Daha sabahın 6 sı, beni uyandıran neydi bu saatte? Ne gördüğüm kabus, ne telefonun sesi, ne de saatin zili. Akşam sıcaklık bastı diye açık bıraktığım camdan gelen tabiattı uyartan.

Uzaklardan bir horoz ötüşü, puhunun tiz olmayan sesi ve şakıyan serçelerin nağmeleriydi camımdan içeri girenler. Küçük yörelerde artık alışılagelen bu sesler farkedilmeyebilir ancak özellikle büyük şehirlerde bu sesleri duymak bir ayrıcalıktır diye düşünüyorum. Bu ne mutluluktu, yaşadığını hissederek uyanmak, sabaha gülümseyerek bakmak. Sitenin bahçesindeki 4-5 ağaçta konaklayan serçelerin şarkılarıyla uyandım. Bana; “ Kalk “ diyorlardı, “ bu ne uyuşukluk?” diyorlardı. Geç yatmaktan mıdır, yoksa gün boyu harcanan güçten midir bilmem gözümü bile zor açtım.

Yatağımın sağ tarafında duvara dayalı gitar, sol tarafında dolabın kapağına yapıştırdığım keman resmi, başucumdaki küçük masanın üstünde şiir kitaplarım, kalemlerim ve bir vazoda oğlumun eve gelirken bahçeden koparıp bana verdiği biri pembe birisi beyaz iki gül. Pembe, kenarları fırfırlı perdelerim, pembe yoğunluklu halım, karşımda aynı odayı paylaştığım kızım. Kapımız kapalı da olsa salondan gelen muhabbet kuşlarımın cıvıltıları. Beni mutlu edecek herşeye sahibim ve bunları farkedebiliyorum.

Meğer ne kadar zenginmişim de farkedememişim daha önce. Bardağın dolu tarafını görmek diye bir öneri duyardım da hep derdim ki, “boş tarafı o kadar çok yer kaplıyor ki dolusunu görmek imkansız”. Ama değilmiş, sadece dolu olan yerleri farkedemiyormuşum. Ne oldu son bir iki ayda, önemi var mı, demek ki küçücük de olsa birşeyler değişmiş ki beni de değiştirmiş.

Ne kahvaltı umurumda, ne ev işi, ne televizyon. Açtım bilgisayarımdaki müzikleri, en hareketlilerini seçtim. Kulaklarıma doldururcasına sesi de açarak dinlemeye başladım. Evde koca bir kızım var, hazırlasın abisinin kahvaltısını, yesinler içsinler çıkıp gitsinler, birisi işe, o da okuluna. Dolabın ve bazamın içindekileri döktüm yere. Elbet gerekir diye sakladığım, belki de yokluktan, bir daha alamam korkusundan ne varsa seçip doldurdum torbalara. Kalanları yeniden yerleştirdim. Halime çocuklar bakıp gülüyorlardı, “ annem yine coştu bu gün, bir an önce kaçmak gerekir, yoksa bize de iş çıkaracak” diyorlardı.

Biraz yüküm hafiflemişti, ama daha vardı. Sıra kitaplara gelmişti, uzun zamandır okumadığım bir sürü dram içeren ne kadar roman varsa hepsini derneğe götürmek üzere ayırdım, en sevdiğim şiir kitaplarını rafa dizip diğerlerini dolabın içine sakladım. Ne kalmıştı başka yük, düşündüm. Atmam gereken televizyon programları da vardı, haberler, onlar ki her dinlediğimde beni cinnet geçirecek hale sokuyorlardı. Sağlık programları, anlatılan her hastalıktan kendime bir pay çıkartıyor, gereksiz endişeleniyordum. Bu arada doktora da gitmeyi sevmem, içimde bir kuruntu olup kalıyordu. Ve bazı güncel programlar, kayıplar, cinayetler, ahlaksızlıklar daha yüzlercesi de beni strese sokan etkenlerdi. Onları da alıp bir çuvala doldurdum, zihnimdekilerle birlikte attım hayali çöplüğe.

Vardı bir şeyler daha, ama ne olduğunu çıkartmak mümkün olmuyordu. Geriye doğru dönüş yapınca beynimi kemiren gamları, hüzünleri, korkuları, acıları gördüm. Bir anda atmak mümkün müydü, atsam bile yeniden geri gelebilirlerdi. Unutmaya çalışmak daha çok hatırlatacaktı, onu da önemsememeye çalışarak zamanla halledecektim.

Ay! Ne kadar yük varmış sırtımda da ben farketmiyormuşum, eziliyormuşum altında. Serçelerin şakımalarına karışan sokağın sesi, (arabalar, seyyar satıcılar, eskiciler) kulaklarıma yerleşirken ben bir kuş kadar hafiflemiş olarak öğlene merhaba dedim.

Merhaba gün! Merhaba hayat! Merhaba insanlar, merhaba!