Ne rengin ufkuna vakıfım ne de içimde kalan ukdelere sadıktır mizacım bense bahşedilen ömre d/okunmanın verdiği hazla ve de hüsranla yaşıyorum.

Sözcükler cumhuriyetinde sürüyorum saltanatını ömrün ve dünde kalan nidalardan asıyorum kendimi içimde beslediğim darağacına.

Ağıtlar yaktığım ne ki ağladığımın yanında yağan yağmur ne ki…

Ah, kıymete binen yalnızlığım.

Ah, sevdam ve yüzölçümüm ve yüz görümü şiirlerim.

Mevsimin ektiği mealimin de titrediği bir boşlukta saklıyım ve naralar sökün eden kalemin g/izini sürdüğüm ve içimde saklı o boşluk hani olur da şiirlerimle hoşluğa döndürdüğüm.

Muteber olan elbet sevgi ve matem ve hüzün ve coşku…

Ah, sırra kadem basan mutluluk bense sekiyorum atlas yüreğimden etrafa saçtığım kıvılcımlarla yakıyorum gecenin narında saklı s/onsuzluğun ateşini.

Hayallerim ve ben hamt ettiğim.

Hazanın çapkın gülüşüne kanan bir kuş gibi kanatlanıyorum hangi Allah’ın kulu gülse yüzüme arkamdan söylediklerini ve söyleyeceklerini de bile bile…

Bilediğim bir bıçak adeta kalemimin nur topu sağdıcı.

Nankör iblisin şerrine lanet okuduğum ve de yeryüzünde sürgün edilmiş mazlumlara ettiğim dualar kadar biliyorum hayatın beni kıyı köşe savsakladığını.

Münferit olan duygularım var kambersiz düğün misali.

Müdavimi olduğum yarınlar ve sözcüklerimin ikbali.

Sırdaş imgeler var bazı bazı isyan eden.

Sarhoş bir küheylan gibi acılar var raks eden.

Rıhtıma yanaşan vapur şehrin sevdasına tanık.

Limanı olmayan şehirlerse bana uzak ve de denizler boyumu aşan dalgaları ile duygularıma tuzak belki de tutsağı olduğum duyguların ambarında aralıksız gagalarken sözcükleri biliyorum de kendimi bir arpa ambarında saklı tuttuğumu.

Hümayunu sıfatların ve fedaisi yalnızlığın ve şiarım iken aşk ve hüzün özlemin dibine vurduğum kadar da kendime yabancı ve düşmanım.

Şehir suskun bu gün.

Kalem küskün.

Gülgün sözcüklerse yazmadığım kadar ölgün.

Sıfatlar batıl.

Aşk atık adeta.

Atıl yüreğimde saklı tuttuğum o sözcük iken sık sık telaffuz ettiğim veda.

Hangarı mevsimin hemhal olduğum yağmurun idamı iken yaşımdan akanın değil yasımın atarında saklı iken gem vurduğum duygularım ve ihbar ediyorum ruhumdaki münzeviyi ve geceyi.

Müzmin bir sevdanın izindeyim ve yalnızlığın güvertesinde çalım atıyor miçosu aşkın bense kaptan köşkünde terk etmediğim gemimden sağ çıkmayacağımı bile bile mutluluk hayalleri kurup sevinçle şarkılar söylüyorum.

Hüznün bakracı ve hazzın ölçümü en çok da muadilim iken gecenin iz düşümü ve sevecen nazarıyla meleklerin akıl meleklerime soruyorum da anbean:

Neden ben?

Meylettiğim şu rüzgârda asılıyım ve cevabımı alıyorum boşluktan:

Kaderini kabullen ve yaşa yasını varsın yasa belle tüm acılarını…

Hüküm bir kere verilmişken ve küf kokarken matemim bir ritüel bildiğim döngüyü çekiyorum içime ta derine tek nefeste ve dünde saklı ölü nefsime yeniden toprak atıyorum bir kere daha dirilmesin diye.

Diri bir hüzün sağanağı yolumu kesen bense dingin bir minval belliyorum yaşamı ve muradıma nail olamadığım kadar marazi duygulara verip veriştiriyorum titrek sesinde gecenin titrim bildiğim hüznün dilinde seken bir hece iken kâh gam yüklü kâh aşk bildiği ömrü şerit değiştirmeden saklı tuttuğum kadar sol anahtarını biliyorum da aslında sanıyorum ruhumdaki sol çekmeceyi açacağımı ve solan güne nazireler yağdırıp sağdıcım kalemimle kazıyorum mezarımı.

İhanet erbabı iken insanlar ben insan kalabilmenin kitabını yazıyorum kimine göre hayallerimi ve hüznümü dürüyorum kürediğim sitemden sekip kandığım insanlara aldanıp karambole gelen ömre taziyelerimi sunuyorum.

Patavatsız bir sağanak misali tasa yüklüyüm ve ruhuma peşkeş çekilmiş dünümle iştigal ben hala halamın öldüğü yaştayım ve hızımı alamayıp tosluyorum yeniden kendime.

Metruk bir hece iken giz.

Meali ölüm kokan sürdüğüm o iz.

Mendebur karganın leşe dadandığı değil sevdalı kumrunun eş bildiği aşkı ve aşamadığım eşiği de geçip hüznün beşiğinde sallanıyorum.

Muaf tutulduğum hayattan alırken öcümü biliyorum da göç mevsimine yakalandığımı ve reel dünyaya bakıyorum da sanal âlemde şiirlerimle ve öykülerimle esiyorum rüzgârın teninde saklı bir dua iken yaşamanın şarkısını söylüyorum denk düştüğüm sessizlikte sarı kaftanıyla güneşin pırıltılı gözleri ile mehtabın ve üstüne konduğum bulutun da pimini çekip gözden kayboluyorum o ihtişamlı esintinin bir numaralı müdavimi iken hüznün keşfe çıktığım edebiyatın sihirli dünyasında sel olup akıyorum hece hece.

Aşkın şiarı şiirlerin.

Lenduha eşyaların karanlığında kayıp bir ruh gibi.

Metruk hanelerin ihtimamla sakladığı bir katil gibi…

Ve evet, ben iken yaşadığım hayatın yaşattığım kadar da kederimi hiç yaşamadığım kadar da yaş alıp yas bürünüp yeşeren gözlerinde ilhamın kalemin tetiğine basıyorum ansızın ve bum…

Yeniden doğmanın izini sürsem de günbegün yazdıklarımla biliyorum da içimdeki çocuğun katili olduğumu ve insanlar bildirdiği kadar kabulleniyorum hala masum kalabilmenin sevdasını ve izini sürerken göç takvimine bir çentik daha atıyorum yılmaz bir eda ile ve savaşı kazanan bir muzaffer komutan vasfıyla kendimle verdiğim mücadelenin sonlanmayacağını da bile bile hala mutluluk nidaları savuruyorum sağıma soluma ve küskünlüğümle nankör eşrafıma şakıyorum bülbül gibi, gül vasfıma teğet geçen her acıda solmaya ve de yazmaya doyamazken bilsem de katilin kendim olduğunu kendimin…