Card image cap
Doğduğun ev kaderi̇ndi̇r

D/okunur d/okunmaz depara kalkacak bir cümle belki de sevgili Oğuz Atay’ın kitabı gibi bir eylembilim arayışındayım belki de içimin muhtevasında raks eden bir hayalin peşine düştüğüdür bir yudum suda boğulma ve aşık olma ihtimalini göz önüne aldık mı.

Ve işte makamsız şarkıların peşrevinde kaybolmakla ilintili ve ben derin bir sükunete odaklanmışken kapalı perdelerin oynaştığını görüyorum elbet içine düştüğüm bu uğraş bazense tanımsızlığın başlığında sözcüklerle olan gönül bağım…

Derken o ç/ağrının saplandığı belki de gecenin ayazında donmuş bir kuş olma ihtimalimle ötmeyi ihmal etmişimdir en çok da ağaran saçlarında ölümün ağrıma giden bunca   alay.

Alayına selam vermek mi?

Alayına sessiz kalmak mı?

Hele ki ilk öğreti sizin susmanız gerekliliği ile doğrudan ilintili ise.

Kucağımdaki sıcaklık sanırım içimdeki beyhude arayışın fısıltıları eşlik eden elbet içim de dışım da tıklım tıklım iken: neyle mi?

Azıcık farklı olabilir hani sizinkinden ne de olsa her insan şahsına münhasır eh, biraz da aykırı oldu mu insan.

Cepleri yok üstümdeki giysinin aslında içine girdiğim giysinin bir rengi de yok sanırım ben de fazlasıyla görünmezim yine de oynaşan perdelere ilişiyor gözüm ve ta çocukluğuma gidiyorum: ne demişler hem?

‘’Doğduğun ev kaderindir.’’

Azıcık uzağında kalamasam da uzun yıllar ayrı düştüğüm canım evim gerçi ben kendimden bir ömür ayrı düşmüşken ve şimdilerde yazma eylemi ile kendime kavuşmuşken.

Çocukluğun saklı masumiyeti elbet yetişkin kimliğimde saklı en özel detay ve laf olsun diye de çocuk kalmadığım ve pervazında yüreğin hala içime soktuğum ay ışığında göz kırpan o eda ile:

‘’Ay dede ay dede…’’

Okumayı öğrendikten sonra yazdığım ilk saçma şiirin başlığı elbet ve her gece misafir ettiğim sevimli dolunay adeta bir ikaz ışığı iken çevredeki yıldızlar ve ben bir yıldız olduğumu illa ki inkâr ettiğim.

Sanırım aynı yaşlardayız rahmetli halamla ve babaannemin ailesindeki kayıpların sonuncusu:

Öncelikle dedemi yolcu ediyor: gazi unvanıyla ve tek bacağı ile fazla dayanamıyor hayata ve çok güzel de genç karısı ona layığı ile eş olmanın hatırına her şeyi kabullenmişken ve en net hatırladığım sıfattır babaannemle ilgili kim konuşsa ona, İstanbul Hanımefendisi diye hitap etmeleri ve babaanne torun birbirimize çok da benzediğimiz gerçi hanımefendi lakabı nasıl bir mantıkla uyuşuyor anlayamıyorum ama…

Yıldız Halam ve minyon gövdesi doğuştan delik kalbi ile zar zor erişiyor yedi yaşına öncesinde, ağabeyi yani babaannemin büyük oğlu onun öncesinde de dedemi toprağa veriyor derken kala kalıyorlar babamla bir başıma.

Ne zaman evin salonunda otursam ve ne zaman pencerelere ilişse gözüm ilk aklıma gelendir çocukluğumda babaannemle oynadığım oyunlar ve perdenin arkasına gizlenip sözüm ona görünmezliğe büründüğüm belki de aynı duyguyu bana hala yaşatan hele ki rüzgârda uçuşan perdelerin arkasına bu sefer babaannemin saklandığı.

Gözünü sakındığı torunu ve hayat hızla akıp giderken eriştiğim yaşta hala olgunlaşamadığımı görmek bazen yakıyor canımı ve hala nasıl oluyor da çocuk yanımı kolluyorum aklım almıyor.

Aklımın almadığı tek bu da değil hani.

Zaman yiterken ve gerçekten insandan da çok şey götürürken ve illa ki birileri bir yerlerimden çekiştiriyor hatta okulda saçımı çeken sınıf arkadaşlarımı görüyorum bazen rüyalarımda ve unutulduğumu duyumsamak çok acıtıyor canımı.

Ölen ve yitenler bile unutulmazken, insan hayatta iken vefasız dostlarının unuttuğu biri olmak ve ben unutmamaya yeminli hele ki sahip olduğum nadide dostlarımı gözümden sakınırken.

Sevmek aslında mucizenin ta kendisi ve bahşedilen üstelik kendimi bildim bileli ve kim ya da ne olduğu fark etmiyor asla.

Bazen rast geliyorum söylemlere ya da okuduklarımda insanların sevginin illa ki bir karşılığı olması gerektiğini vurguluyor ki akla zarar.

Yok, yok, benim akla zarar ve asla da sancılı ve sanrı yüklü olmadı çocukluğum ya da oldu mu da ben bunu farklı algıladım?

Rahmetli babam çok zor bir insandı bizleri çok zora sokan ve annem hayatı hep kolaylaştırdı bizler için ve…

İçimden gelmiyor devamı ve ben hep ne mi yapardım?

Okuldan gelir gelmez odama çekilirdim ve en sadık dostlarım hatta sahip olduğum tek dostum iken kitaplarım: a, evet, bir de hayali arkadaşlarım üstelik lise çağlarında bile gerçek arkadaşımdan çok fazlaydı onlar. Sanmayın ki; gelişen bir paranoya ya da halüsinasyon ki en çok müzik dinler ve dans ederken kendimce eşlik ederdi onlar ki hala da hayal kurmayı sevdiğim için sanki hayatı biraz kolaylaştırıyorum.

Terk eden ne çok insan oldu akabinde:

İlkokul bitti ve kolej sınavlarını kazandım ki sayısız sınıf arkadaşımla aynı okula kayıt olduk ama onlar beni hep görmezden geldi ve ben asla bunu sorgulamadım üstelik tedirgin bile olmadım ve sadece safça sevmeye devam ettim.

Derken kolejdeki sınıf arkadaşlarım ki üç farklı sınıfta öğrenci oldum çünkü hazırlık sınıfımız dağılmıştı ve bizler başka sınıflara verilmiştik derken bana takan İngilizce hocam ve onun asi öğrencileri sanırım ben asi olmak yerine asil olup sessiz kaldığım için sınıfın günah keçisiydim derken kendimi başka bir sınıfta buldum ve işte cennete düşmüştüm adeta.

Sanmayın da sınıfta kaldığımı ki…

Sahi, nerede onca takdir belgem? Elbet saklıyorum ama gözlük takmaya çok erken başladım.

Ne diyordum?

A, evet, benim sevdalandığım canım sınıfım ve onların her birini inanılmaz seviyordum onlar da beni tabi. Eh, inanmamak için neden mi var sonuçta aynı ekoldük ve aynı derslerden ve dertlerden mustarip üstelik sınıfın sözcüsüydüm ve en sevimli halimle gider illa ki öğretmenlerimize sınavları erteletirdim ve inanılmaz komik bir çocuktum.

Gerçi şimdilerde pek belli etmiyorum ama.

Dile kolay gelişme çağında en önemli evredesiniz ve hayatınızı uzun saatlerinizi paylaşıyorsunuz koca sınıfla peki, kalıcı oldu mu?

Oldu ya da olmadı fakat bildiğim kadarıyla ben hiçbir şey bilmiyormuşum ve her nasılsa her birimiz farklı yerlere savrulduk ve bağımın kopmadığı tek dostumu manen kaybettikten sonra.

Neden mi bunları anlatıyorum çünkü az buçuk çocuk kalmanın şerefine illa ki çocukluğuma dönüyorum zaman zaman belki de dünyanın karanlığını dağıtmak adına…

Perdeler hep dalgalı rüzgâr olmasa bile belki de geçmişin hayaletleri bırakmıyor peşimi ve ben hala aynı insan kalmanın bir ayrıcalık olduğunu mu yoksa acı verdiğini mi hala çözemedim.

Herkes gibiyim aslında değil zaten kimseleri rol model bellemedim bir ömür sadece hayal kurdum ve kurguladım senaryolarımı sonra da başrolü üstlendim ve maskesiz hayatımı icra ettim ve hep sahneden de inmeyi başardım: indirilmedim ama rolümü tamamladım başka role soyundum.

Her anlamda özellikle mesleki anlamda sayısız hata yaptım sandım ki hayalperest ve de mükemmeliyetçi oldu mu insan, başı göğe erecek ama kuralları geç gördüm ve kabul etmedim en çok da iş yaşantımda ve bozguna uğradığım insan ilişkilerimde.

Samimi bir beyaz yakalı ya da samimi bir iş arkadaşı…

Hem dilediğim ve dillendirdiğim içtenlik idi ve hayatın bir okul olduğunu söyleyenleri asla anlamadım.

Ne yani, bunca sene boşuna mı dirsek çürütmüştüm?

Sonunda da pes ettim işte ve kocaman bir es verdim: nerede ise her şeye.

İçtenliğin ve ben dilinin ve de beden dilinin mevcudiyeti bir de rol bürünen insanlar adının maske olduğunu henüz öğrendiğim.

Ve işte bu yüzden kaybettim dünyada: çünkü maske takmayı reddetmiştim bu yüzden edebiyat dünyasına yazma eylemi ile dahil olduğum ilk günden beri yapamadığım her şeyin tadını çıkarıyorum ve asla maske takmadan yazmanın keyfini sürüyorum.

Çünkü yaşamak gibi yazmak da içtenliği hak ediyor ve gerektiriyor da ve bilginin kıymeti ve de öğrenmenin sonsuzluğu ve işte hayat okulunda yeni yeni yeşermeye başladım ve kalemin tuttuğu ışık ve kendilerinden inanılmaz faydalandığım ve öğrendiğim çok şey elbet değerli hocalarımın, okumaya doyamadığım kalemlerin ışığında hayatın hala yaşanabilir bir yer olduğuna vakıfım işte.

Hayata ve hayallerime verdiğim o kocaman es ki; hali hazırda hissettiğim ve bildiğim kadarıyla çok eksiğim var insanlardan ki inzivada yaşamayı pek bir benimsemişken ve hayatın daha ne gibi sürprizleri var, bilemediğim ama bildiğim şeyler de var:

Sevginin sonsuzluğunda ve yazmanın dokunulmazlığında aşmam gereken daha çok şey var ve içimdeki kaçkın çocukla da çok işim var hani sanırım geç kalmışlığımla hayata telaşla yazar ve daha da çok sevebilirken insanları ve hayatı şimdilerde kendimi sevmenin verdiği heyecan ve coşku ile biliyorum ki ben de tutunamayanlardan iken belki de ilk kez tuttuğum bir şeyin ucunu bırakmıyorum elbet öncesinde tutunduğum sayısız olgu ve değer ve sevgi elbet inancın ruhumdan ve yüreğimden gitmediği bilakis günbegün daha da büyüdüğü.

Bir de sönmek bilmeyen coşkum gerçi zaman zaman dibi görmüş ve sık sık da bu duyguyu yaşayan biri olarak rüzgârla yol arkadaşlığı yaptım en çok da kalemin rüzgârında uçmanın verdiği o dayanılmaz huzur ve hafiflik.