‘’Yazmak da zordur aslında. Bazen sadece yazıdan ibaret
olduğumu düşünüyorum. Yalnızca yazıyım. Seni de yazıya katıyorum bu yüzden.
Başka bir yerde nefeslenmek mümkün görünmüyor. Her yer benim dışımdaki şeylerle
dolu çünkü. Ben sadece harflerin kimsenin bilemeyeceği birlikteliklerine
sarılıyorum. İçimde hiç dinmeyen bir rüzgâr. Ben hep seni düşünüyorum.’’(Alıntı)
Birer düş çürüğü adeta imgelem yüklü hatıralarım ve kimlerin
hatırına hatıralarıma resti çektiğimi hatırlayamıyorum asla…
Demir bilekli leydi ve yer gök ıssızlığa esir.
Sözcükler tek lüksü olsa bile insanın ne ki ne de olsa tüm
hayaller kurmaca ve tüm şiirler kurgulu bir zemberek.
İfa etmekten öte.
İfşa etmekse dinmeyen bir öfke.
İdare lambasında yürütülen sür-git bir savaş.
Islahevinde yankılanan çocukluğum oysaki ben ailemin gözünün
nuru bir uydusuydum da ulemanın aşkının haşmetinde irdelenesi öykülere yataklık
yapan bir şiir gibi gözlerimi diktiğim karanlığın benden çaldıklarından da
fazlası…
“Aniden gitmek muhteşem bir şeydir. Daha muhteşem olanı
ise asla geri dönmemektir.”
(Alıntı)
Yaşam bir şiirse eğer ki ölüm yazılası ölü nefsin bitimsiz
isteklerine eşlik eden şairin yazmaya doyamadığı nesridir ölümün ve cenkte
saklı kıyamet öncesi bir soykırım bilinmeze gark eden bir çeviridir aslında
ölüm en çok da ölmeden ölmekle iştigal ise şair ölümü çok sever ölüm de onu gel
gör ki dünya ile yıldızı asla barışmamış bir güneştir şaire musallat olan o
musalla taşı.
Hırpalanmış göğün yelloz esintisiyim.
Aşkın idamesinde aykırı bir düşüm ben…
Ey, sevgili ölüm, az daha yaklaş enseme
Sen ki acımasız olan değilsin
Sırtımdan yediğim hançerlerin açtığı yarığın yanında
Usul bir şarkısın sen babama duyduğum hasreti
Sonlandıracak bir ayrıcalıksın
Aşkın ayracı bellediğim
Özlemin de sarnıcı iken
Ah, içimde dinmek bilmeyen isyan
Ve geç kalmışlığınla artık esir etme beni
Esefle yaşadığım kadar
Araf’ta saklanmaktan da haz etmediğim bir kader
Kederi yüklü bir bilanço
Keyfe keder
yaşamadığım kadar yıllar
Sen bir meşalesin,
ayrıcalığımsın ölüm
Azrail ise mesai
arkadaşım
Yazdığım her şiirde
gücümü aldığım
İlham perimin dahi
karşılıksız aşka düştüğü
Bir iddianamesin
sen, Azrail.
Asası ruhun
Azadesi göçün
Aykırılığın da
yasası iken yazmanın kanunudur
Sevmek çok ama çok
sevmek
Ve ben en çok ölümü
sevdim bir ömür
Ölenlerin ardında
beklerken semtime uğrayacak son treni…
Nakkaşıyım aşkın
madem ölümsüz olmalıdır demenin de ilkesi iken sevmek…
Mührü zamana
uğrayan bir illet.
Ehliyetimi vermedi
gitti başıboş düzenek.
Hazzı değil yaşamın
köpüren öfkesi fincanda esir tutulası kahvenin telvesine bandım ben ömrü ve hep
şekersiz içtim ben aşkı hep tuzlu sevdim gölgemi en çok da yaşlarımla
yıkandığım ve yağan rahmete sevdalandığım…
Ey, ulu Rabbim
mademki baş verendi aşk ve mademki kavuşamamaktı aşkın yasası yasımı da yasa
bellediğim aldığım her yaşı cüzdanımdan düştüm:
Büyüdüm ama
küçüldüm.
Büyüttüm de yazmaya
doyamadığım fermanı.
En çok da insanları
büyüttüm gözümde ve feri söndükçe insanlığın neferi kılındığım ıssız kalabalığın
boyutsuzluğuna serildim ne de olsa tecrit edilmiştim yaşamdan…
Metazori bir buhran
misali.
Akışkan hüznün
kerameti.
Aşkın nüfuzu ve
özlemin de serveti…
Yazgıma sevdalı.
Yatak döşek şiirler
ve işte şapkası güneşin gözlerim ışıdı ruhum soldu bedenimde hepten dar
gelirken kalbime.
‘’Her şey için çok
geç…’’(Alıntı)
Bu minvalde
hiçliğime d/okunmakla içlenmek arasında gidip geliyorum ne de olsa çürük düş
renginde benim gizli öznem ve sevap kazandığım kadar da günahlara bulanmış bir
dünyalıyım elbet genel kabul görür mahiyette olmasına rağmen bu dünyaya ait
olmadığımın da farkındayım…
Geçkin bir gün
Eylül’e göz kırpan…
Acı eşiğinde
belleğime yüklediğim dosyaların ve okuduğum tüm kitapların infilak ettiği bir
gün.
Sözcükler doğurgan
olan mı yoksa ruhum mu yanlış yollara saptığı gibi kimi duyguyu haddinden fazla
abartan…
İstişare edecek
gücüm kalmadı artık mevsimle…
İbrazımı sundum
kadere ve nefsimi de tıktım o karanlık mahzene yine de karnımın acıkmasına
engel olamıyorum ve bayat ekmekle geçiştiriyorum öğünlerimi en çok da
öğretilerin eşliğinde beşik kertmesi bildiğim umudun da yakasına yapışıp…
Gizil bir tarifeyim
ben bol ölçek yaşla yıkanan sözcüklerim ve bir kaba döktüğüm imgeler
haletiruhiyem ise isyankâr minvalde bir dolup bir boşaltıyor gönül denen tasın
da kulpunu takacak yer aramaktan kendimi unutuyorum.
Peki, hangisi daha
kötü?
Unutmak mı
unutulmak mı…
Pekişen hasretin
bir rivayet olduğu gerçeği ile en kabul görendir sanırım kendini unutmakla
iştigal bir benliğin bir belleğin yarasının ne bir ömür ne de iki cihan dolusu
zamana yenik düşmeyeceğini ve kapanmayacağını bilmekse nasıl da aşikâr bir
isyan efsunlanmış belleğimin de tek çekincesi yok iken en çok da alt belleğin
tüm dünyaya kafa tuttuğu yayımlanmamış dosyaları ve kilitli çekmecesi…