Adam yosunlu kayaların üstüne otururken mırıldanıyordu;
- Bu güzelim Pazar gününü evde dırdır dinleyerek geçiremezdim ya!
-
Sahile gelene kadar yorulmuştu, nefes nefeseydi. Bir süre denize baktı. Güneş ışıklarını uzatmıştı suya ertesi güne daha temiz çıksın diye. Zira gün boyu nelere şahit olmuyordu ki o ışıktan oklar? Savaşa, ölüme, küfre, şiddete… Kirleniyordu gün boyunca. Adam da ayaklarını uzatmak istiyordu suya, belki tenine yapışırdı ışık da götürürdü evine biraz aydınlık versin diye. Amaçları başka da olsa ortak noktaları denizdi. Deniz mutluydu sanırım, döverek gece boyu kayaları bütün öfkesini atmıştı, gözlerinden yansıyan ışıklardan anlaşılıyordu bu.

Biraz dinlendikten sonra çantasını eline aldı. Çekip fermuarını malzemelerini çıkarttı. Neler yoktu ki içinde, kamışı, fırdöndüsü, olta kurşunu, çeşit çeşit suni yemleri… Balık tutabilmesi için gerekli olan her şeyi. Zamanında bunlara para verdiği için kızmıştı eşi ama gerekiyordu işte, en azından hafta sonları evden kaçması için bahanesi oluyordu. Telaşsızca taktı hepsini yerli yerine ve “Haydi bismillah” deyip savurdu denize doğru. Denizin yüzünde salınıp duran olta mantarına dikip gözlerini beklemeye başladı. Mavi denizin yüzünde dans eder gibiydi pembe mantar, suya batıp çıkmasını beklemesi gerekiyordu sadece.

Pek yakın olmasa da arka taraftaki palmiye ağaçlarının rüzgârda salınan dallarının sesini duyuyordu, dalgaların sesine rağmen. Denizden gelen esinti yalıyordu yüzünü. Rahmetli annesinin okşadığı ellerini hissetti birden. Annesi olabilmeliydi her insanın ve her canı sıkıldığında başını göğsüne yaslayıp ağlayabilmeliydi. Annesi de okşamalıydı şimdi rüzgârın okşadığı gibi.

Yan taraftaki yosun tutmuş kayaların üstünde gezinen yengeçleri gördü, hayat telaşı onları da sarmıştı. Yaşamak için yemeleri gerekiyordu onların da. İsteksiz görünseler de diğer insanlara, yapıları gereğiydi yavaşlıkları. Kendisi de çok hareketli değildi aslında, istemediği bir okula gitmek zoruna kalmış, istemediği bir işte çalışıyordu. Belki de onun içindi hayattaki isteksiz görüntüsü.

Dalgaların arasında oynaşan olta mantarı birden hareketlendi, Karadeniz’de horon teper gibiydi, bir iniyor bir çıkıyordu olduğu yerde.
Acele etmeliydi horon bitmeden kasnağı çevirmeli misinayı çekmeliydi. Karadeniz insanı gibiydi mantar inattı bir türlü gelmek bilmiyordu.

- Mutlaka iri bir balık yakaladım dedi. Çekmeye devam etti. Fırıl fırıl dönüyordu makinesi ve misina gittikçe kısalıyordu kamışın ucunda.
- Aman Allah’ım o da ne! Diye haykırdı birden. İğnenin ucuna takılıp titreyerek havaya kalkan şey yıllar önce suya düşen hayallerinden birisiydi. Akdeniz’e nasıl gelebilmişti? O kadar uzun zaman geçmişti ki “yok olmuştur” diyordu, çünkü kendisi unutmuştu bile. Lisedeki ilk aşının gülümseyen bakışı ve heyecandan titreyen dudaklarıydı. Babasının tayini çıktığı için ayrılmak zorunda kalmışlardı. Aldı eline çıkarttı iğneden incitmemeye çalışarak, koydu göğsünün sol tarafına.

Bir daha savurdu oltayı, mantar oynamaya başladı yeni baştan çekti adam da. Bu sefer annesinin öpücükleriydi gelen, babasının öğüt veren sesi. Aldı onları da sakladı göğsünün en derin yerine. Tekrar tekrar devam etti oltayı savurmaya her çekişinde geçmişten bir anı vardı oltanın ucunda. Bayram sevinçleri, evden gizlice getirdiği bir kâse toz şeker karşılığında aldığı pamuk şekerler, binmek isteyip de binemediği kiralık bisikletler, diğer mahalledeki çocukların elinden kapıp kaçtığı misketleri, top oynarken kırdığı camlar geliyordu teker teker. Dolmuştu göğsü uzun zaman önce kaybettiği onlarca güzellikle.

Saatler geçmişti, güneş tepesine geçmişti olduğu yerden. Yorulduğunu hissediyordu, belki de taşıyamıyordu artık.
-Son defa daha atayım oltayı ve kaybettiklerimi alıp gideyim dedi. Bu sefer oltaya takılan çok ağır geldi nedense. Bütün vücudu uyuşmuş gibiydi, çekmekte zorlanıyordu. Son defa nefes aldı, son defa güç sarf etti. Oltanın ucuna takılanı görünce irkildi birden, bir defa çekmişti geri atması imkânsızdı. İğnesini bile çıkartmadan yerleştirdi kalbine.
Gelen eceliydi.