
Sessi̇z hiçkirik -5-
SESSİZ HIÇKIRIK -5-
...
Çay demini
alırken kapı zili çaldı. Metin Bey koşar adımlarla bahçeye çıkarak kapıyı açtı.
Kardeşi Rukiye Hanım ve Celal Bey'in kolları arasında Zülbiye Hanım kapıdan
içeriye girdi. Hemen arkalarında eşi Şahide Hanım geliyordu. Metin Bey evin
anahtarını annesine uzatarak; "Anacığım, buyur, kapını aç içeriye
girelim" dediğinde Zülbiye Hanımın çehresindeki tebessüm belirgin şekilde
heyecana dönüşmüştü. Hissettiği farkediliyordu. Lâkin neyi ne kadar
hissettiğini bilmek mümkün değildi. O kapıyı açarken Celal Bey bu mutlu ânı
ölümsüzleştirmekle meşguldü. Bir kaç tane daha fotoğraf çektikten sonra
birlikte sofraya oturdular. Bina uzun zaman sonra sımsıcaktı ve huzur
veriyordu. Kahvaltının ardından Zülbiye Hanımın koluna girerek binanın terasına
çıktılar. Mükemmel bir günün ardından akşama doğru birlikte yeniden
Bursa'ya hareket ettiler. Zirâ henüz doğalgaz bağlanmamış, soğuk
günlerde bu binayı bir tek sobayla ısıtmakta mümkün değildi.
Gündüzleri hava sıcak olsa da, geceleri ayaza çeviriyordu. Hasta olma ihtimali
büyüktü. Metin Bey nihayet otellerde gecelemekten kurtulmuş, annesini
gezdirebilmek için izin almak zorunda da değildi. Zülbiye Hanım artık özenle
hazırlanmış mükellef sofralarda kendisini seven kardeşleri ile bir arada yemek
yiyebiliyordu.
İlk günlerde yeni
yerini yadırgasa da Zülbiye Hanım mutlu görünüyordu. İbrahim Bey'in
telkinlerine rağmen, eklemler için gerekli olan hapın haricinde tüm ilaçlar
rafa kaldırılmıştı. Belki de bunun etkisiyle kaybolan mimikler yerine gelmiş,
Zülbiye Hanım kısa cümlelerle konuşmaya başlamış, tebessüm eder olmuştu. Gündüz
Şahide Hanım ev işlerinin yanı sıra Zülbiye Hanımla ilgileniyor, akşama doğru
birer gün aralıklarla gelen iki kız kardeşi ise vardiye usulü gece yanında
yatıyorlardı. Hal ve hareketlerinden lavabo ihtiyacı geldiğini farkettiklerinde
hemen yardıma koşup gereğini yapıyorlardı.
Kolay değildi
tabi. Buna rağmen kimse halinden şikâyet etmiyor, aksine, Rabbin rızasını
gözettiklerinden hayırlı ve güzel bir iş yapmanın huzurunu yaşıyorlardı. Celal
Bey her akşam şantiyeden yorgun argın eve dönmesine rağmen, ablası ile
şakalaşmadan duramıyor, espiriler yaparak, kollarını yukarı aşağı seri şekilde
hareket ettirerek spor yaptırıyor, eklemlerine iyi geleceğini düşünüyordu.
Samîmi ve içten sevgi tüm zorlukları unutturuyordu. Zülbiye Hanım günden
güne açılmış, tebessümden öte, gülebilir hale gelmişti. Söylenenlerin bir
kısmını anladığından şüphe yoktu. Lâkin, konuşmak istediğinde kelimeler
kördüğüm oluyor, ortaya anlamsız cümleler çıkıyordu. Böyle durumlarda Zülbiye
Hanım hayli üzgün, biraz kızgın "ey gidi günler" diyor, susuyor,
başı hafifçe yana düşüyordu.
Aradan bir hafta
kadar süre geçtikten sonra önemli ve büyük bir iş başarmanın huzuru içinde
Metin Bey yeniden Berlin'e, çocuklarının yanına döndü. Her iki üç günde bir
telefon ederek gelişmeler hakkında bilgi alıyordu. "Annesi kısa
sürede aldığı kilolarla kendisini toparlamış, yüzüne kan gelmişti".
Devam eden ve çözümü zor tek problem kalmıştı. Uykusuzluk! Uyuma düzeni hayli
bozuktu. Gece iyi uyusun diye gündüz uyutmamaya çalışsalar da, çare olmadığını
farkedince bundan vazgeçmişlerdi. Celal Bey'lerin ilaçlara karşı özel bir karşı
duruşları olduğundan, çok mecbur kalmadıkça uyku ilacı da vermek
istemiyorlardı.
Zaman süratle
akıp gidiyor, hafıza kaybı günden güne daha da ilerliyordu. Geçmişe dâir
neredeyse tüm anılar silinmiş, yok olmuştu. Hatırlayabildiği iki üç tane ilahi
ile bir de babasının Dersim'de askerlik yaparken yazdığı şiirdi. Metin Bey ne
zaman annesinin hafızasını yoklamak istese özellikle bu ilahileri ve şiiri
okutturmaya çalışırdı. En son telefon görüşmesinde de yine bunu denemiş, en
azından şiirde hata olmamasına çok sevinmişti;
Kağızman suları meraklı akar
Bu sene askerlik çok canlar yakar
İhtiyar
validem yollara bakar
Aman Allah
aman sen imdat eyle
Dersim
dağlarında yedim yoğurdu
Süngü vura
vura kolum ağırdı
Böyle yiğidi de kimler doğurdu
Aman Allah aman sen imdat eyle
Dersim dağlarında tüfeğim çattım
Bir ulu çınarın dibinde yattım
Hasreti öğrendim, kâbusu tattım
Aman Allah aman sen imdat eyle.
...
Zülbiye Hanım
Bursa'da iken de Metin Bey iki ayda bir Türkiye'ye gidişini aksatmamıştı.
İkinci gidişinin ardından Berlin'e döneli üç hafta olmamıştı ki gelen telefonla
yüzü asılmış, neşesi kaçmıştı. Yengesi Şahide Hanım, dizlerindeki ağrılar
yüzünden annesine bakmakta zorlanıyordu. Üstelik kardeşlerinin de kronik
rahatsızlıklarının artması sebebiyle artık geceleri Zülbiye Hanımın yanında
kalamıyorlardı. Tüm yük Şahide Hanımın omuzlarına binmişti. Acele bir çâre
bulunması gerekiyordu. Metin bey; "Peki, abimle bir konuşayım, bir
çaresine bakarız" demiş, zaman kazanmaya çalışıyordu.
Metin Bey ne yapacağını bilemez haldeydi. Hergün
moralsiz bir şekilde kendisini sokağa atıyor, uzun düşüncelere dalıyordu. Nihayet
abisine danışmaya karar verdi. Telefonda konuyu enine boyuna konuştular.
Yapılacak tek iş kalmıştı. Zülbiye Hanım Ankara'da iken müracaat ettikleri
Yalova'daki Huzur Evi'ne nakil işlemleri hızlandırılacaktı. Aradan geçen bir
seneye rağmen henüz sıra gelmemişti. Ortaya çıkan bu yeni durum vesilesiyle
Kurumu aradıklarında Zülbiye Hanımın üçüncü sıraya geldiğini, muhtemelen iki üç
ay içinde naklin mümkün olabieceğini öğrendiler. Yapılması gereken bu iki üç
aylık sürede Bursa'daki bakımın devamını sağlayabilmekti. Metin Bey Bursa'ya
giderek önce durumu teyzesi Rukiye Hanımla, ardından da yengesi ile görüştü.
Her ikisi de iki üç ay daha idare edebileceklerinin sözünü verince
rahatlamıştı. Aradan bir ay geçmeden sıranın geldiği haberi gelmişti. İbrahim
Bey kardeşini arayarak bu güzel müjdeyi verdi.
Metin Bey haberi
vermek için Bursa'ya gittiğinde yüzlerde yorgunluk ve biraz da çaresizlik hemen
belli oluyordu. Celal Bey'in çocukları da artık eskisi gibi candan hareket
etmez olmuşlardı. Gönülsüz bir "hoşgeldin" ardından, sohbete dahi
gerek duymadan herkes köşesine çekiliyordu. Arzular ile hayatın gerçekleri her
zaman örtüşmüyordu. "Endişe etme, biz ömrünün sonuna kadar bakarız"
derken, vazifelerinin bu denli zor, teferruatın çok yorucu olduğunu tahmin
edemişlerdi. Profesyonel organize gerektiren bu türden hastaların evde
bakımının, belli bir aşamadan sonra, sadece bakan için değil, hasta için de
dayanılmaz zorlukları vardı. Nitekim aynı dertten muzdarip bir kardeşleri evde
bakım sırasında yanlışlıkla içtiği çamaşır suyu sebebiyle komaya girmiş,
yapılan tüm müdahelelere rağmen dokuz gün sonra hayatını kaybetmişti. Pişmanlık
olduğu söylenemezdi, ama yorgunluk ve biraz da bıkkınlık olduğu belliydi. Nakil
için sıranın geldiğini öğrendiklerinde bir rahatlama sezilse de, özellikle
Şahide Hanım için "Fındığım" diye hitap edip aylarca hizmetini
gördügü Zülbiye Hanımdan ayrılmak zor geliyordu. Kardeşi Celal Bey de en az
Metin Bey kadar duygulu biriydi. Gözleri yaşarmış, kirpikler damlaları zor
tutuyordu...
Metin Bey o gece yine orada sabahladı. Kimse
lüzumundan fazla konuşmuyor, konuşamıyordu. Zoraki yapılan kahvaltıda lokmalar
zehir, çaylar şekersizdi sanki. "Hicret" devam ediyordu. Koca dünya
küçük bir bedene dar gelmiş, sığınacak yer arar gibiydiler.
Giysiler alel acele bir valiz, birkaç
torbaya yerleştirildikten sonra Metin Bey annesinin yanına oturarak;
"Anacığım, Yalova'ya, evimize gidiyoruz" dedi, gerisini getiremedi. Ağlamamak
için dudaklarını ısırıyordu. Pardesüsü giydirilerek asansörle aşağıya
indirildi. Celal Bey direksiyonun başına geçmiş başı öne eğilmişti. Az sonra
Metin Bey, annesi ve Rukiye Hanım da arabada yerlerini aldılar. Şahide Hanımın
yüreği birlikte gelmeye elvermemişti. Vedalaştılar. Araba hareket ettiğinde
Zülbiye Hanım anbean yıllarca özlemini çektiği Yalova'ya yaklaşmaktaydı. Ne
yazık ki artık Yalova anlamını yitirmiş, özlem ve anılar tümden silinmişti.
İbrahim Bey Ankara'dan Çınarcık'daki
huzurevine gelmiş, gerekli işlemleri yapmakla meşguldü. Bir yandan da annesinin
getirilmesini bekliyordu. Oysa Metin Bey'in arzusu bu vesileyle bir kerecik
daha annesini evine götürmek, ikramda bulunmaktı. Kurumda öğlen paydosu
sebebiyle ziyaret saatlerinin 13:30 da başlamasını da fırsat bilerek
direksiyonu Eski Termal Yolu'na kırdılar. Her iki tarafı sıra sıra Çınar ağaçları
ile uzanıp giden yoldan geçerek evin önünde durdular. Komşunun köpeği Çapkın
mutluluktan kuyruğunu sağa sola sallayarak Metin Bey'in ayağını dibinde
bitmişti. Ardından Fatma Hanım da komşusunun geldiğini görünce bahçe işini
öylece bırakıp hızlı adımlarla karşılamaya gelmişti. Zülbiye Hanım dizleri az
bükülmüş, kardeşlerinin kolları arasında arabadan eve doğru ilerlerken Fatma
Hanımın şaşkınlık ve üzüntüsünü tarif etmek imkânsızdı. Yıllarca nice mutlu
günlerini paylaştığı komşusuyla göz göze gelmiş, tanımamıştı. Fatma Hanım bir
Zülbiye Hanıma bir de Metin Bey'e bakıyordu. Gözleri dolmuştu. Belli ki bu
kadarını beklemiyordu. Misafirler eve girerken Fatma Hanım da üzgün ve hayal
kırıklığına uğramış şekilde ağır adımlarla işinin başına dönüyordu.
Misafirlere balkonda yer gösterip annesini
de baş köşeye oturttuktan sonra süratle mutfağa koştu Metin Bey. Bu sıcak
havada karpuz iyi giderdi. Dolaptan koca bir karpuz çıkarıp dilimledikten sonra
yanına yiyecek başka şeyler de ilave ederek masayı güzelce hazırladı. Zülbiye
Hanım yine huzurlu ve neşeli görünüyordu. Öğlen namazları kılındıktan sonra
artık Huzur Evi'ne gitme vakti gelmişti. Biraz daha gecikseler işlemler bir gün
sonraya sarkabilir, İbrahim Bey'in morali bozulabilirdi. Kışlık giysilerin bir
kısmı evde bırakılarak birlikte 25 dakikalık mesafedeki huzurevine
vardıklarında ikindi ezanı okunuyordu. Girişte kimlik gösterip içeri girdiler.
İbrahim Bey de onlara doğru geliyordu. Annesine sarılıp yanaklarından öptükten
sonra koluna girerek birlikte 1. kattaki odasına doğru ilerlediler.
Bu Huzurevi inşa edileli henüz iki yıl
olmuştu. Geniş bir arazi üzerine kurulu, etrafı açık ve yemyeşil ormanlıktı. Uzaktan
deniz, ötesinde de açık havalarda İstanbul kıyıları görülebiliyordu. Her yer
pırıl pırıl, temiz ve bakımlıydı. Yemekler hergün farklı ve lezzetliydi. Hatta
her gün saat 15:00'te ara öğün bile vardı. Ankara'daki huzurevi ile
kıyaslanamayacak nitelikte güzel ve farklıydı. Personel güleryüzlü ve
gayretliydi. Binanın ikinci katı kendi ihtiyaçlarını karşılayabilen, nisbeten
iyi durumda olan yaşlı hanımlar için, üçüncü katı ise yaşlı erkekler için
tahsis edilmişti. Bina dışında çiçekler arasındaki kamelyalarda ve geniş
salıncaklarda dinlenme, görüşme imkânı mevcuttu. Arzu edenler için her dâim
sessiz ve sakin yerler vardı.
Metin Bey Celal Bey'le kurumun mescidinde
ikindiyi eda ederken Rukiye Hanım ile İbrahim Bey Zülbiye Hanımın eşyalarını
dolaplara yerleştirmekle meşguldü. Oda ferah ve geniş pencereliydi. Her odanın içinde
banyosu ve bir de balkonu vardı.
Fazla eşya olmadığından dolaba yerleştirme
işi çabuk tamamlanmış, hep birlikte kamelyaya geçmişlerdi. Yanlarında
getirdikleri meyva, kuruyemiş ve diğer yiyecekleri afiyetle yedikten sonra
Zülbiye Hanım odasına çıkarıldı. Getirildiği yerin hastane, sebebin de diz
ağrıları olduğu söylendiğinden fazla tedirgin değildi Zülbiye Hanım. Zaten çok
şeyin farkında değildi. Bazen tanımadığı insanlara dahi gülücükler
atabiliyordu. Bakıcılarla dikkat edilmesi gereken bazı hususlar etraflıca
konuşulduktan sonra Zülbiye Hanımı önce Allah'a sonra da sorumlulara emanet
ederek ayrıldılar. Celal Bey kızkardeşi Rukiye Hanımla Bursa'ya dönerken Metin
Bey de ağabeyi ile baba ocağına, evlerine döndüler.
Zülbiye Hanımın yeni bir ortama girmeyi
garipseyebileceği de dikkate alınarak bir ay kadar her gün ziyaretine
gidiyorlardı. Birlikte bir çanta ayarlamışlar, her gün mevsimlik bir meyva,
biraz kuruyemiş, meyva tabağı, bıçak, mendil ve bir şişe su götürüyorlar,
saatlerce birlikte kalarak alışmasına, gariplik çekmemesine yardımcı
oluyorlardı. Aynı katta bulunan Dr. Kader Hanım ve bir alt kattaki Müdür Mehmet
Bey ile tekrar tekrar görüşerek, özellikle ilaçlar konusu bir neticeye
bağlanmıştı.
İbrahim Bey yıllar önce geçirdiği ağır bir
ameliyattan sonra fizik tedavisi görmek zorunda kalmış, belli aralıklarla buna
devam ediyordu. Gitmesi gerekiyordu. Annesini öpüp okşadıktan sonra yanından
ayrıldı. Metin Bey kendisine otobüs garına kadar refakat edip, otobüs hareket
ettikten sonra evin yolunu tuttu.
Koca binada tek başınaydı. Burada kaldığı
her gün yalnızlığın ne demek olduğunu daha iyi anlıyordu. Zaman geçtikçe
yalnızlık dayanılmaz hale geliyordu. Eşinin vefatından sonra Zülbiye Hanım bu
binada yaklaşık on sene yalnız yaşamıştı.
Ağabey'inden
üç hafta kadar sonra gelen bir telefon üzerine Metin Bey'in de Berlin'e gitmesi
gerekiyordu. Personelin güleryüzlü ve gayretli olmalarına rağmen annesini
bırakıp gitmek zor geliyordu. Garip kalacağını düşünüyor, huzursuz oluyordu.
Uykusuz geceler yine başlamış, bir çare arıyordu. Sonunda kurumun psikoloğu
Atiye Hanımla görüşerek ayrıca özel bir bakıcı tutulması konusunda yardımını
talep etmiş, o da ilgileneceğini söyleyince biraz rahatlamıştı.
Çay demini alırken kapı zili çaldı. Metin Bey koşar adımlarla bahçeye çıkarak kapıyı açtı. Kardeşi Rukiye Hanım ve Celal Bey'in kolları arasında Zülbiye Hanım kapıdan içeriye girdi. Hemen arkalarında eşi Şahide Hanım geliyordu. Metin Bey evin anahtarını annesine uzatarak; "Anacığım, buyur, kapını aç içeriye girelim" dediğinde Zülbiye Hanımın çehresindeki tebessüm belirgin şekilde heyecana dönüşmüştü. Hissettiği farkediliyordu. Lâkin neyi ne kadar hissettiğini bilmek mümkün değildi. O kapıyı açarken Celal Bey bu mutlu ânı ölümsüzleştirmekle meşguldü. Bir kaç tane daha fotoğraf çektikten sonra birlikte sofraya oturdular. Bina uzun zaman sonra sımsıcaktı ve huzur veriyordu. Kahvaltının ardından Zülbiye Hanımın koluna girerek binanın terasına çıktılar. Mükemmel bir günün ardından akşama doğru birlikte yeniden Bursa'ya hareket ettiler. Zirâ henüz doğalgaz bağlanmamış, soğuk günlerde bu binayı bir tek sobayla ısıtmakta mümkün değildi. Gündüzleri hava sıcak olsa da, geceleri ayaza çeviriyordu. Hasta olma ihtimali büyüktü. Metin Bey nihayet otellerde gecelemekten kurtulmuş, annesini gezdirebilmek için izin almak zorunda da değildi. Zülbiye Hanım artık özenle hazırlanmış mükellef sofralarda kendisini seven kardeşleri ile bir arada yemek yiyebiliyordu.
İlk günlerde yeni yerini yadırgasa da Zülbiye Hanım mutlu görünüyordu. İbrahim Bey'in telkinlerine rağmen, eklemler için gerekli olan hapın haricinde tüm ilaçlar rafa kaldırılmıştı. Belki de bunun etkisiyle kaybolan mimikler yerine gelmiş, Zülbiye Hanım kısa cümlelerle konuşmaya başlamış, tebessüm eder olmuştu. Gündüz Şahide Hanım ev işlerinin yanı sıra Zülbiye Hanımla ilgileniyor, akşama doğru birer gün aralıklarla gelen iki kız kardeşi ise vardiye usulü gece yanında yatıyorlardı. Hal ve hareketlerinden lavabo ihtiyacı geldiğini farkettiklerinde hemen yardıma koşup gereğini yapıyorlardı.
Kolay değildi tabi. Buna rağmen kimse halinden şikâyet etmiyor, aksine, Rabbin rızasını gözettiklerinden hayırlı ve güzel bir iş yapmanın huzurunu yaşıyorlardı. Celal Bey her akşam şantiyeden yorgun argın eve dönmesine rağmen, ablası ile şakalaşmadan duramıyor, espiriler yaparak, kollarını yukarı aşağı seri şekilde hareket ettirerek spor yaptırıyor, eklemlerine iyi geleceğini düşünüyordu. Samîmi ve içten sevgi tüm zorlukları unutturuyordu. Zülbiye Hanım günden güne açılmış, tebessümden öte, gülebilir hale gelmişti. Söylenenlerin bir kısmını anladığından şüphe yoktu. Lâkin, konuşmak istediğinde kelimeler kördüğüm oluyor, ortaya anlamsız cümleler çıkıyordu. Böyle durumlarda Zülbiye Hanım hayli üzgün, biraz kızgın "ey gidi günler" diyor, susuyor, başı hafifçe yana düşüyordu.
Aradan bir hafta kadar süre geçtikten sonra önemli ve büyük bir iş başarmanın huzuru içinde Metin Bey yeniden Berlin'e, çocuklarının yanına döndü. Her iki üç günde bir telefon ederek gelişmeler hakkında bilgi alıyordu. "Annesi kısa sürede aldığı kilolarla kendisini toparlamış, yüzüne kan gelmişti". Devam eden ve çözümü zor tek problem kalmıştı. Uykusuzluk! Uyuma düzeni hayli bozuktu. Gece iyi uyusun diye gündüz uyutmamaya çalışsalar da, çare olmadığını farkedince bundan vazgeçmişlerdi. Celal Bey'lerin ilaçlara karşı özel bir karşı duruşları olduğundan, çok mecbur kalmadıkça uyku ilacı da vermek istemiyorlardı.
Zaman süratle akıp gidiyor, hafıza kaybı günden güne daha da ilerliyordu. Geçmişe dâir neredeyse tüm anılar silinmiş, yok olmuştu. Hatırlayabildiği iki üç tane ilahi ile bir de babasının Dersim'de askerlik yaparken yazdığı şiirdi. Metin Bey ne zaman annesinin hafızasını yoklamak istese özellikle bu ilahileri ve şiiri okutturmaya çalışırdı. En son telefon görüşmesinde de yine bunu denemiş, en azından şiirde hata olmamasına çok sevinmişti;
Kağızman suları meraklı akar
Bu sene askerlik çok canlar yakar
İhtiyar validem yollara bakar
Aman Allah aman sen imdat eyle
Dersim dağlarında yedim yoğurdu
Süngü vura vura kolum ağırdı
Böyle yiğidi de kimler doğurdu
Aman Allah aman sen imdat eyle
Dersim dağlarında tüfeğim çattım
Bir ulu çınarın dibinde yattım
Hasreti öğrendim, kâbusu tattım
Aman Allah aman sen imdat eyle.
...
Zülbiye Hanım Bursa'da iken de Metin Bey iki ayda bir Türkiye'ye gidişini aksatmamıştı. İkinci gidişinin ardından Berlin'e döneli üç hafta olmamıştı ki gelen telefonla yüzü asılmış, neşesi kaçmıştı. Yengesi Şahide Hanım, dizlerindeki ağrılar yüzünden annesine bakmakta zorlanıyordu. Üstelik kardeşlerinin de kronik rahatsızlıklarının artması sebebiyle artık geceleri Zülbiye Hanımın yanında kalamıyorlardı. Tüm yük Şahide Hanımın omuzlarına binmişti. Acele bir çâre bulunması gerekiyordu. Metin bey; "Peki, abimle bir konuşayım, bir çaresine bakarız" demiş, zaman kazanmaya çalışıyordu.
Metin Bey ne yapacağını bilemez haldeydi. Hergün moralsiz bir şekilde kendisini sokağa atıyor, uzun düşüncelere dalıyordu. Nihayet abisine danışmaya karar verdi. Telefonda konuyu enine boyuna konuştular. Yapılacak tek iş kalmıştı. Zülbiye Hanım Ankara'da iken müracaat ettikleri Yalova'daki Huzur Evi'ne nakil işlemleri hızlandırılacaktı. Aradan geçen bir seneye rağmen henüz sıra gelmemişti. Ortaya çıkan bu yeni durum vesilesiyle Kurumu aradıklarında Zülbiye Hanımın üçüncü sıraya geldiğini, muhtemelen iki üç ay içinde naklin mümkün olabieceğini öğrendiler. Yapılması gereken bu iki üç aylık sürede Bursa'daki bakımın devamını sağlayabilmekti. Metin Bey Bursa'ya giderek önce durumu teyzesi Rukiye Hanımla, ardından da yengesi ile görüştü. Her ikisi de iki üç ay daha idare edebileceklerinin sözünü verince rahatlamıştı. Aradan bir ay geçmeden sıranın geldiği haberi gelmişti. İbrahim Bey kardeşini arayarak bu güzel müjdeyi verdi.
Metin Bey haberi vermek için Bursa'ya gittiğinde yüzlerde yorgunluk ve biraz da çaresizlik hemen belli oluyordu. Celal Bey'in çocukları da artık eskisi gibi candan hareket etmez olmuşlardı. Gönülsüz bir "hoşgeldin" ardından, sohbete dahi gerek duymadan herkes köşesine çekiliyordu. Arzular ile hayatın gerçekleri her zaman örtüşmüyordu. "Endişe etme, biz ömrünün sonuna kadar bakarız" derken, vazifelerinin bu denli zor, teferruatın çok yorucu olduğunu tahmin edemişlerdi. Profesyonel organize gerektiren bu türden hastaların evde bakımının, belli bir aşamadan sonra, sadece bakan için değil, hasta için de dayanılmaz zorlukları vardı. Nitekim aynı dertten muzdarip bir kardeşleri evde bakım sırasında yanlışlıkla içtiği çamaşır suyu sebebiyle komaya girmiş, yapılan tüm müdahelelere rağmen dokuz gün sonra hayatını kaybetmişti. Pişmanlık olduğu söylenemezdi, ama yorgunluk ve biraz da bıkkınlık olduğu belliydi. Nakil için sıranın geldiğini öğrendiklerinde bir rahatlama sezilse de, özellikle Şahide Hanım için "Fındığım" diye hitap edip aylarca hizmetini gördügü Zülbiye Hanımdan ayrılmak zor geliyordu. Kardeşi Celal Bey de en az Metin Bey kadar duygulu biriydi. Gözleri yaşarmış, kirpikler damlaları zor tutuyordu...
Metin Bey o gece yine orada sabahladı. Kimse lüzumundan fazla konuşmuyor, konuşamıyordu. Zoraki yapılan kahvaltıda lokmalar zehir, çaylar şekersizdi sanki. "Hicret" devam ediyordu. Koca dünya küçük bir bedene dar gelmiş, sığınacak yer arar gibiydiler.
Giysiler alel acele bir valiz, birkaç torbaya yerleştirildikten sonra Metin Bey annesinin yanına oturarak; "Anacığım, Yalova'ya, evimize gidiyoruz" dedi, gerisini getiremedi. Ağlamamak için dudaklarını ısırıyordu. Pardesüsü giydirilerek asansörle aşağıya indirildi. Celal Bey direksiyonun başına geçmiş başı öne eğilmişti. Az sonra Metin Bey, annesi ve Rukiye Hanım da arabada yerlerini aldılar. Şahide Hanımın yüreği birlikte gelmeye elvermemişti. Vedalaştılar. Araba hareket ettiğinde Zülbiye Hanım anbean yıllarca özlemini çektiği Yalova'ya yaklaşmaktaydı. Ne yazık ki artık Yalova anlamını yitirmiş, özlem ve anılar tümden silinmişti.
İbrahim Bey Ankara'dan Çınarcık'daki huzurevine gelmiş, gerekli işlemleri yapmakla meşguldü. Bir yandan da annesinin getirilmesini bekliyordu. Oysa Metin Bey'in arzusu bu vesileyle bir kerecik daha annesini evine götürmek, ikramda bulunmaktı. Kurumda öğlen paydosu sebebiyle ziyaret saatlerinin 13:30 da başlamasını da fırsat bilerek direksiyonu Eski Termal Yolu'na kırdılar. Her iki tarafı sıra sıra Çınar ağaçları ile uzanıp giden yoldan geçerek evin önünde durdular. Komşunun köpeği Çapkın mutluluktan kuyruğunu sağa sola sallayarak Metin Bey'in ayağını dibinde bitmişti. Ardından Fatma Hanım da komşusunun geldiğini görünce bahçe işini öylece bırakıp hızlı adımlarla karşılamaya gelmişti. Zülbiye Hanım dizleri az bükülmüş, kardeşlerinin kolları arasında arabadan eve doğru ilerlerken Fatma Hanımın şaşkınlık ve üzüntüsünü tarif etmek imkânsızdı. Yıllarca nice mutlu günlerini paylaştığı komşusuyla göz göze gelmiş, tanımamıştı. Fatma Hanım bir Zülbiye Hanıma bir de Metin Bey'e bakıyordu. Gözleri dolmuştu. Belli ki bu kadarını beklemiyordu. Misafirler eve girerken Fatma Hanım da üzgün ve hayal kırıklığına uğramış şekilde ağır adımlarla işinin başına dönüyordu.
Misafirlere balkonda yer gösterip annesini de baş köşeye oturttuktan sonra süratle mutfağa koştu Metin Bey. Bu sıcak havada karpuz iyi giderdi. Dolaptan koca bir karpuz çıkarıp dilimledikten sonra yanına yiyecek başka şeyler de ilave ederek masayı güzelce hazırladı. Zülbiye Hanım yine huzurlu ve neşeli görünüyordu. Öğlen namazları kılındıktan sonra artık Huzur Evi'ne gitme vakti gelmişti. Biraz daha gecikseler işlemler bir gün sonraya sarkabilir, İbrahim Bey'in morali bozulabilirdi. Kışlık giysilerin bir kısmı evde bırakılarak birlikte 25 dakikalık mesafedeki huzurevine vardıklarında ikindi ezanı okunuyordu. Girişte kimlik gösterip içeri girdiler. İbrahim Bey de onlara doğru geliyordu. Annesine sarılıp yanaklarından öptükten sonra koluna girerek birlikte 1. kattaki odasına doğru ilerlediler.
Bu Huzurevi inşa edileli henüz iki yıl olmuştu. Geniş bir arazi üzerine kurulu, etrafı açık ve yemyeşil ormanlıktı. Uzaktan deniz, ötesinde de açık havalarda İstanbul kıyıları görülebiliyordu. Her yer pırıl pırıl, temiz ve bakımlıydı. Yemekler hergün farklı ve lezzetliydi. Hatta her gün saat 15:00'te ara öğün bile vardı. Ankara'daki huzurevi ile kıyaslanamayacak nitelikte güzel ve farklıydı. Personel güleryüzlü ve gayretliydi. Binanın ikinci katı kendi ihtiyaçlarını karşılayabilen, nisbeten iyi durumda olan yaşlı hanımlar için, üçüncü katı ise yaşlı erkekler için tahsis edilmişti. Bina dışında çiçekler arasındaki kamelyalarda ve geniş salıncaklarda dinlenme, görüşme imkânı mevcuttu. Arzu edenler için her dâim sessiz ve sakin yerler vardı.
Metin Bey Celal Bey'le kurumun mescidinde ikindiyi eda ederken Rukiye Hanım ile İbrahim Bey Zülbiye Hanımın eşyalarını dolaplara yerleştirmekle meşguldü. Oda ferah ve geniş pencereliydi. Her odanın içinde banyosu ve bir de balkonu vardı.
Fazla eşya olmadığından dolaba yerleştirme işi çabuk tamamlanmış, hep birlikte kamelyaya geçmişlerdi. Yanlarında getirdikleri meyva, kuruyemiş ve diğer yiyecekleri afiyetle yedikten sonra Zülbiye Hanım odasına çıkarıldı. Getirildiği yerin hastane, sebebin de diz ağrıları olduğu söylendiğinden fazla tedirgin değildi Zülbiye Hanım. Zaten çok şeyin farkında değildi. Bazen tanımadığı insanlara dahi gülücükler atabiliyordu. Bakıcılarla dikkat edilmesi gereken bazı hususlar etraflıca konuşulduktan sonra Zülbiye Hanımı önce Allah'a sonra da sorumlulara emanet ederek ayrıldılar. Celal Bey kızkardeşi Rukiye Hanımla Bursa'ya dönerken Metin Bey de ağabeyi ile baba ocağına, evlerine döndüler.
Zülbiye Hanımın yeni bir ortama girmeyi garipseyebileceği de dikkate alınarak bir ay kadar her gün ziyaretine gidiyorlardı. Birlikte bir çanta ayarlamışlar, her gün mevsimlik bir meyva, biraz kuruyemiş, meyva tabağı, bıçak, mendil ve bir şişe su götürüyorlar, saatlerce birlikte kalarak alışmasına, gariplik çekmemesine yardımcı oluyorlardı. Aynı katta bulunan Dr. Kader Hanım ve bir alt kattaki Müdür Mehmet Bey ile tekrar tekrar görüşerek, özellikle ilaçlar konusu bir neticeye bağlanmıştı.
İbrahim Bey yıllar önce geçirdiği ağır bir ameliyattan sonra fizik tedavisi görmek zorunda kalmış, belli aralıklarla buna devam ediyordu. Gitmesi gerekiyordu. Annesini öpüp okşadıktan sonra yanından ayrıldı. Metin Bey kendisine otobüs garına kadar refakat edip, otobüs hareket ettikten sonra evin yolunu tuttu.
Koca binada tek başınaydı. Burada kaldığı her gün yalnızlığın ne demek olduğunu daha iyi anlıyordu. Zaman geçtikçe yalnızlık dayanılmaz hale geliyordu. Eşinin vefatından sonra Zülbiye Hanım bu binada yaklaşık on sene yalnız yaşamıştı.
Ağabey'inden üç hafta kadar sonra gelen bir telefon üzerine Metin Bey'in de Berlin'e gitmesi gerekiyordu. Personelin güleryüzlü ve gayretli olmalarına rağmen annesini bırakıp gitmek zor geliyordu. Garip kalacağını düşünüyor, huzursuz oluyordu. Uykusuz geceler yine başlamış, bir çare arıyordu. Sonunda kurumun psikoloğu Atiye Hanımla görüşerek ayrıca özel bir bakıcı tutulması konusunda yardımını talep etmiş, o da ilgileneceğini söyleyince biraz rahatlamıştı.
Vedâ günü Metin Bey yine bir elma, bir salkım çekirdeksiz üzüm, iki-üç kayısı, bir avuç fındık-fıstık-cevizi bir kaba koyarak huzurevinin yolunu tutmuştu. Yalova minibüsü ile Çınarcık yol ayrımına kadar geldikten sonra araçtan inmiş, hava çok sıcak olduğundan durak yerine az ötesindeki ağacın gölgesinde Çınarcık minibüsünü beklemeyi tercih etmişti. Düşüncelere dalmış olacak ki önünden hızla geçen minibüsü farketmemişti. Her gün bu vakitlerde bu durakta beklediğinden, şoför ağacın gölgesinde bankta oturan kişiyi tanımış, yasak olmasına rağmen yavaş yavaş geri gelerek önünde durmuştu.
Metin Bey hızla
minibüse binip, şoföre teşekkür ederek yerine oturdu.
Yine öyle
olmuştu. Oğluna sıkı sıkıya sarılırken, bir yandan da hecelerin üzerine yavaş
yavaş basarak "oğlum, çok ağladım, sen gelmeyince yetim gibi boynum yana
düştü" diyebilmişti.
Metin Bey bir
yandan annesini teselli ediyor, diğer yandan kamelyaya doğru götürüyordu. Etraf
kuş seslerinden cıvıl cıvıl, hava güneşli, mis gibi bir bahar kokusu vardı.
Zülbiye Hanım masanın üzerine serilen yiyecekleri yerken, Metin Bey cep
telefonundan annesinin sevdiği ilahileri açmış, kendisi de eşlik ediyordu. Bu
arada Zülbiye Hanım iyice sakinleşmiş, yine tebessüm eder, espirilere gülerek,
gülümseyerek karşılık verir olmuştu. Metin Bey geçen zaman içinde sayısız
defalar annesi ile bir araya gelip gözlemlediğinden, hangi kelime ve cümlelere
nasıl tepki verdiğini öğrenmişti. Annesini güldürmek, gülümsetmek hiç de
zor olmuyordu. "Anneciğim bugün yine neşelisin, maşaallah" dediğinde
yine şaşkınlığa sebep olan bir cevap almıştı; "Oğlum, sen olmayınca (bir
eliyle boğazını göstererek) bu yediklerim buradan aşağıya inmiyor". Belli
ki çoğu boşluklara rağmen, duygularını, düşüncelerini ifade edebiliyordu. Zaten
Metin bBy'in belini büken, acı veren de buydu. Yalnızlığını, hasreti, özlemi,
acıyı hissedebilen birini, yeryüzündeki en değerli varlığını nasıl bırakıp
gidecekti?
Mecburdu. Yapılması
gereken işler, halledilmesi gereken başka sorunlar da vardı. Annesini tekrar
tekrar öperek, okşayarak yerine götürdü. Vedalar acı verirdi. Vedalaşmamalı,
gidişini belli etmemeliydi. "Anneciğim Müdür Bey'le görüşüp geleyim, olur
mu?" dedikten ve "tamam" cevabını aldıktan sonra bir avucuna da
kuruyemişlerden bırakarak yanından ayrıldı.
Kapının önünden
minibüs geçmesine rağmen binmemiş, yürümeyi tercih etmişti. Yine düşünceliydi.
Anılar bir bir gözlerinin önünden geçip gidiyordu. Eskiden ne kadar da güzeldi.
Türkiye'ye gelmenin heyecan ve mutluluğu günler önceden başlardı. Öyle ya,
yolunu bekleyen, gittiğinde karşılayacak, kucaklayacak birileri vardı. Babası
vardı...Annesi vardı. Kimsesi kalmamıştı. Onlar olmayınca koskoca bina bile
gözünde yabancılaşmış, küçülmüştü. Üstelik gelirken yaşayamadığı o mutluluğu,
giderken de yaşayamıyordu. Uğurlayan kimse olmadığı gibi, tüm olumlu yanlarına
ve niteliklerine rağmen adı Huzurevi olan ve içinde boynu bükük ve yalnız bir
insan bırakıyordu...Annesini!
Berlin'e geri
döneli daha bir hafta olmadan kurum görevlilerinden Atiye Hanımdan mesaj
gelmişti. Aranılan nitelikleri haiz bir özel bakıcı bulunmuştu. Üstelik hasta
bakıcı sertifikası da mevcuttu.
Tevafuk bu ya,
tam da o günlerde İbrahim Bey Yalova'ya gelmiş, annesini ziyaret ediyordu.
Atiye Hanım'la karşılaştıklarında kendisine bulunan bakıcıdan bahsedince önce
şaşırmış, sonra da sebebini anlayınca görüşmek istemişti. Görüşmeden sonra
Metin Bey'i arayarak öncelikle -haklı olarak- neden önceden haberdar
edilmediğini sordu. Metin Bey, ağabeyinin onaylama ihtimalini düşük gördüğünden
ve bir bakıcı bulmanın da zaman alacağını düşündüğünden haber vermemiş,
verememişti. Sebebin bu olduğunu söylemek yerine kısaca "haklısın, haber
vermem gerekirdi" demeyi uygun buldu. İbrahim Bey, Yalova'ya getirme
fikrinin kendisine ait olduğundan bahisle, "annem için ne yapılmasına da
artık sen karar vereceksin, ben de elimden geldiğince sana destek olurum"
diyince Metin Bey rahatlamıştı. Bulunan bakıcı Filiz Hanımla ücret konusunda
mutabık kaldıklarını ve hemen yarın ise başlayacağını belirtti. Her gün öğle
vakti gelecek, kurumun yetersiz kaldığı hususlarda yardımcı olacaktı. Spor
yapmasına, hareket etmesine, temizliğine, giyimine ve yemesine dikkat
edilecekti. Akşam yemeğini yedirdikten sonra da mesai bitmiş olacaktı. Eksik
bir şey gördüğünde de ya gidermeye çalışacak, ya da mümkün değilse Metin Beyi
haberdar edecekti.
Filiz hanım
otuzlu yaşlarda, güleryüzlü, gayretli, şefkatli bir bayandı. Zülbiye Hanıma
sevgi ile yaklaşıyor, bakıcıların yaptırmakta zorlandıkları işleri kolaylıkla
yaptırabiliyordu. Banyo da bunların başında geliyordu. Güvenilir, iyi bir
insandı. "AnneM" diyordu Zülbiye Hanımdan bahsederken.
Aradan geçen üç
ay içinde Zülbiye Hanımın uyku bozukluğu ortadan kalkmış, iştahı da yerine
gelmişti. Her günkü egzersizlerin büyük faydası oluyor, ihtiyaçları vaktinde
gideriliyordu.
Havaların iyi
gitmesini fırsat bilen Metin Bey iki haftalığına da olsa annesini ziyaret
etmeye karar verdi. Türkiye'yi âdetâ su yolu etmişti. Yanında götürdüğü ufak
valizini eve bırakır bırakmaz soluğu yine Huzurevinde almıştı. Filiz Hanım
Pazar günleri tatil yaptığından bu gün yine yoktu. Zülbiye Hanım oğlunu görünce
yine tanımış, kollarını iki yana açarak bağrına basmıştı. Neşeli, huzurlu
görünüyordu. Fazla zayıf da sayılmazdı. Metin Bey her zaman olduğu gibi yine
annesinin koluna girip kamelyaya kadar götürdü. Yanında getirdiklerini
yedirirken bir yandan da cep telefonundan türkü dinletiyordu. Türkünün son
bölümü dikkatini çekmişti. "Güzel" dedi. "Tekrar aç!"
Sonuna kadar dinledikten sonra kapayıp yine basit cümlelerle sohbete
koyuldular. Maksat neşelendirmek, güldürüp gülümsetebilmekti. Rüzgâr
hafiften ısırmaya başlayınca ana binaya geri dönmek için ayaklandılar. Metin
Bey yine annesinin koluna girmiş ilerlerken umulmadık bir şey oldu. Zülbiye
Hanım daha önceleri dinlemediği türkünün son dizelerini hiç
şaşırmadan tekrar ediyordu;
"Hasta oldum
gelmedin anam,
Bari can verende
gel"
tekrar...tekrar ve yine tekrar! Anlamını anladığı açıktı.
...
Huzurevine vardığında kimliğini bırakıp içeriye girince annesini koridorda gezinirken gördü. Biraz şaşkın, üzgün, hayli telaşlı bir haldeydi. Alzheimer'li hastalar çıkıp kaybolmasınlar diye tüm odalara açılan koridor kapısı kilitli tutuluyordu. Zülbiye Hanım bu cam kapının dibine kadar gelmiş açmaya çalışıyor, şifreli kapı bir türlü açılmıyordu. Metin Bey süratle kapıyı açtırıp annesini kucakladığında Zülbiye Hanım ağlamaya başlamıştı. Her ne kadar duygularını ifade edip düzgün cümleler kuramasa da belli ki hâlâ çoğu şeyin farkındaydı. Hatta öyle zamanlar oluyordu ki, âniden çok anlamlı bir iki cümleyi peşpeşe sıralayabiliyordu.
...