‘’Sonra gittin.
Birlikte kışlıkları naftalinleyecektik.
Söz vermiştim unutmayacaktım gözlerini
Bir yeşil fanila gibi ipte, alıp ütüleyecektim.
Herkese iyi akşamlar demeyi öğretecektim gözlerine.
Sonra gittin.
Çocuk oldum bir daha, ağladım.
Kaç şiir, kaç kere sular altında kaldı.
Kitaplar, aşk, her şey.
Her şeyi son bir kere daha kurtaramazdım.
Keşke nane şeker gibi mentollü bir buluttan doğaydım
Sonra gittin.’’(Alıntı)

 

 

Bir düş’ e mahal verendin aşkın arka bahçesinde saklı bir mevsimdin sen.

Darmaduman olmuşluğumun da göstergesi ve içimdeki şahikanın ölü gözleri.

Bensiz bir mecra iken dünya, beylik sözcüklerden de sakındım bir ömür ne de olsa beyzade bir iklimdim ben aşkın şakıyan sesine saklanmış büyülü bir gölgeydim büyüyemediğim ama büyülediğim ve büyülendiğim.

Ket vuransa içimdeki hasreti ve beni bana t/uzak kılan…

İnsandım.

Şehirdim.

Hani, hani, iki yakası bir araya gelmeyen.

İnsan değildim de.

Şiirdim.

Hani duygu cephesinde en ön safta çarpışan.

Hani, rutini iken sevmek kıyasıya seven.

Ruhumdu telef olan sonradan anladım.

Bedenimde hasar yoktu sadece başımın ara sıra döndüğü.

Yüreğimse hezimete uğrayan çünkü sevilmek tarafımca, insanlar için bir hezeyandı ve ben bunu da sonradan anladım.

Tek tüfektim çocukken: evin neşesi.

Bir gonca güldüm de babamın g/özünde asla açmayan belki de açmaya karar verip ansızın vazgeçen…

Büyüdüm mü sahi yoksa insanları mı büyüttüm gözümde?

Büyülü bir masaldım ben.

Büyücü de ben anlatıcısı da ben asla da tamah etmedim başka masallara ve mademki masalı yaşayan bendim duygularımı da yaşatmalıydım ve üstü örtülü hayatımı gün ışığına çıkardım…

Yıldızdım ben.

Gülümseyen bir gül.

Masalımla savsakladım dünümü ve önümü kardım ve bilmezken pek çok şeyi anlamıştım ki; ben en çok Mevla’mı sevmişim: O da beni aralıksız koruyup kollarken.

İşte resmediyordum her an’ımı her anı’mı.

Haletiruhiyemde saklı ne varsa bazen olağan dışı.

İçimde saklı bir ırmak bazen kuruyan bazen taşan ve bentleri aşan.

Hırpani bir gölgem varsa misal ve ben gölgemle dahi kavgalıyken…

Derken şiir yazmaya başladım.

Yetmedi.

Hikâyeler yazmalıydım ve yazdım da.

Nice deneme nice mektup ve hepsinin ucu yanıktı ve bana ulaşmadığı takdirde ne yazdığını bilemediğim oysaki yazan da bendim ve yaza yaza aştım dağları tepeleri ve içimdeki ova yüreğimdeki şelale belli ki insanlık bunca sıkıntı ve dertle bozguna uğramışken ben yaşamak ve mutlu olmak için sevmeyi seçmiştim.

Seçilmiştim de üstelik habersiz iken kendimden haberler almaya başladım.

Hazandım.

Pür-ü pak.

Sazandım.

Nasıl da kandığım yalanlara.

Sızandım yürekten.

Sızandım gece gelmeden.

S/üzendim ay ışığında ve yıldızlar çakarken gözlerimde.

Sevdalı idi yüreğim nerede ise aşka âşık.

Şirazesi kayan insanların durağıydım sevgimle onlara katık ettiğim yazarak kattığım aslında ruhumun kat izinde saklı iken sözcüklerim ve kardığım imgeler bazen geceye tutsak ve işte özgürdüm ben sevip de yazarken…

‘’Ölünün bile bir
rengi vardır ama derimin rengi yoktu. Belki çürüyen bir kentin
rengiydi bu. Çürüyen bir dünyanın…

Adımdan gayrısını bilmiyorum.’’ (Alıntı)

Demişti şair de ben onunla aynı fikirde değildim.

Çünkü şehir çürümüyordu bilakis günbegün semirip alazlanıyordu.

Rengim de vardı üstelik:

Alabildiğine beyaz ve hayli pembe ve işte mavide çekiyordum ben kürekleri çünkü göğün kızı ve yıldızıydım ve uçuşan eteklerim konduğum tek tek bulutlara ve ufuktu kırmızıçizgim: kiminin ‘’unut’’ kiminin ‘’umut’’ dediği…