Renklerin en âcizisin sözcüklerin de
en derbederi.
Issızlığımı ıslıklayan ruhun goncası
sevginin döngüsü hasrete gebe şiirlerde saklandığım kadar yalnızlığımı tefe
koyanların hengâmesi…
Bildiklerimi unuttum şu son bir
yıldır bilmedikleriminse faizini ödüyorum günbegün neşreden yeni söküklerinde
ömrün, batıl düşler gezegeninde nal topluyorum arkasından gidenlerin…
Gitmeyenlere ise aldırış etmeden
yaşamanın güftesini yazıyorum sözüm ona seyyah kalemimle yordadığım her yeni
günde her yeni yenilgide saf tuttuğum ne var ne yok sancılı zamanlarda
günahlarımı döküyorum.
Kalender meşrebiymişim meğer döngünün
saf altın olsa kalbi ne ki sanrıların yükünde mevsimin yükümlülüğünde sararan
yapraklara bakıyorum da men ediyorum kendimi sararmamak adına.
Gündüzün seyrinde geceyle hemhal…
Gecenin sessizliğinde uyandığımda
nadiren hatırladığım rüyaların çetelesini tutuyorum.
Zamandan arda kalan tek salise ki bir
asra bedel…
Yürekten kopan mevsimler ki: kibirli
ruhların dans ederken ayağıma bastığı.
Koyuvermediğim kadar kendimi
konuyorum en tepeye ve işte kuş bakışı yaşadığım hayatın her kuşluk vaktinde
düşüyorum yollara…
Bir darphane adeta mevsim aralıksız
basarken yeniden hüviyetimi damgalı bir makbuzda saklı rakamların aş erdiği
hanelerde eremediğim nihayete yaslıyorum başımı her ağladığımda içime akan her
yandığımda sözcüklerin daha da deştiği tenhalarda saklı gurbet acısı belki de
yüreğimin en çok da içim kıyılırken kıyama duracakmışçasına cenk ediyorum
cebbar gölgelerle…
Yetemediğim bir cihan tütsüler yakan
büyüler yapan.
Yatamadığım bir döşek adı kabre denk
düşen.
İzahı da yok hani gaipten gelen
rahmete doyamadığım.
İnkârı da yok hani: sessizliğin
hırpaladığı o gürültülü sokaklarda sadece Rabbime ve kadere teslim olduğum…
Manen tutuklu bir mizaç kendimden
kendime yollar döşediğim.
Maddi anlamda verdiğim kayıpların
sökün ettiği hırpani bir yokuş hem dik hem diklendiğim hem direttiğim genelde
yokuş aşağı frenleri salıp da ölüme teslimiyetim…
Yağdıran rahmeti yüce Mevla.
Yağdıran gıybeti ve hakareti beşer
denen canlı.
Ki…
Yaratandan dolayı yaratılanı
sevdiğimden midir ne: gazabı yalnızlığın bazen dalya dediğim kaçıncı ölümüm ise
ruhuma işkence eden sessizliğin ve insanların tepkisizliğinde ezilen yüreğim ve
görünmez iken ayak izim…
Tahayyül dahi edemediğim yorgun
zamanlar.
Tebessüm ektiğim tereddüt biçtiğim
sapa yollar.
Mihrabın gölgesinde ve mizacımın
bitiminde şerh düştüğüm kadere oynak şarkıların oynak şarkıcıların sanatları
icra ettiği şu ahir zamana b/akıyorum da sadece elimin kirini akıttığım kadar
alnımın akıyla yaşayıp ölmenin gerçekçiliğinde varsa yoksa Rabbime sığınıyorum.
Renklerin en hası…
Haizi olduğum hiçliğin bekası…
Güneşte kuruttuğum gözyaşı.
Bir melankoli filan da değil hani
sadece yaşarken katsayısının kendiyle çarpıldığı kadar gerçekleri ve
gerekçelerini boca ettiğim ve kefil olduğum dürüstlüğün bir dirsek dürtüsü ile
baş aşağı olduğu.
Başa alamadığım bir film gibi yas’ a
düştüğüm.
Başa aldığım kaderin olacakları tayin
ettiği bir yasa gibi tüm kurallara uysam da hak ihlali yapanlar yüzünden dara
düştüğüm…
Uykulu gözlerimde seken pırıltılar
bazen yağmalandığım.
Uyumsuz addedilen mizacımla teslimi
olduğum prangaların hali hazırda bana yasakladığı mutluluğun rakımını
kondurduğum şehir girişinde tabelalarda sadece yokluyorum nabzını insanların ve
şehrin hani bir fazla bir eksik kimin umurunda olabilirim ki?
Zimmetli olan yalnızlığın kılcal
damarlarında atan bir pıhtı gibi duygu akışında kendime engel tanıdığım
tanımadığım her gün her an sadece muğlak bir gidişatta sıramı savmaktan başka
da gayem yok iken…