Düşlerin tekelinde, gerçekleri teğet geçtiğim ve sancılı bir gün doğumu:

Şafak ertesi yolunu gözlediğim.

Göğün bitimsiz saltanatı bense aş eriyorum ışığa ve de köşede unutulmuş bir lamba gibiyim: ferime sadık neferi olduğum hayal dünyası ve de kefil olduğum gerçekler.

Muntazam bir seyri var sözcüklerin ve de dipçiği kalemin aşkın aryalarında aşina olduğum kadar yalnızlığa ve hüzün pencereme konmuşken bulutlar.

Artık bir kuşa öykünmüyorum ve artık penceremize kuşlar konmuyor.

Kuşun kanadına yağan kar.

Karın tesirli olduğu dağlarda cirit atan ölü ruhlar.

Öyle ya: bedenini terk eden ve Araf’ta kalmayı dahi tehir eden.

Uzun uzadıya bir masal anlatmak istiyorum her öğün atladığımda göğe konduğum.

Kısasa kısas diyenlere bakıyorum da ve kısa kesiyorum masalımı.

Kuşkonmaz beyitler saklı içimin hicranında ve kuş gibi çırpınan yüreğim.

Beylik bir tezahürattan çok öte aşkın kıblesinde sır tutan aynaların kırık ruhları.

Kiminin ruhu ölü kimininki kırık.

Kırkladığım kadar acıları kıtlıktan çıkmış gibi sevdiğim insanlar.

Sevgi arsızı addedilen çocuk yüreğimde saklı ne çok resim ve tayini çıkmış bir öğretmen gibi mutluluktan havaya uçuyorum.

Emsalsiz boşluğun sonuna geldiğim ve hoşluğun da tezahürü iken yüreğin kubbesinde saltanat süren bir padişah gibi takındığım tavır ve muzaffer benliğimle nidalar ekiyorum toprağa ki.

Üstümdeki ölü toprağı aralıksız kulp takıyor ruhumdaki coşkuya.

Ötenazi yapmayı dilediğim beden dilim ve de dilemması sözcüklerin kimse kırk satır gelsin de beni doğrasın, diye voltalar atan içimin dik yokuşlarında evhamlı bir anne gibi çocuğum her hapşırdığında dünyasının yıkıldığı ya da yere kapaklanan dizlerine çocuğun çiçeklerle pansuman yapan.

Derdest edilmiş bir ömrün son kırıntıları.

Berhudar olmasını dilediğim iklim ve de.

İhbar etmek adına sürekli gidip geldiğim bir tünel ve de asla adrese ulaşamadığım ve ben defalarca mektup yazıp posta güvercinin yolunu gözlüyorum ama…

Haberinden evvel kendisi geliyor ve işte kapılarda karşıladığım gönül çeşmem aralıksız ç/ağlarken hüznüme sirayet ediyor göğün pembe teni.

Yanaklarım da pembe.

Düşlerim de.

Yankısı duyulmayan sesim ve inhisarında mevsimin devas bir çentik atıyorum gök kubbeye.

Arzı endam eden gün ve müjdeli haber…

Dedim ya: haberinden önce kendisi geliyor ve ayaklarının altına kırmızı halı seriyorum güncesi unutulmuş bir varlık olmamdan ziyade güftesi olduğum ömrün asılı olduğu o tek kelime:

Elbet sevgiyle şerh düştüğüm.

Elbet masalımın henüz sonlanmadığı.

Elbet yetim cümlelerimde noksan olan şeylerin beni tarumar ettiği ve hayatımın son zamanlarında yaşadığım tek mutluluk…

Ve de işte ayak sesi duyulmasa bile bin bir sezi ile beklediğim ulaşıyor adresime.

Günümü ömrümü aydınlık kılan çok başka bir esinti adında hüzün kokan bir çiçekle adresime ulaşan.

Posta güvercininden evvel geldi dayandı ya, kapıma ölsem gam yemem ve atıl yüreklerde seken kör kurşun gibi ruhuma saplanan acının izi hali hazırda silinmemiş olsa da biliyorum ki: hayat mucizelerle dolu ve o mucizenin adı şükürle eşleşip arşı alaya çıkıyor mutluluğum en çok da şükre doyamadığım sabrı da eksik etmediğim o çok uzun süren zamanın hemen bitiminde haneme güneş doğuyor çok zaman sonra ümidi kesmeden el pençe divan durmuşken çıkacak son karara mademki Rabbim, ‘’ol’’ dedi…