Düşbaz bir iklimdin, seferisi olduğum umudun dahi veryansın ettiği bir bulut gibi yürekten günahlarımın döküldüğü bir feveran ki: yüreğin büyütecinde saklı iken her bir zerrem…

Yandığımdın yandaş olduğun.

Yakardığım bir buz kütlesine denk düşen benliğim bedenim.

Seyyah idi goncalar böğürtlen tadında bir sevgi nasıl ki aşk idi meşrebim ve meskenim.

Büyümeyi ertelediğimdin imtina ederken kim varsa arkamı toplayandın yine sen gel gör ki sensizliğe yürüdüğüm bir öfkenin daha söndüğü ve kaderime razı geldiğim.

Külyutmaz idi sözüm ona yetilerim gel gör ki yetemediğim.

Kulvarımda öncüydüm nasıl ki hüznün tarifesinde işaretli bir zemheri idi içimi üşüten dışıma yansıyan acımla sakalım yoktu ki insanlar inansın bana.

Nutuk atandı nice insan.

Mil çekilmiş gözlerinden kaderin her düştüğümde ve mademki bir yola baş koymuştum üşüdüğüm kadar da üşüttüğümdün.

Yalnızdım hep de yalnız kalacak olan.

Yalnızlığımın boyutsuzluğunda sızlandığımdan da öte ruhumdan sızandı sözcükler bense boykot ederken cihanı ve yalancı düzeneği sanki ben miydim düzeltecek olan?

Çivisi çıkmıştı madem bu dünyanın ve hurra duygularım aklımın zincirlerinde saklı tuttuğum bir köle misali beynimin atıl kapasitesinde hali hazırda atık bildiğim sözcükleri çoktan uğurlamıştım kabristana.

Çıtayı yükselten bir acı ruhumun sandukası ve mezar taşıma yazılası binlerce şiir ve yazı ve öykü hatta romanlardan arda kalan sözcüklerin kutsadığı bir yalan mıydı yoksa yaşadığım kadar yaşatmaksa sevdamı anne ikliminde göçen bir yavru serçe gibi hali hazırda ben senin kundakladığın rüyalarındım.

Ve…

Kundaklanmış ruhum ve gölgeme mazhar olan sözcükler sevi dilinde nakşeden birer ikişer.

Hayır da şer de mademki Allah’tandı ve işte her şerde bulduğum bir ve nice hayırla daim kılıyordum yolculuğumu.

Müptelası olduğum hüzne direktif veren kader.

Müdavimi olduğum yere göğe elemle el sürdüğüm endamlı bir acının da girdabında kayıtsız koşulsuz teslim olduğum prangalarla zincirlenmiş hem bedenim hem ruhum ve işte yüreğim idi içtimada olan ve kutsanmış bir gün kurtaramadığım geçmişim ve hazan yüklü bünyemdi mademki infilak edecek olan…

Saati kaça kurmuştum sahi, kaça?

Gecenin eşref saati.

Sabahın ılık esintisi.

Günün sıcaklığı ve güneş altında ter döktüğüm.

Akşamdan kalandı çayım ve şiirlerim.

Yatıya kalandı hüzün içimi didiklediğim kadar ters takla atsam bile üstelik ağzımla tuttuğum kuş sürüsünden bile iz kalmazken geride.

Dökümlü etekleri ruhumun.

Delişmen esintisi rüzgârın.

Ufka bandığım rahmet gibi.

İçimin uydusu olmuş kalem gibi.

Renk vermeyen insanlardan geride kalan toz gibi toprak gibi.

Cebbardı madem yaşam denen kavga.

İthamların da ardı arkasının kesilmediği.

Bozguna uğramış olsa yürek ne ki ne?

Nemalandığım bunca acının müsebbibi kaderin deştiği toprak zeminde ayağımın altından kayarken mekân ve zamansız ve vakitsiz öten horozun nispet yaptığı çatık kaşlı bir kümes miydi yoksa yaşamaya durduğum ve ödün vermediğim evren?

İhmal ettiğimse illa ki kendimle olan yüzleşmemde bir türlü barışamadığım kendimle ve işte nasıl da kapıp koyuvermiştim kendimi önce rencide edildiğim sonra recim edildiğim kuytulara gizlenen bir sözcükten ilham alıp da sayfalarca yazmaya doyamadığım ve işte bastırdığım açlığımı ve basmakalıp bir nizamdan sekip de nazımla niyazımla inşa ettiğim bir mabet misali matemim nasıl ki üstünü örttüğüm çatı katıydı yaşamın…

Mizaç yitik bir gün daha bitmişken.

Mihrabı yerinden çoktan sökülmüşken.

Lanetler yağdırdığım varsın olsun yalnızlığım ve tebessümlerimden geride kalan o tortu misali uyruğu nasıl ki yoktu günbegün depreşen hüznümün de minvalinde volta atan bir mahkûm gibi vurulduğum prangalarda da sorgu sual hak getirirken bir izotop misali sığındığım o kara delik ve kör noktası hayatın körle yatıp şaşı kalktığım kadar da izahı yoktu işte yaşadıklarımın…

Göçen zaman.

Uçuşan polenler.

Ruhum dahi duymazken minareyi çalıp da kılıfını hazırlayanlar…

Veryansın etmek ne haddime ve serzenişim sadece kendime yazdıklarımdan bir adım sonrası iken umut torbamda saklı idi işte yarınların ışıldağı ve ışıyan gözlerimden dökülen yaşın da haddi hesabı yok iken…

Meddücezrinde yalnızlığın şaha kalkan bir attan bir atın üstünden düştüğüm kadar da ruhumun ve yüreğimin ezildiği devasa bir batakta saklı tutulası güneş olsam neydi ki hem gerçi o güneş balçıkla sıvanmayacaktı dememe bile müsaade etmeyen kitle imha silahı misali kuyumu kazanları da Rabbe havale ettiğim.

Sistematik bir yaşam döngüsü.

Harcı âlem sözcüklerin dokusu.

Ezilen sezilerim esefle söylenen uğursuz baykuş ve ruhumu teslim etmekten ötesini düşünmediğim bu aymazlığında yalnızlığın üreyen hurafelerden uzağa kaçıp zimmetlendiğim kaderin de bekası iken o yürüdüğüm minvalde tutuklu kaldığım kadar da beden denen hapishanede bense hali hazırda özgürlükten dem vurup sonsuz huzura dikmişken gözümü elbet ne gelecekti ki elimden?

Bir rüya.

Bir nüans.

Çarpıtılmış gerçekler ve de…

Geviş getiren sözcüklerden arda kalanla teselli bulduğum kadar da tecelli edecek umut dolu yarınların özlemi ile yandığım kadar da yakardığım Rabbime…

Yanlışımla ve günahımla ve sevabımla beklemeye aldığım mutluluğun ibaresinde saklı iken kalemin gövdesinde saklı oyuklara sığdırdığım bunca şiiri bunca duyguyu eksik etmeden de günü tamamlamadığım kadar kalan yarımla eşleştiğim rüzgârda uçup gitmekten başka şansım da yok iken yâd ellere misafir olmanın bedelini de ödüyordum işte güven tohumu attığım her insanda kemale ermiş bir ruhun özlemi ile dolup taştığım ve kendime yetmenin de tek şartı olmuş iken inancın ve umudun fısıltısında sevgiyle eşleşen yüreğimden dökülen son kırıntılarla kalemin gücüne güç kattığım bir ara durak iken salındığım Araf’ta sonsuza kadar kalma ihtimali ile yüreğimin de alev aldığı…