Card image cap
Sessi̇z hiçkirik -2-


SESSİZ HIÇKIRIK -2-

      --- Lütfü amcamızı kaybettik maalesef. Başınız sağolsun


       Eli İbrahim Bey'in omuzundaydı. İşittiği cümleler beyninde yankılanıyor, başı uğulduyordu. Gözleri buğulanmış, ağlamamak için dudaklarını ısırıyordu. İkram edilen bir bardak suyu içtikten sonra babasını son bir kez görmek istediğini belirtti. Birlikte morga giderlerken Ayakta güçlükle duruyordu. Metanetli olmak zorundaydı. Ailenin sorumluluğu artık onun omuzlarındaydı.


        On dakika kadar sonra morgtan çıktığında doktor kapıda kendisini bekliyordu. Yapılması gereken işlemler konuşulduktan sonra İbrahim Bey yıkılmış vaziyette eve doğru yola koyuldu.


     Vardığında hemen yukarı çıkmamıştı. Kapının önünde bir süre dalgın dalgın gezinip durmuş, özellikle de annesine bu acı haberi nasıl vereceğini düşünüyordu. Eve girdiğinde Zülbiye Hanım uyuyor, kardeşleri ise ayaktaydı. "Gelin!" dedi sessizce kardeşlerine. Birlikte koridoru geçip en uzaktaki odaya girdiler, kapıyı kapattılar. İbrahim Bey'in dudakları titriyor, bir türlü söze başlayamıyordu. Bir şey söylemesine gerek de kalmamıştı zaten. Hıçkırıklar yükselmeye başladığında İbrahim Bey müdahele etme gereği duydu. Annelerinin yanında metin olmalarını, daha fazla üzülmemesi için teselli etmelerini sıkı sıkıya tembihledi. Kendilerine gelene kadar beklemelerini belirtip odadan çıktığında annesi ile karşılaştı. Sese uyanmış, durumu anlamıştı. Metanetini korumaya çalışsa da, kolay olmuyordu. Yanağından süzülen gözyaşlarını mendille siliyor, İbrahim Bey'e yaslanarak destek almaya çalışıyordu.


       Akraba ve dostların da vefattan haberi olmuş, bir gün sonra herkes hastaneye akın etmişti. Onların da yardımıyla tüm işlemler kısa sürede tamamlanmış, Lütfü Bey'in naaşı yıkanıp kefenlendikten sonra musallaya getirilmişti. 

     Kılınan namazın ardından akrabaların ve üç evladının omuzlarında mezara taşındı Lütfü Bey. Okunan Kuran'ı Kerim ve yapılan dualardan sonra herkes dağılmış, en sona Metin Bey kalmıştı. Mezarın başucunda toprağı okşuyor, bir yandan da dua ediyordu. Eksikliğini farkettiklerinde İbrahim Bey mezara geri dönerek kardeşinin koluna girip kaldırdı, boynuna sarıldı. Birlikte araca doğru ilerlediler...

     Yalova'ya geri döndüklerinde vakit hayli ilerlemiş, gece yarısına yaklaşıyordu. Komşular yalnız bırakmamıştı. Getirdikleri yemeklerden ısrar ile bir kaç lokma da olsa yedirebildikten sonra onlar da müsade isteyerek evlerinin yolunu tuttular.

     Binanın buz gibi oluşu sadece sonbaharın soğuğundan kaynaklanmıyor olsa da, Zülbiye Hanım hemen bir kova dolusu odun getirip sobayı tutuşturdu. Dört kardeş annelerini yatırdıktan sonra bir odaya çekilip istişare ettiler. Her biri ayrı ayrı söz alarak düşüncelerini söyledi. Herkes annesine bakmayı arzu ediyor, ancak hiç biri Yalova'ya yerleşmek istemiyordu. Sonunda Zülbiye Hanımın Berlin'e götürülmesine karar verildi.

     Vakit gece yarısını çoktan geçmiş, sabah ezanı yaklaşmıştı. Kardeşler dinlenmeye çekilirken, Metin Bey abdestini alarak namaz vaktine kadar Kur'an okudu. Dualar etti. Namazdan sonra ise artık göz kapaklarına yenik düşmüş, koltuğun üzerinde uyuyakalmıştı.

     Evde derin bir boşluk, büyük bir eksiklik vardı. Hiç bu kadar garip olmamıştı bu bina. Bir an önce bu kasvetli havadan kurtulmak gerekiyordu. Kardeşleri Yalova'dan ayrıldıktan sonra Metin Bey de hiç vakit kaybetmeden gereken tüm işlemleri kısa sürede halledip biletleri almıştı. Gitmeden önce annesinin de yardımıyla birlikte binayı terastan zemin kata kadar yıkayıp iyice temizlediler. Ertesi gün öğleye doğru iki küçük valizle yola koyuldular. Yolculuk tahmin edilenden uzun sürmüş uçağa son anda yetişebilmiştiler.

     Berlin'e vardıklarında akşam üzeriydi. Önceden haber verdiği için Metin Bey'in büyük oğlu Ahmet karşılamaya gelmişti. Önce babaannesinin sonra da babasının boynuna sarılıp valizin birini aldı. Sıradaki taxinin bagajına eşyaları da yükleyip birlikte eve hareket ettiler. Oturdukları yer havaalanına yakın mesafedeydi. Onbeş dakika içinde eve vardıklarında Berrin Hanım da yemekleri hazırlamış, sofrayı kuruyordu. Gelenleri kapıda karşılayıp kayınvalidesinin boynuna uzun uzun sarıldı. Çok hassas yürekliydi. Gözleri nemli, üzgün şekilde; "Anneciğim başımız sağolsun, Allah rahmet eylesin" dedikten sonra pardesüsünü çıkarmasına yardım etti. Yol boyunca pek birşey yenmemişti. Hemen sofraya oturdular. Zaruret haricinde kimse konuşmuyor, konuşamıyordu. Yemek bittikten sonra birlikte oturma odasına geçtiler.

   Zülbiye Hanımın odası önceden itinayla düzenlenmiş, yeni giysiler alınmıştı. Metin Bey de, ilk günlerin garipliği geçene kadar annesi ile aynı odada kalmaya karar vermişti. Üçlü koltuk da kendisi için hazırlandı.

     Nisbeten sessiz ve sakin geçen ilk günlerin ardından, biraz da çocukların muzipliğinden olsa gerek, eve neşe gelmiş, Zülbiye Hanım da suskunluğunu bozmuştu. Birlikte sohbetler ediliyor, yürüyüşler yapılıyor, ağız tadıyla yemekler yeniyordu. Berrin Hanım kayınvalidesini çok seviyor, mutlu olması için elinden geleni yapıyordu. Kendileriyle sürekli kalmasını arzulasa da bir türlü ikna edemiyordu. Zülbiye Hanım "ille de Yalova" diyor, başka birşey demiyordu. O'na göre "insanın evi gibi yok"tu.

   Israr ve yalvarmalar sonuç vermeyince üçüncü ayın bitiminde Metin Bey annesini yeniden Yalova'ya götürmek zorunda kalmıştı. Birlikte huzur içinde güzel günler geçirdiler. Beşinci haftanın sonunda gelen telefon üzerine yeniden Berlin'e dönmesi gerekiyordu. Komşular; "Merak etmeyin, gözünüz arkada kalmasın, Zülbiye Hanımı asla yalnız komayız" deseler de, Metin Bey annesini ilk kez yalnız bırakmanın hüznü ve burukluğu içinde Yalova'dan ayrıldı.

    Günler ayları, aylar yılları kovalıyor, hangi çocuğu fırsat bulsa geliyor, bir süre annesi ile hasret giderip, hizmetini yaparak, ailesine, işine geri dönüyordu. En son geldiğinde İbrahim Bey annesinde tuhaflıklar sezinlemiş, doktora götürmüştü. Yapılan tetkiklerin neticesi hiç de iyi çıkmamıştı. Teşhis "Alzheimer"di ve tedavisi mümkün değildi. Üzüntüsü büyüktü. Tüm çabalarına rağmen annesini Yalova'dan ayrılmaya ikna edemeyince, kolaylık olsun diye evde bazı düzenlemeler yapmaya karar verdi. Lambaları harekete duyarlı hale getirdi, dolaplarda bulunan giysilerin, yiyeceklerin isimlerini iri harflerle görünür yerlere yapıştırdı, ilaçlar için de özel bir kutu ayarladı. Ankara'ya döneceği vakit kardeşlerini de hastalıktan haberdar etmiş, öyle gitmişti...

     Durumun vehametini henüz tam bilmese de çok geçmeden Metin Bey Yalova'ya geldi.. Yine neşe içinde akşam yemeği yenmiş, sohbet edilmiş ana-oğul istirahata çekilmişlerdi.

     Gece yarısını az geçiyordu. Zülbiye Hanım Metin Bey'in odasına girmiş, bir eliyle omuzunu hafifçe okşayarak; "Oğlum, kalk, akşam namazını kılacağız" diyordu. Metin Bey hayli şaşkın, yerinde doğrularak; "anacığım akşamı da, yatsıyı da kıldık ya. İki saat sonra sabah ezanı okunacak, gel seni yatırayım" dedikten sonra, koluna girerek odasına götürüp yatırmış, yorganı itinayla üzerine örterek çıkmıştı. Odasına geldiğinde şaşkınlığın yerini tarifi imkânsız büyük hüzün almış, hıçkırarak ağlıyordu. Gerçi, geleceğini bilmesine rağmen ilk kez balkona çıkıp yolunu gözlememesi dikkatinden kaçmamış, yine de üzerinde fazla düşünmemişti. Oysa durum tahmin ettiğinden kötüydü. Yemeklerin bazen aşırı tuzlu, bazen çok tuzsuz olmasının sebebi de anlaşılmıştı. Bulaşık suyunun yatağın altına saklanmasının da...Annesinin burada bu şekilde tek başına yaşaması artık mümkün değildi.

   Metin Bey üzüntüsünü belli etmemeye çalışıyordu. Neşe içinde yapılan kahvaltıdan sonra anacığının yanağına bir öpücük kondurup Allah'a ısmarladıktan sonra hemen komşuya gitti. Sebebini kısaca izah ettikten sonra bir bakıcı bulması hususunda yardımcı olmasını ricâ ederek alışveriş için marketin yolunu tuttu.

   Fazla beklemelerine gerek kalmamıştı. Üç gün kadar sonra aranılan niteliklere uygun biri bulunmuştı. Ümmühan Hanım kapı komşusunun çok yakından tanıdığı orta yaşlarda, mütebessim, güvenilir biriydi. Kendisine haber verilmiş, o da hiç vakit geçirmeden gelmiş komşuda Metin Bey'i bekliyordu.

     Akşam ezanı okunmaya yakın Metin Bey Yalova'dan ancak dönebilmişti. Rahat konuşabilmek için komşunun bakkalında buluşmayı uygun görmüşlerdi. Metin Bey durumu etraflıca anlatıp, beklentilerini bir bir sıraladı. Ücrette de mutabık kalınmıştı. Hemen işe başlamaması için sebep yoktu. Her gün sabah sekiz-dokuz gibi gelip, akşam ezanı okunurken gidecekti. Evi uzak olmadığından geliş-gidişlerde de bir problem yoktu. Vazifesi genel olarak, Zülbiye Hanıma arkadaşlık etmek, yemeklerini pişirip, alışverişini yapmaktı. Fırsat bulduğunda da bahçe ile uğraşacaktı.

     Önemli bir işi başarmanın mutluluğuyla Metin Bey eve geldi. Bir koku vardı. Kesif, kötü bir koku. Önce ocak tüpünü yokladı. Bir problem yoktu. Odalara teker teker girip çıkıyor, nereden geldiğini bulmaya çalışıyordu. Zülbiye Hanımın yatak odasına girdiğinde koku dayanılmaz hale gelmişti. Yatağın altına bakınca torbalar dolusu elmanın çürümüş olduğunu, akan suların da etrafa yayıldığını farketti. Ayağa kalktığında annesi kapıda duruyor, olan bitene bir anlam veremiyordu. Metin Bey annesine bakıyor, söyleyecek söz bulamıyordu. Kızamıyordu da. Bu hastalık böyle bir şeydi. İnsana olmadık işler yaptırabiliyordu.

     Vakit gece yarısına geliyordu. Metin Bey annesini bir koltuğa oturttuktan sonra ocakta su kaynattı. Tüm pisliği büyükçe bir naylon poşete doldurduktan sonra her tarafı sabunlu su ile bir güzel yıkadı, temizledi. Göz göze geldiklerinde Zülbiye Hanım sanki biraz mahçup, yaptığının yanlışlığını anlamış gibiydi. Başı öne eğikti. Metin bey; "Anacığım, çürük elmaları evin içine sokma, ağaçlarda yeterince sağlam var, onlardan getiririz" dese de, söylenenin az sonra unutulmuş olacağını biliyordu artık. Yatağına yatırdıktan sonra yine yanaklarından öperek odasına çekildi. Hayli yorulmustu. Başını yastığa koymasıyla uyuması bir oldu.

     Sabah saat 8:30 gibi Ümmühan hanım gelmişti. İlk günler yadırgasa da, çok geçmeden birbirlerine ısınmış, sevmişlerdi. Hatta öyle ki Zülbiye Hanım her sabah balkona çıkıp Ümmühan Hanımın yolunu gözleyip, akşam uğurlar olmuştu.

     Ne zaman ailesinin yanına gidecek olsa aklı hep geride kalıyordu Metin Bey'in. Ümmühan Hanımın tüm gayretine rağmen hep bir huzursuzluk vardı içinde. Uzun yürüyüşlere çıkıyor, başka çâreler arıyordu. Sık sık telefonla görüşüp annesinin sağlık durumu hakkında bilgi alıyordu. Yine bir Cuma vaktinde sesini duyup annesinin hayır duasını almak için aradığında telefona Ümmühan Hanım çıkmıştı. Biraz heyecanlıydı. Çok geçmeden sebebi anlaşıldı. Temizlik yaparken oturma odasındaki  halının altında altı bin lira para bulmuş, ne yapması gerektiğini soruyordu. Metin Bey kendi hesabına yatırıp annesinin ihtiyaçları için oradan harcamasını söylese de, içine sinmemiş, sonunda Metin Bey'in hesabına yatırmıştı.

   Gelen haberler Zülbiye Hanımın hafıza kaybının süratle ilerlediğini gösteriyordu. Yanlarına getirmek için yine Yalova'nın yolunu tuttu. Kesin kararlıydı. Annesinin Berlin'de kalabilmesinin hukuki bir yolunu bulmak için ne lazımsa yapacaktı.

    Metin Bey bu planından sadece Ümmühan Hanımı haberdar etmiş, gerek kalmayacağı için de hesabını kesmiş, helalleşmişti. Kısa sürede vize işlemlerini halledip birlikte yeniden Berlin'e döndüler.

     Uzun zamandan sonra Metin bey ilk kez bu kadar huzurluydu. "Yeryüzündeki en değerli varlığım" dediği, çok sevdiği annesi yanındaydı. Hastalığı üzücü olsa da meraklanmasına gerek kalmamıştı. Her gün Berrin hanımın özenle hazırladığı mis gibi kurabiyeleri, dilimlediği havuçları, elmaları, kuruyemişleri bir poşete koyarak, yakındaki parka gidiyorlardı. Termosla çay götürmeyi de aslâ ihmal etmiyorlardı. Büyükçe bir göl kenarında her zamanki bankta oturup, neşe içinde çaylarını yudumluyor, kuş cıvıltıları arasında poşettekiler bitene kadar vakit geçiriyorlardı. Birlikteyken çok mutlu ve huzurluydular. Buna hiç şüphe yoktu. Yine de kesin olan bir şey vardı ki, Zülbiye Hanım Yalova'yı unutamıyor, bir an önce evine dönmek istiyordu. Ancak iki hafta kadar dayanabilmişti. Hergün boynunu bir yana bükerek; "Yavrum beni evime götür...n'olursun" diyor, âdeta yalvarıyordu. O'nun bu ısrarı, bu arzusu, bu yalvarışı dayanılır gibi değildi...

     Metin Bey, annesinin bu üzüntüsünü hafifletmek, umudunu zinde tutmak için bir yöntem bulmuştu. Boş bir kağıda -- şeklinde on çizgi çekerek anacığının yatağının yanına yapıştırmış, "anacığım her gün bir çizgiyi + yapacağız, bitince seni Yalova'ya götüreceğim" demişti. Götürüleceği günün yaklaştığını görmenin mutluluğunu yaşaması için de her gün bir eksi'yi artı yapma görevini de annesine vermişti. Kalemi de baş ucuna koymuştu.

    Zülbiye Hanım mutluydu. "On gün, nedir ki, sabreder, göz açıp kapayıncaya kadar geçer" sanıyordu. Birinci, ikinci, üçüncü...derken eksiler azalmakta, gideceği gün yaklaşmaktaydı. Artılar altı, yedi kadar oldukça Metin bey kağıdı değiştiriyor, beşten ötesine izin vermiyordu. Zülbiye hanım unutkanlığın getirdiği zaafiyetten durumun farkında değildi. Lâkin, zamanın bir türlü geçmemesinden de yavaş yavaş sıkılmaya başlamıştı. Bir akşam Metin Bey eve döndüğünde yine anacığının yanına gitmiş, yanaklarını öperken gözü yatağın kenarında duvarda asılı kağıda gitmişti. Sonuncusu hariç, tüm eksiler artı yapılmıştı.

     Şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibiydi. Hiç belli etmeden kâğıdı değiştirdi. Üzerinde yine on işaret vardı, bunlardan da altısı artı, dördü eksiydi. Üstelik kâğıt annesinin uzanamayacağı yükseklikte duvara yapıştırılmıştı.

     Biraz şakalaşma, sohbetten sonra Zülbiye Hanım yine boynu bükük halde; "Oğlum, hani gidecektik, ne olursun beni Yalova'ya götür, bahçemde yapılacak bir sürü işim var" diye yalvarmaya başlamıştı. Bu defa ilk kez bahçe de bahane olarak dillendirilmişti. Oysa bahçe ekilmemiş, yapacak birşey de yoktu. Metin Bey duvardaki kağıdı göstererek dört gün kaldığını belirttiğinde sükût etse de, annesine bu hasret açısını daha fazla yaşatmaya hakkı olmadığını düşündü. Bu şekilde ancak ikibuçuk ay oyalayabilmişlerdi. "Peki anacığım, sabah kalkar kakmaz biletleri almaya gideceğim" dediğinde Zülbiye Hanımın gözlerinin içi gülmüş, sevinçle oğlunun boynuna sarılmıştı.

     Berrin Hanımla istişareden sonra kesin kararını vermişti Metin Bey. Annesini götürecek, emeklilik işlemlerinin neticelenmesini beklemeden Yalova'ya yerleşecek, ömrünün sonuna kadar annesine bakacaktı. Çocukların okulu ve kayınvalidesinin sağlık durumu elverse belki ailece Türkiye'ye yerleşmeyi dahi düşünebilirlerdi.

     Türkiye'ye gidileceği gün Zülbiye Hanımın mutluluğu görülmeye değerdi. Kanatları olsa, uçaktan önce havalanacak gibiydi. Birlikte yapılan kahvaltıdan sonra Metin Bey ailesiyle vedalaştı. Hayli üzgün olan Berrin hanım'ın tek tesellisi, fırsat buldukça Yalova'ya gidebilme ihtimal ve imkânının olmasıydı.

     Yorucu bir yolculuğun ardından Yalova'ya vardıklarında bina toz içindeydi. Yaklaşık üç ay içinde örümcekler hayli mesai yapmış, münasip yerlere muntazam şekilde ağlarını germişti.

     Dört günlük temizliğin ardından bina kendine gelmeye başlamıştı. Havalar henüz sıcak, her taraf yemyeşildi. Günler tek düze geçse de dayanılmaz gibi değildi. Zülbiye Hanımın en değerli dostu Kur'an'ıydı. Hergün sayfalarca okur, huzur bulurdu. Namaz kılmayı unuttuğundan, Metin Bey'in seccadesini açmasını bekler, göz ucuyla onu takip ederek namaz kılmaya çalışırdı.   Sureleri unutmuş olmasının ne önemi vardı ki? Bu derdi veren Rabbi ondan ibadet beklemiyordu. O artık imtihandan muaftı. İmtihanda olan Metin Bey ve kardeşleriydi!

     Kaybolmasını önlemek için evin anahtarı sürekli dış kapının arkasında asılı durur, akşam yatılacağı zaman da ihtiyaten üstten sürgülenirdi. O gün de öyle yapılmış, ana-oğul istirahate çekilmişlerdi. Daha uykuya yeni geçmişlerdi ki Metin Bey bir gürültüyle irkildi. Ses alt kattan, giriş kapısından geliyordu. Zülbiye Hanım da farketmiş olmalı ki, Metin Beyden önce merdivenlerden inmiş, kapının üstten sürgüsünü açmıştı. Gelen oğlu Kadri Bey'di. Kimsenin evde olmadığını düşünmüş olacak ki, gelmiş, anahtarıyla kapıyı aralamış, üstten sürgü olduğundan giremiyordu. Zülbiye Hanım gelenin kim olduğunu görmüş, kapıyı açtıktan sonra oğlunun yüzüne dahi bakmadan odasına geri dönmüştü. Metin Bey de onunla birlikte içeri girmiş, kapısını kapatmıştı.

     Kadri Bey, babasının vefatından sonra "ben bakarım" demesine rağmen annesi ile gerektiği gibi ilgilenmemiş, üstelik bankadaki yüklü miktarda parasını çektirip ortadan kaybolmuştu. Yalvarışları işe yaramamış, geri iade etmemişti. Zülbiye Hanım, azheimer olmasına rağmen henüz bunu unutmamış, yüzüne dahi bakmıyordu. Bazen kendini tutamayıp beddua dahi ediyordu. Kızı Hale Hanım gibi o da arsız ve hayırsız çıkmıştı.

     Kadri Bey üç gün boyunca çatı katındaki odasından çıkmadı. Ne aşağıya inip annesi ile görüşecek yüzü, ne de mutfağa girip yemek yapabilme imkânı vardı. Üç gün sonunda çekip gittikten sonra Metin Bey kaldığı odaya girdiğinde kuru bir dilim ekmek, boş bir yoğurt kabı buldu. Belli ki yanında getirdiği bir kaç parça yiyecekle idare etmişti. Kızgınlığına rağmen o an acı ve acıma duygusu hissetmişti. Hizmetini yaparak hayır duasını almak varken, zillete düşüp bedduasını almak ne korkunç bir şey...

     Metin Bey Yalova'da yaşama mecburiyetine kendini iyiden iyiye alıştırmaya başlamıştı ki bir akşam üzeri İbrahim Bey âniden çıkıp geldi. Sağlık problemlerine rağmen, vicdanı elvermemiş, zor da olsa eşini ikna ederek Yalova'ya gelmişti. Annesine hizmet edecek, hayır duasını alacaktı. Bu durum Metin Bey için büyük sürpriz olmuş, çok sevinmişti. Bu vesileyle ailesine kavuşup, hasret giderebilecekti.

     Omuzlarından alınan yükün büyük mutluluğunu içinde bir kaç gün sonra Berlin'e döndü Metin Bey. Sonbahar kapıda, kış az ötedeydi. Kendisi de tedavi gördüğünden İbrahim Bey için zor bir hayat başlıyordu. Nitekim tahmin edilenden de kısa bir süre içinde sinirleri gerilmeye, yorulmaya başlamıştı. Sabır sınırları zorlansa da Metin Bey'e haber vermemeyi tercih etmişti. Bazen kendisine hakim olamayıp annesine bağırıp çağırıyordu. Zülbiye Hanım elinde olmayan bu durumun çaresizliği içinde korkuyor, sesini çıkarmıyordu. Aradaki mesafeye rağmen komşular dahi bu bağırtıları farketmiş, İbrahim Bey'i ikaz etme gereği duymuşlardı. Kültürlü insandı. O da yaptığı yanlışların farkındaydı aslında. Farklı hareket etmek elinde değildi. Annesini çok seviyor, kalbini kırdıktan sonra da kendine kızıyor, gönlünü almaya çalışıyordu.

     Hastalık ilerledikçe problemler çoğalıyor, büyüyordu. İbrahim Bey, mümkün oldukça annesini yalnız bırakmamaya çalışıyor, gece bile yanından ayırmıyordu. Kalktığında haberi olsun diye de geceleri sırt sırta verip uyuyorlar, alışverişe dahi çoğu kez birlikte gidiyorlardı.

     İbrahim Bey Silahlı Kuvvetler'de Jandarma olarak uzun zaman görev yapmış emekli bir yarbay'dı. Görevi icabı Hakkari, Şemdinli, Şırnak gibi tehlike ve terörün yoğun olduğu yerlerde en zor şartlarda görev yapmasına rağmen hiç bu kadar zorlanmamış, çaresiz kalmamıştı. Kimle ve hangi doktorla konuşsa hep aynı şeyi işitiyordu;

     "İbrahim Bey, bu sizin üstesinden gelebileceğiniz bir iş değil. Bu hastalığa yakalanan insanların profesyonelce bakımı gerekir. Yapmanız gereken en doğru şey, annenizi bir Bakımevine götürmeniz. Geciktirirseniz siz de hasta olacaksınız."

   Tüm bu telkinlere rağmen, doğruluğunu bilse dahi annesini bir bakımevine götürüp bırakmaya gönlü bir türlü elvermiyordu. Düşüncesi dahi içini sızlatıyor, yüreğini burkuyordu. Mümkün oldukça o ayrılığı geciktirmeye çalışıyordu.

     Bir gün alış-verişten eve döndüğünde annesinin evde olmadığını gördü. Hafif ürperse de "belki komşuya gitmiştir" diyerek doğruca Fatma Hanımın yanına gitti. Yoktu. Çevrede kime uğradıysa bulunamamıştı. Endişenin yerini korku ve telaş almıştı. Birkaç sokak aşağı-yukarı koşuşturduktan sonra yorgun argın eve döndü. Hemen polisi ve jandarmayı aradı. Onlara da bu yönde bir ihbar gelmemişti. Vakit akşam üzeri, hava kararmaya yüz tutmuştu. İbrahim Bey çıldıracak gibiydi. O esnada telefonu çalmaya başladı. Arayan Lütfü Bey'in Yalova'daki kuruyemişçisiydi. Zülbiye hanımı tesadüfen minibüs durağında görmüş, kaybolduğunu anlayınca dükkâna getirmişti. Telefonu kendisine uzatınca Zülbiye Hanım ağlamaya başladı;

     --- Oğlum evi kaybettim, n'olur gel beni al!

     İbrahim Bey önce annesini sakinleştirdi. Beklemesini, az sonra geleceğini haber verip, ardından acele ile ilk minibüsle aşağıya inmişti.

      Bu ve benzeri durumlar İbrahim Bey'in sinirlerini hayli yıpratmıştı. Takati tükenmiş, perişan olmuştu. Bitkindi. Artık aldığı depresyon ilaçları ile ayakta durabiliyordu. En son gittiğinde nöroloji doktoru bu halini görmüş, "İbrahim Bey, maç bitmiş, uzatmaları oynuyorsunuz, farkında değilsiniz!" demişti. O da bunu kabul etmiş olacak ki gereken hazırlıklara başlamış, araştırmaları yapmıştı. İkâmet ettiği Ankara'da bir Huzurevi vardı. Sahibi arkadaşıydı. Kendisiyle konuşarak annesini oraya emanet etmeye karar verdi. Yine de kardeşlerini bu durumdan haberdar edip, onaylarını almak ihtiyacı hissetmişti. İlgisizliklerini bilmesine rağmen Kadri Bey ve Hale Hanım dahil üç kardeşine de birer mesaj gönderip fikirlerini ve varsa çözüm önerilerini sordu. Hale Hanım ve Kadri Bey alınan kararı uygun bulmuş, Metin Bey ise aslâ düşünmediği ve kabullenemeyeceği böyle bir karardan vazgeçirmek için abisine alternatif olabilecek çeşitli önerilerde bulunmuştu.

     Huzurevi şayet bir çözüm ise, bu en son çâre olmalıydı. Öncelikle yeniden Berlin'e getirerek en azından bir üç ay daha zaman kazanmak mümkündü. Bu süre içinde de kimseden bir öneri gelmezse Yalova'ya birlikte döner, yine bir yardımcı tutarak annesinin bakımını yapabilirlerdi. Denemeye değerdi.

    Oysa İbrahim Bey kararlıydı. Ancak sekizbuçuk ay dayanabilmişti. Hayli zorlansa da, verdiği kararın doğruluğuna kesin iknâ edilmişti. Annesi için profesyonel bakım en ideali ve tam zamanıydı!

     Metin Bey'in, kırmaktan da imtinâ ederek yaptığı diğer öneriler de kabul görmemiş, her defasında aynı gerekçelerle iknâya çalışılmıştı. Sorumluluğun bedeli büyük olup, sıkıntısını da annesi çekebilir endişesiyle o da daha fazla direnememişti.

      Gülümseyen güneşe inat kahır kokuyordu gün...

    Zülbiye Hanım o gün olacaklardan habersiz tatlı bir telaş ile balkona çıkmış, Bursa'dan gelecek kardeşlerinin yolunu gözlüyordu. Fazla geçmeden, yeşillikler arasında kıvrım kıvrım uzanan yolun sonunda beklenen misafirler görünmüştü. Araba bahçe kapısının önünde durana kadar, o da çoktan aşağıya inmişti. Neşesine diyecek yoktu. Birlikte içeriye geçip hasret giderirlerken büyük oğlu İbrahim Bey verdiği kararın derin üzüntüsü içinde yapılması gereken son işleri halletmekle meşguldü.

    Bütün katların kapıları kontrol edilmiş, kilitlenmiş, bir tek binanın elektrik ve suyunun kapanması kalmıştı. Zülbiye Hanım farketmesin diye de üç-beş giysi ve zarûri eşyalar önceden bir valize yerleştirilip arabanın bagajına koyulmuştu.

     Lütfü Bey'in yıllarca hayâlini kurup, büyük emek vererek yaptığı bina, vefatından yıllar sonra hayat arkadaşına dar gelmiş gibi, az sonra büyük bir yalnızlığa, koyu bir karanlığa gömülecekti.

     Rukiye Hanım ve Celal Bey'in verilen karardan haberleri vardı. -Belki de son kez- birlikte yedikleri yemekten zerrece tat alamamışlar, zoraki tebessümlerinin ardından gelen gözyaşlarına engel olamamışlardı.

     Oysa ne vardı ki sanki üzülecek...ağlayacak? Şunun şurasında "az sonra oğlu ile birlikte doktora muayaneye gidecek, fazla kalmayıp geri döneceklerdi" sanıyordu Zülbiye Hanım. Ne alzheimer olduğunun, ne de nereye götürüldüğünün farkındaydı.

  Takvimler Temmuz ayının 17'sini gösteriyordu. Suyun vanaları kapatılmış, elektirik şalterleri indirilmişti.

    Bu bina hiç bu kadar ıssız kalmamış, bu bahçe hiç bu kadar hüzün kokmamıştı. Sâyet yeterince hassas olabilseydi, gözler bahçedeki ağaçların ve çiçeklerin hıçkırıklarını duyarlardı kesin.

     İçi kan ağlıyordu herkesin.

     Bir vedâ bu kadar mı zor olurdu...

     Kollar sevgiyle omuzlarda kenetleniyor, zor ayrılıyordu.

     Giden ablalarıydı...Gidiş, dönüşü olmayan bir gidişti!

 ...