Düşlerin tarhında isyankâr bir canlıyım Tanrı beni af etsin ve de müptelası sözcüklerin hele ki ruhuma askıntı o bıçkın hüzün.

Teftişe çıktığım değil ömür bilakis aralıksız yargılandığım kendimi bildim bileli ve her ne kadar sevgiyle büyütülmüş olsam da dünümü çok da özlemle yâd etmiyorum günümde saklandığım kadar gözümü sakındığım birileri de var iken yüreğim ihya olmamakta öyle ki imha etmekle ifa etmek arasında gidip geliyorum.

Menzildeyim.

Asker adımlarında yalnızlığın ve hiçliğin, göğe rezidanslar inşa ediyorum arşı alaya çıkan bitimsiz duygularımla.

Renk körü olsam keşke.

İnsanlar da azap dolu ve sevgi körü.

Bir kürmüşçesine yaşamak benliğimi boşaltıp ruhuma giydirdiğim o kadife dokusu bilinmezin.

Günüm de günüme uymamakta hani ne de olsa son zamanlarda maruz kaldıklarımdan sonra tek katre huzur kalmadı belleğimde.

Alt bellekse adeta ambar misali ne çok kayıt saklı derinde ve gizinde.

Bir manivela yaşam.

Bir randıman mı alacağım?

Ah, nerede ah, nerede?

İsli bir gezegenmişçesine alt üst olmuş hayatımdan sızanlar çatlağından mezarım ve gerçek manada öncemde yaşadığım kabir azabımı aratacak düzeyde bana eşlik eden bunca şey bunca sıkıntı.

İhlal edilmiş sınırlarım.

Kat izinde sevginin kendime meylettiğim bir o kadar kendimi kabullenmekte iken koyuverdiğim gözyaşlarım ama içime akan.

Aralıksız çalan vapur düdükleri.

Yangın yeri yürek.

Yangın yeri İstanbul.

Az evvel yeniden aldım hayatımın bir diğer dersini ve kadın cinsiyetimle görüyorum da hayatın deminde saklı erkek hegemonyasının değil sonlanmak günbegün arttığını.

Diskalifiye olduğum önceki hayatımı mumla arayacağımı asla düşünmezdim hani ve gözümden düşen yaş değil mezarımı ıslatan gözümden düşen insanlar mezarımı istila eden.

Gazabı dünün.

İnkârı günün.

Yarınlarsa soru işareti.

Bir memba ise hayat.

Bir kaynakça ise duygu devinimi.

Bir renkse masumiyet.

Bir cesaret örneği iken yaşlı yaslı yolların çamur dolu güzergahı.

Andığım.

Gözümden sakındığım.

Ar bildiğim.

Yar bildiğim.

Yaren bildiğim.

Diktiğim kimliğim ve kalemime paye veren vermeyen kimse kindar bir rüzgâr içimi üşüten ve kafiyeli düzenek aşkı yok sayan.

Ne aşkı?

Ne mutluluğu?

Göğün senfonisi içimdeki hüzün çemberi.

Katlandığım.

Kitlendiğim.

Ket vurulduğum.

Kaybolduğum.

Kaybettiklerim.

Bir de kaybetme ihtimali olan az sayıdaki insanın yakasından değil düşmen ben iki yakamı bir araya getiremezken çemkiren iblis ve müridi.

Görünürde süt liman bir hayat sürdüğüm.

Reşit imgelerden çıkıp da yola eşit bir düzenek aramamın sonucunda dengim olana rast gelmediğim kadar renk vermeyen isyan dolu gölgeler…

Suskun.

Mecbur kılındığım.

Sevecen.

İklimin sürüklediği ve peşim sıra gelen kuyruğu diktiğim kırpık yıldızın ta kendisi olmamdan mütevellit her kıyıma uğradığımda kıyama durmanın verdiği huzur ile sadece Rabbimle istişare ettiğim.

Top yekun kayboldu dünüm.

Firar edip de sürüldü günüm.

Yarının meali sadece umut sadece hüzün sadece…

Sadece ihtimaller dâhilinde yaşıyorum işte ve gönlümü ferah tutmasını istediğim yüce Rabbim sayesinde kadir kıymet bilmeyenlerden galeyana gelip bir şekilde sabrımın tavan yaptığı.

Mizacı solgun ömrümün ve meali yitik ölgün günün.

Meramı Allah katında saklı.

Miracı yalpalayan bir beden gibi.

Ayaklarımın gerisin geri gittiği.

Rüzgârın illa ki tersten estiği.

Mal beyanında bulunuyorum an itibari ile ve işte kalemimi ipotek ettiriyorum gerçi maddi anlamda bir getirisi olmasa da kalemimdir tek mal varlığım ve de mal asla canın yongası olmamıştır yaşantımda öyle ki yaşadığımı dahi iddia edemez bir Allah’ın kulu ve söküklerine dolanıyor ruhumun, ayaklarım ve defalarca tökezliyorum.

İnancım doğrultusunda biliyorum da sınandığımı.

Rengim solgun.

Rengimi elbet belli ediyorum çünkü ruhum şeffaf.

Bir düş ambarında gerçekler çatık kaşları ile bana atıfta bulunuyorlar.

Yorgun.

Sus pus…

Değilim elbet değilim: başım dik dimdik.

Martaval okuyanları uzaktan tanıyorum hele ki şekilden şekle giren yüzleri yok mu?

Beynamaz rüzgâr gıdıklıyor iç sesimi.

Mevsim sürüklüyor peşinden.

Meylettiğim hiçlik.

Müdavimi olduğum o kesif sessizlik.

Hırpani düşlerim bir daha kundaklanıyor.

Yalnızlığımı ıskalıyor bulutlar.

 

 

Kök söktüren fırtına.

Fıtratım zaten rüzgarlı.

Üşüyen bedenim ne ki belleğimdeki buz dağlarının yanında?

Soluyorum ve soluyorum.

Sonlansın diye bir şeyler, bekliyorum.

Sönmeyen bir ateş.

Teselli babında üç beş satır karalayıp ruhumu bir süreliğine rahatlatıyorum.

Çalım atan ruhlar.

Çelme takan bedenler.

Askıda mutluluk.

Askındı olan hüzün.

Ant içtiğim.

Ar bildiğim.

Arz ettiğim.

Arşı alaya çıkan nice beyan aslında ruhumun kolluk kuvvetleri iken yakalayan ve kodese tıkan.

Hüzün serkeş ve sarhoş ve berduş ve nahoş.

O dik yokuş ve yokuş aşağı toparlak bir elma gibi kendimi dipte buluyorum.

Ve as.

Ve kare.

Ve papaz.

Al işte, yine papaz oldum kaderle.

Ve şah mat:

Hep mi yenilir insan?

Ve mars.

Oysaki tavlada iyiyimdir.

Yoksa gezegenlerden Mars mı beni derdest eden.

Hazan makamı çalan.

Renkler aşikâr.

Rakımı ulaşılmaz mutluluğun ve huzurun.

Donanımlı olsam ne yazar.

Sıfatlar uçuşuyor.

Renkler büzüşüyor.

İçtimada iç ses.

Baskın dış ses ne zaman rüştünü ispatladı ki?

Ve Ocak ayında, yazdan kalma bir hava.

Hava cıva belki de duygular.

Hassasiyet örüntüm ve dış görüntüm ve çökkün omuzlarım.

O manivela ki…

Ve içeriden annem sesleniyor…

Her şey bir yan o bir yana…

Rabbim, her şeye rağmen şükürler olsun günüme.

Tarafınca refüze edilmediğim ve beni hala çok seven tek insan:

Canım feda olsun sana, anne…