki de bir baş belası iken ömrün gazabından uzadığım; aşkın batağından ayrı düşmediğim ve yalın bir zafiyet ile çemkiren iblisin ayağını kaydırıp mutluluğa denk düşmeyi hicranla bellediğim ve elimi değdiremediğim titrek gölgesinde şehrin ben bir azize kadar kanatlarıma doğan güneşi de aşkla kucaklayıp içimin dehlizine bir set çekip… Ve işte minvalinde yorgunluğun, kepaze imgelerin derdine düşmeden açığa alındığım bir gök yarasıyım aşkı ırmağında biteviye yeşeren gönül bahçemde yedi verenlerden ayrı düşen bülbülü kovaladığım reçine sevdanın da kuyruğuna basan bir heyecanla dört dönendiğim ömrün kuytularında sancağımı elden ve yürekten bırakmayıp kıyametin de provasını yapan bir fırtınanın en yakın tanığı yine mil çektiğim her dönemeçte zehirli bir çöl çiçeğine taziyelerimi sunduğum…

 

Zaman hazan mahsulü.

 

Aşk belki de mutluluğun son kapsülü.

 

Batağında ömrün zafiyet geçiren bir ölümlüden çaldığım değil ödünç aldığım bir rivayet iken içine düştüğüm zakkumların her zerresinden sızan polenlerle rahmeti kursağımda takılı kalmadan hidayete ereceğim günün hayali ile yaşayıp sevdiğim…

 

Gözlerimdeki ela parıltı.

 

Zanların ağızda kalan acı tadı.

 

Aşkın mimarı iken illa ki Tanrı.

 

Sancılı ölüm;

Sancılı beyit;

Zaruri özlem

Kozada saklı ölü matem

Şimdiden gayri yarına biat

Dünkü milat ile…

 

Kopamadığım hayat denen sandalın ve aşkın koksunda miski amber sineme yasladığım kalemle düşe kalka ben hicvin ta kendisi iken gülümsemeyi de bana ve evrene armağan eden ulvi duyguların peyzajında doyumsuz yürekten saçılan namelerin nazarında nöbete durduğum her sayfa başında mimlenmiş sevgimle ben bir düş gezginiyim, azizim ve de aşka düşkün zaruri bir izlekte hemhal olduğum mevsim kadar coşkulu belki de tükenmeyen heyecanını yarınlara damga vuracak bir mühürüm.

 

Zılgıt yediğim her evre.

 

Her devre arasında dumura uğradığım.

 

Bir es dahi vermeden hayatı bir solukta içime çektiğim ve aşk çeşmesinde açık unutulan musluğun altında mırıldandığım sözcükler kadar içindeki özleme ağıtlar yakan bir bedevi olsa olsa…

 

Maneviyatın dünyasında, aşkın da tek hâkimi iken İlahi Güç, hiçliğime âşık varlığımla yoksunluğuma şapka çıkardığım çakır gözlerinde ümidin ben boş vermişliğin de afakı bir hürmetle içimi armağan ettiğim evrenin son neferi…