‘’Yalnızlık
hiç de tanrısal değil, görkemli değil. O yalnızca geçmişle
gelecek, ölümle yaşam arasında kocaman bir karanlık nokta.
Geçmişi ve geleceği olmayan, ölümle yaşam arasında irinli bir
leke yalnızlık denilen…’’(Alıntı)

 

Bir öğreti değilsin sen

Bir öykü asla değil

Hemhal olduğum yalnızlığın kulvarında

Seken bir taş misali

Kâh taçlandırıldığımım

Kâh taşlandığım…

 

Hibe ettim içimdeki çocuğu

Hazzı büyüktü ölü öfkemin

Sığındığımsa anne duaları

Şiirse aşka namzet

Şehir ölüme tezat bir ayrıcalık sunarken

Bir Hint Fakiri gibi eğri oturdum sözüm ona

Somurtandı içimde taşıdığım yasım

Yasa mahiyetinde odaklandığım

Şu boş ve bakir sayfaya

Aşkın hicretinde doğduğum

Özlemin bataklığında atak geçirdiğim

İrdelenesi ölüm kadar gerçek her şey

Ve de çok ama çok geç

Ölümsüzlük filansa hikâye, azizim

Yâdı dünün belki de en değerli hazine

 

Teslimiyetim kadere istifli dosyalar aklın alt çekmecelerinde saklı kayıtlar.

 

Daha dün gibi nemalandığım yalnızlık

Asla ulaşamayacağım yakası şehrin

Hutbeler ve kubbeler serkeş

Gönül rotamsa nasıl ki ait bir dervişe

Tek geçtiğimdir elbet ölüm ve yalnızlık

Takvası ömrün

İadesi imkânsız artık döşediğim yolların

İade-i itibar ise kaldı başka bahara

Mademki açtık kapısını güzün

Ah, gül yüzlü sevgilimsin sen, biricik gül’ üm

Adağım ve azığım ve rızkım

Ant içtiğim üstüne namusumun

Elde ne kaldı ki ondan başka?

Aşkın şiarı iken özlem

Ah, bir de kalanlar gitmeden önce ölsem bir tanem…

 

Hizaladığım bir tanrısın sen, ey ulu yalnızlık.

 

Perçemi yok artık gecenin gün ise geçkin bir kadın gibi kabrine koşarken nasıl da patavatsız ve hızlı.

 

Benzememeye yemin ettim başkalarına simamsa tanıdıktır eşrafın nazarında yitik bir cümleyim ben ve öyküsü yarım kalan yaslı adasıyım zamandan mekândan bağımsız aykırılığımsa doz aşımı bir kehanet.

 

Sevici gölgeler kadar ayıp mıdır söyle yazmak ve yaşamak?

 

Söyle, zincirlendiğim sandalyemden kalkmak da mı yasaktır yasımla aldığım yaşım ise kabul görmüş bir yasa mahiyetinde içimde saklı o devasa ayraç insanlardan uzak kaldığım kadar kendime yakın kendime düşman içine düştüğüm bir kuyu belki de arzı ve garbı aşkın bilinmeze denk düşen özlemin meali…

 

Düşkünlüğüm belki de her müşküle düştüğümde meşgule veren yaralı ve eski bir telefonum ben yalnızlığın vakitsizliğin yaslı adada kaç paraya satıldığından da haberim yok iken…

 

Yandaşım şu zehirli kalem…

 

Tütün kokan geceye beddua ediyorum aslında içimdeki iklim tekerrür ederken ben azat edilmeyi bekliyorum umarsızca caka satanlara altın tepside sunuyorum yüreğimi ve yağmalanmaya meyyal yandığım kadar yakıyorum yazdığım tüm şiirlerin ucunu ve yangın büyümeye başlıyor:

 

Her gün bir şiir dikiyorum yakama ama dokunulmazlığı var şiirlerimin ve okunmadığı kadar yalnızlığıma kat çıkıyorum kentsel dönüşüm geçiren yüreğimde mıhlanıp kalmış imkansız aşkların ve yalnızlığın taziyelerine eşlik eden o yaşlı ve dul kadının da akıbetini merak ediyorum.

 

Yalnızlık had safhada.

 

Yâdım elbet dünüm.

 

 

Yârim elbet içimde saklı bir giz.

 

Aşkın balta girmemiş şiirlerine kılıf geçiriyorum ve benim bir mahlasım yok bir o kadar da çok ismim var dileyen süslüyor ismimi söylerken dileyen küsüyor bildiğim kadar da ölüm için çok erkenken…

 

Ergen dünyam yasta çünkü içimdeki çocuğu öldürdüm.

 

Hesap verdiğim kadar da ahvalime ben artık bir anneyim beni defalarca doğuran kadına duyduğum büyük sevginin ve de hüznün telvesiyim…

 

Bir içimlik olsa da şiirlerim aslında bir ömürlüktür şiirlerin verdiği muhtırası ve işte kapısından kovulduğum köylere muhtar olarak atandığım…

 

Meziyet addedilense asalet elbet sessizliğimde saklı şiirlerim.

 

Elbet şiirlerimde saklı kendime duyduğum hasretin…

 

Ve hasretin g/izinde temenni ettiğim kadar ölümün de darası iken kalemimle fink attığım yaşlı rüzgâra da verip veriştirdiğim ve yasıma muhalif iken o ölü çocuk.