
Sessi̇z hiçkirik -3-
...
Celal Bey sözünü esirgemeyen bir
mizaca sahipti. "Senin annense, bizim de ablamız, götürme, biz
bakarız" derken kalbindeki hüzün kadar kırgınlıkta farkediliyordu. Lâkin
ne kadar gayret etse de ikna edememişti. Gerçi İbrahim Bey'in kardeşlerinin
sevgilerinden ve niyetlerinden zerre kadar kuşkusu yoktu. Ancak bu normal bir
hasta bakımı değildi, üstesinden gelemezler ve annesi için durum daha da
kötüleşir diye düşünüyordu muhtemelen. Hatta bundan o denli emindi ki,
dayısının; "Birgün seni de evlatların Bakımevine götürünce anlarsın ne
demek olduğunu" serzenişine aldırmıyordu bile...
Dış kapı
kilitlendikten sonra kardeşler Bursa'ya geri dönerken, İbrahim Bey ve annesi de
Ankara'ya doğru hareket etmişlerdi..
Uzun bir
yolculuğun ardından akşama doğru ömrünün son ikâmetgâhına gelmişti Zülbiye Hanım.
Ankara'nın gözde
bir semtinde, daracık sokaklar arasında beş katlı bir binaydı bu
"Huzurevi!". Önünde tabelası olmasa sıradan bir binadan hiç farkı
yoktu. Bahçe kapısından içeriye üç dört adım atınca binanın dış kapısına
varılıyordu. İki üç basamak çıktıktan sonra bir başka kapıdan geçerek sağ
tarafta bulunan müdür Muzaffer Bey'in odasına girdiler. Muzaffer Bey İbrahim Bey'in
Silahlı Kuvvetlerden devre arkadaşıydı. Emekli olduktan sonra, böyle bir iş ile
vaktini değerlendirmeyi tercih etmişti. Rutin işlemler zaten önceden
hallolduğundan, kısa süren bir sohbet faslından sonra İbrahim Bey annesini 1.
kattaki odasına götürdü. Bu oda üç kişilikti ve içinde ayrı bir bölümde banyo
ve tuvaleti de mevcuttu. İlk bakışta az sayıdaki eşyaların eskiliği dikkati
çekiyordu. Oturunca ortası çöken üç yatak, zarûri ihtiyaçlar için birer ufak gardrop,
yatakların başucunda kenarları dökülmüş, suntaları gözüken birer kanepe bir de
koltuk vardı.
Hayatının geri
kalan süresi artık bu oda ile koridorun diğer ucundaki oturma salonu arasında
geçecek gibiydi.
Oturma salonu,
dört duvar kenarına koyulan tekli ve bir adet üçlü koltuk ile döşenmişti.
Hastalar arasında rahatlıkla yürüyüp, hareket edebilen, düzgün konuşup kendi
işlerini görebilen, fizikî açıdan en iyi durumda olan Zülbiye Hanımdı.
Diğerleri ya yatalak, ya koltuğa mahkum, ya da hafızasını tamamen yitirmiş
hastalardı.
Zülbiye Hanım
hayli şaşkın, huzursuz ve oldukça da endişeliydi. Tahmin ettiği gibi
"muayene olup hemen yuvasına geri dönecek gibi" gözükmüyordu.
Gözlerinde kara bulutlar kümelenmiş, hassas yüreğine yağmur çizelemeye
başlamıştı bile.
Bu andan itibaren
yapılması gereken en önemli şey, getirildiği bu "hastanede, tetkikler
yapılıp sonuçlar belli olana kadar" sabretmesi gerektiğine inandırmaktı.
Ardı arkası
gelmeyen kâbus dolu günler, geceler başlamıştı Zülbiye Hanım için.
İbrahim Bey için de kolay değildi tabi. Annesinin her sorusuna makul bir cevap,
her endişesini giderecek birkaç cümle bulmak her zaman kolay olmuyordu. İlk
günlerde sık sık ziyarete gelip yalnız bırakmamaya gayret etse de, yöneticilerin
"bulunduğu yere alışmasını zorlaştırmayın" telkinlerini dikkate
alarak, zamanla bu gelişlerini iki-üç günde hatta haftada bire indirmişti.
Oysa Zülbiye Hanım
henüz hafızasını tamamen yitirmemişti. Yanında "en güzel arkadaşım,
dostum" dediği Kur'an'ı, -kim bilir kaç kazak, kaç kilim dokuduğu-
cağları, tığları, örgüsü bile yoktu ki oyalansın. Beyninde bir sürü şey
silinmiş olsa da, çok şeyin farkındaydı ve acı çekiyordu Zülbiye Hanım...Hem de
ne acı!
Bu arada Metin Bey'in
-Almanya'dan malulen emeklilik için- yaptığı müracaat müsbet sonuçlanmış, lâkin
ağabeyini bakımevi kararından vazgeçirmekte gecikmişti. Buruk bir sevinçle
hemen Türkiye'ye gelerek, soluğu Yalova'da almıştı. Kimse olmasa da, sanki bir
el o tarafa çekiyor gibiydi. Öyle ya, ne de olsa baba ocağı, baba yadiğârıydı.
Nice güzel anılara, mutlu günlere tanık olmuştu bu koca bina!
Minibüsten inip
200 m. kadar ötedeki evin yolunu tuttuğunda müthiş bir üzüntü hissetmişti
yüreğinin derinliklerinde. Tarifi imkânsız bir acıydı bu. Eve yaklaştığında ne
balkonda yolunu gözleyen, ne de sevinçle kapıya koşarken telaştan bahçe
kapısının anahtarını unutan anneciği vardı. Her taraf hüzün kokuyordu.
Eve vardığında
bahçe kapısını açarak içeriye girdi. Bakımsızlıktan meyvaların çoğu, ağaçların
dallarında kurumuş, çiçekler solmuş, otlar her tarafı sarmıştı. Su vanalarını
açarken ve elektrik şalterlerini indirirken göze çarpan tek şey örümcek
ağlarıydı. Birbuçuk ay kadar kısa süre içinde büyük iş başarmışlardı!
Dış kapıyı açıp
içeri girdiğinde hüzün artık dayanılır gibi değildi. Sıcak havaya rağmen buz
gibi duvarlar üzerine üzerine geliyor, mâzinin o güzel anıları gözlerinin
önünden geçiyordu.
Artık
ağlıyordu...Hıçkırıkları duvarlarda yankılanırken, vanası bozuk musluklardan
akan sular gibi sele dönüşmüştü. Dinmek bilmiyordu. Bir süre sonra yorgunluktan
yığıldığı kanepede uyuyakalmıştı.
Uyandığında sabah
ezanı okunuyordu. Abdestini alarak namazını kıldıktan sonra ilk minibüsle
otogara doğru yola koyuldu. Bir an önce Ankara'ya varmalıydı. Annesini
kollarının arasına alıp, yanaklarından öpmeli, moral vermeliydi. Hasret
gidermeliydi...
Otobüsün geride
bıraktığı her kilometrede heyecanı artıyordu. Kafasında sayısız soru
işareti ve "acaba"lar vardı. En önemlisi de "acaba annem beni
hemen tanıyabilecek mi?" sorusunun meçhul cevabıydı.
Ağabeyi,
Ankara'ya geldiğinde anneye gitmeden önce konuşmalarının doğru olacağını
belirttiğinden, çok arzu etmesine rağmen Huzurevi'ne hemen gitmemişti. Bir
otele yerleşerek ağabeyini aradığında çok vakit geçmeden belirtilen adrese
gelmişti. "Valizini al, bize gidelim!" ısrarlarına rağmen otelde
kalmayı tercih edeceğini belirtmiş, anlayış göstermesini istemişti.
Kayınvalidesine gereken ilgi ve sevgiyi göstermeyen birinin evinde kalmak
ağrına giderdi. Kararlılığını farkedince ağabeyinin de kabulden başka çaresi
kalmamıştı.
Birlikte
"Huzurevi"nin yakınındaki bir pastaneye giderek uzun uzadıya konuştular.
Daha doğrusu İbrahim Bey konuşuyor, Metin bey kimseye farkettirmemeye gayret
ederek sürekli ağlıyordu. Elinde değildi. O süre içinde kim bilir kaç mendil
sırılsıklam olmuştu.
Ağabeyi
anlattıkça Metin Bey bu görüşmenin neden çok önemli olduğunu kavramıştı. Dikkat
etmesi, edilmesi gereken kurallar vardı. Yöneticilerin belirttiğine göre
"Yalova'dan" aslâ bahsedilmeyecekti. Bahsettiğinde ise üzerine söz
getirilecek, geçiştirilecekti.
Hesabı ödeyip
pastaneden ayrıldılar. Huzurevine varana kadar tam bir sessizlik hakimdi. Birlikte
1. kata çıktıklarında Zülbiye Hanım oturma salonunda bir köşede oturmaktaydı. Çocuklarını
görür görmez büyük bir sevinçle yerinden kalkıp kucaklaştılar. Metin Beye
sarılmış âdeta bırakmak istemiyordu. İbrahim Bey müdürü ziyarete gidince ana
oğul başbaşa kalmışlar, hasret gideriyorlardı. Zülbiye Hanımın gözlerinin içi
gülüyor, sevincinden tekrar tekrar oğluna sarılıyordu. Hasta bağırtıları ve
gürültü arasında sohbet etme imkânları yoktu. Birlikte Zülbiye Hanımın odasına
gittiler. Yatağın üzerinde üç boy küçük bohça duruyordu. Her gün giysileri
valize doldurup oğlunun yolunu gözlediğinden İbrahim Bey çareyi valizi evine
götürmekte bulmuştu. Bu çözüm işe yaramamış, en büyük giysi ya da havlularının
içine diğer giysi ve özel eşyalarını üç bohça şeklinde hazırlayıp düğümlüyor
yine oğlunun yolunu bekliyordu. Zülbiye Hanım yatağının bir kenarına çökerken
oğlunu da yanına oturtmuş, elini avucunda sımsıkı tutuyordu. Boynunu hafifçe
yana bükerek, "oğlum" dedi, "oğlum, abin beni buraya attı,
gitti. Ne olursun beni Yalova'ya, evime götür! Ne olursun..."
Birilerinin
duymasından endişe edercesine fısıldayarak konuşuyor, âdeta yalvarıyordu.
Yüzündeki derin
çizgilerden ve mimiklerinden çok mutsuz olduğu ve acı çektiği anlaşılıyordu. Kolay
değildi tabi. Hafızasını kaybetmiş, bağıran, yatalak hastaların arasında kalmak
sağlıklı bir insanı bile bir süre sonra hasta edebilirdi.
Annesine düşkün
bir evlat için acı veren zor bir durumdu. Önceden kendisine tembihlendiği gibi
her "Yalova" bahsi açıldığında konuyu değiştiriyor, unutturmaya
çalışıyordu. Çok geçmeden bakıcı odaya daldı. Kısa bir "hoşgeldiniz"
faslından sonra "Metin Bey, annenize banyo yaptıramıyoruz. Yaklaşık iki
haftadır, inat etti, yapmam diyor, ikna eder misiniz" ricasında bulundu.
Zülbiye Hanım şikâyetten rahatsız olduğunu hemen belli etmiş, yüzü asılmıştı.
"Oğlum, ben Yalova'ya gidince banyo yapacağım" diyordu. Bakıcı odadan
çıkarken havlu ve giysileri yatağa bırakmıştı. Banyosuz geçen iki hafta! Olacak
gibi değildi. Bir çaresi bulunmalıydı. Metin Bey hafifçe kulağına eğilerek;
"Anneciğim, Yalova'ya gitmene müsade etmeleri için banyo yapman
gerekliymiş, hemen yapıver de gidelim. Ben bu arada eşyalarını arabaya
götüreyim" diye söyler söylemez, Zülbiye Hanımın boynu önce yana yatmış,
uzun bir sessizlikten sonra "peki" demişti. Banyo için hazırdı. Metin
Bey bakıcıyı yardım için çağırdığındaki yüz ifadesi ve şaşkınlığı görülmeye
değerdi.
Zülbiye Hanım
banyosunu yaparken Metin Bey de müdür bey'in odasının yolunu tutmuştu. Durumdan
onları da haberdar ettiğinde pek memnun olmamışlardı. İbrahim Bey; "Yalova
konusunu konuşmamışmıydık, neden ümitlendiriyorsun?" diye serzenişte
bulundu. Oysa az sonra bakıcı gelmiş, banyodan sonra Zülbiye Hanımın uyuduğunu
haber vermişti. Zülbiye Hanım çocuklarının geldiğini de, verilen
"Yalova" sözünü de çoktan unutmuştu bile...
Metin Bey
Ankara'da kaldığı bir aylık süre içinde hergün otelden huzurevine gidiyor,
"annenizin buraya alışabilmesi için bu kadar sık gelmeseniz iyi olur"
ikâzına hiç aldırış etmiyordu. Gezdirmek için her defasında izin kağıdı
imzalamak ağrına gitse de, her geldiğinde annesi ile birlikte uzun yürüyüşler
yapıyor, yakınlarda bulunan bir parkta hem sohbet ediyor, hem de kuruyemiş ve
meyva yiyorlardı. Henüz havaların soğumamış olması birlikte mutlu günler
geçirmesine imkân vermişti. Her "Yalova" bahsi açıldığında illâ ki
araya bir başka konu giriyor, binanın tamir edildiği, biter bitmez götürüleceği
bahanesi ile zaman kazanılmasına çalışılıyordu. Lâkin Yalova hasreti bitecek
gibi değildi. Bir çâre bulunmalıydı. Bulunduğu yerde bu şekilde bir süre daha
kalması sağlığını tamamen bozacaktı. İştahtan da kesilmişti. Metin Bey
üzüntüsünden uyuyamıyor, gece geç vakitlerde otelden huzurevine gelerek
annesinin bulunduğu binanın etrafında tur atıyordu. Hergün ağlamaktan gözleri
kızarmış şekilde otele geri dönüyordu.
Yine güneşli bir
gündü. Annesine bir kaç giysi almak için Kızılaya giden Metin Bey dönerken bir
internetcafeye girmiş, üyesi olduğu bir Site'ye son yazdığı şiiri kaydedecekti.
Cafe tıklım tıklım dolu, sadece köşede iki internet boştu. Elindeki alışveriş
poşetini duvar kenarına bırakarak sandalyeye oturdu. İnternet açılır açılmaz
cebinden çıkardığı buruşmuş birkaç kağıtta biriken dizeleri
yazmaya başladı; Daha ilk ikinci bent bitmeden gözlerinden
yaşlar boşalmaya başlamıştı bile. İlk anlarda kimse farketmesin diye gayret
göstermesine rağmen, hıçkırıklara engel olamamış, herkes farkına varmıştı. Göz
yaşlarından klavye sırılsıklam, gözler yine kıpkırmızı olmuştu. Oysa henüz
şiirin kaydı bile bitmemişti. Bu esnada burnundan kan boşalmaya başlamış,
mendillerde temiz yer kalmamıştı. Yan taraftan kendisine uzatılan kağıt
peçeteler de yetersiz kalınca, iki parmağıyla burnunu sıkarak tuvalete koşmuş,
kanı durdurmaya çalışıyordu. İlk kez ağlamıyordu, ama ilk kez bu kadar
üzüntülüydü. Ancak uzun uğraşlardan sonra kanı durdurabilmiş, yüzünü soğuk
suyla yıkayarak geri dönmüştü.
...
Hikayenin devamını da büyük bir beğeni ile okudum.Su gibi akıp gitti duygu seli satılar.Tebriklerim çokça sevgili şairem.
Selam ve sevgilerimle...
Çok anlamlı bir öykü. Hüzünlenerek okuyorum saygılarımla...
Anlamlı ve hüzünlü.
Haklısınız Melek Hanım.
Hayat bu!
Kime nasıl bir hikâye yazdırır bilinmez.
Rabbim herkese okundukça haz veren hikâyeler yazdıracak kader yazsın.
Selam ve dua ile...
Tebrikler ederim kardeşimi zevkle okudum bu hüzün dolu öyküyü,emeğinize gönlünüze sağlık kardeşim,devamını bekleriz kardeşim,selamlarımla.
Hosgeldiniz Mehmet Hocam.
Okuma arzusu olan dostlarımızı yormamak adına bölümlere ayırdık.
Beğeniniz için teşekkür ederim.
Selam ve dua ile...