‘’Yazmanın hayatıma taşıyacağı sıkıntıları ben zaten kırk yıl önce göze almışım. Dünyaya kafa tutmak, onunla eğlenmek, özgürleşmek, daha derin hissetmek pahasına her türlü olumsuzluğu bağrıma basmak o kadar da zor olmadı.’’

(İnci Aral)

 

 

İnceldiği yerden de kopmuyor hani hayaller ve düş ümmeti mirasımla yâd ediyorum günün yanılgısını.

 

Tohuma kaçan ne çok acı var elbette izahı olmayan yine de diskalifiye olduğumu görmezden gelip bir çıkış noktası arıyorum.

 

İteklendiğim kadar ibretle seyrettiğim o kuş bakışı perspektifte dolduruşa gelen günden geceye sıçrayan kıvılcımlar belki de tahsil hayatımın devamında gelişim denen sürecin de meyvesini topluyorum he bastırdığım duyguyu sulh bilip karmaşayı dindiriyorum.

 

Yalın bir düş ve menkıbesi istikrarlı salınımı hüzün teknesinin.

 

Aklıma düşen hangi mizansen ise belki de kavrulan leblebi gibi burnuma gelen kokusu pişmişliğin ya da bir sürahi dolusu zehir, iç iç ölmeyi dahi beceremediğim.

 

Zaafları zarfa tıkıp kendime gönderiyorum ve nihayetinde adresime ulaşan mektubun içinin boş olduğunu görüyorum.

 

İlla ki boşluk oysaki hoşluk karşıtı o içi dolmayan dünyam ve el yordamı bulurken yönümü el-insaf, demenin meali iken sızıp kaldığım sayfanın sonuna koyduğum o üç nokta.

 

İçimde haykıran ünlem imleci ve sor bankasından çaldığım sorular yetmedi ürettiğim yenileri belki de sakil bir rüyanın peşrevi, çaldığım tüm şarkılar.

 

Oyunbaz bir çocuğun marifeti olsa olsa duvara fırlattığım top nihayetinde tuzla buz olan hayaller ve süpürüp de halının altında biriken ne çok efkâr.

 

Hanesinde yorgun bir sayaç.

 

Harında ölümü bekleyen.

 

Sıramı savamadığımdan mıdır ne, ben bil-mukabil demenin kefaretini ödüyorum ve yorgun sancağım yürek topraklarında dikili ve duyguların tüm haşmetiyle yaşıyorum hayatı ve asla da sudan olmayan sebeplere içerleyip içleniyorum.

 

Savrulan göğün kara bulutları…

 

Mevsimlerden ne ola ki?

 

Aşkın tezgâhı oysaki ulu orta olmamalı sevişler.

 

Sürrealist bir imgenin peşindeyim ve peşin hükümlü insan ırkına tek laf etmeden geçmiyor günüm.

 

Küfürbaz edaları var cellatların ve hala başı kopmayıp da yerlerde sürülen canlı cesetler var.

 

Ceketimin önünü ilikliyorum tüm saygımla.

 

Ve İstiklal Marşını özlemekle öğrencilik yaptığım günlerin arasında gidip geliyorum.

 

Bayrak töreni.

 

Şimdilerde cenaze törenleri.

 

Yalın ve de tutuk mizacı iklimin ve keyfe keder yaşayan hazan bulutları hani üflesem uçacak cinsinden tüm biriktirdiğim güzellikler.

 

Dik yakalı kazağım.

 

Nefes almayı özlediğim mezarım.

 

Lakin sağım ve capcanlı yine de kabir azabı çektiğim yatağımda düşlerin izini sürüyorum ve de kâbusların ne de olsa hiç birinin uyruğu yok işin kötüsü uyumuyorum işin kötüsü hep sıkıntıya uyanıyorum.

 

Meşakkatli bir gönül işçisiyim.

 

Severek geçen ömrümü şimdilerde acı çekerek idame ediyorum.

 

Kimine göre laf salatası oysaki beylik söylemler kondurmuyorum içimdeki lügate ve sayfalarını rüzgâr çeviriyor ve tuşluyorum acil sevgi çağrısını.

 

Yüreğime saplanan.

 

 

Ve o mekanik ses.

 

Ne yani; her lafım mı kayıt altına alınıyor yaptığım her telefon konuşmasında?

 

Sür-git hezeyan ve acı odaklı bir menşei.

 

Sınıf atlayan hezeyanlarım var ve de kurdele taktığım.

 

İçime akıttığım sözcüklerin burnunu siliyorum hani olur da durduk yere aksırır ve o imleç kaybolur yetmedi tüm noktalama işaretleri firar eder acının muhitinden.

 

Sezaryenle doğan bir gün.

 

Ikına sıkına kâinat eriyor yeni güne.

 

Ve güç bela seviyor insanlar.

 

Ama illa ki gıybet yapacak bir şeyler buluyor.

 

Ruhumun uçurumlarında dolunaya tapan vampirler ve ben İlahi Aşkın dolaylarında seyrederken âlemi kuş bakışı, bir kuşun kanadında görüyorum kendimi: gagası ufacık ve kanatları kırık ve sesi duyulmaz bir inilti ile annesini arayan bir yavru kuş oysaki az evvel gördüm vahşi bir kedi tarafından canına kıyıldığını az sonra da sürüsüne bereket sokak köpekleri o kuşun intikamını aldı ve geride bir de yavru kedi kaldı az evvel annesinden süt emen.

 

Doğanın tezahürü oysaki şehrin tam da ortasındayım ve kırılgan surlarında sevdalı şehrin, ben yıldız avına çıktım gelin görün ki gün ortasında tek yıldız yok göğü şenlendiren belki de yakamoza olan tutkumdur yıldızlı göğün bekçisi olmaya aday bir tabur hayal ve kuyruklu yıldız peşine düşmüşlüğüm…

 

Niyet ediyorum.

 

Nazenin bir ruhta niyazlarımı dillendiriyorum göğe kat çıkmayı umduğum bir şiir diliyorum Rabbimden belki de şehit düşmek ben teyakkuzda mıntıkamda beklerken.

 

Az evvel söktüler rütbemi.

 

Az evvel verdim istifa dilekçemi mutlu bir insan olmaktan yana da bir beklentim kalmamışken yeniden nüfuz ettim aşka ve soğuk mermere.

 

Düş çukurunda ölen dünlerimi karıyorum.

 

Yarın mizaçlı bir hayalde destursuz girişmiyorum güne

 

Belki de şarkıların ilahı iken sessizliğin melodisi…

 

Çalan çırpan bir eksende yana yakıla kendimi arıyorum en uzağımda iken kendimin ve kendimle cebelleştiğim koca ömrün yasını tutuyorum ve yâd ediyorum yarın odaklı mazimi hele ki yarınlarından da maziden yok iken farkı.

 

Kehanetlerin dillendiği.

 

Acıların da yürekleri dilimlediği.

 

Dinlediğim iç sesim ve yokuş aşağı düşen bir manivela belki de kocaman bir ayraç insanlarla aramı bozan ve ben hala ülkülerime sahip çıkıp ulvi bir aşk diliyorum ümmeti sevgi olan düşlerimden tırtıkladığım tüm gerçekleri de göğe iliştiriyorum göremediğim ve bulamadığım yıldızlar adına elbette bir yıldız olma şerefine nail olsan solmuş bir gül olmanın da meali iken ismimde ışıldayan yıldız tozlar…