Card image cap
Sessi̇z hiçkirik -1-


          SESSİZ HIÇKIRIK 

          Şafak sökmüş, gün ışımaya başlamıştı.

     Lütfü Bey, bugün de iki bardak sütlü kahvesini bitirmiş, iş elbisesini giymişti. Binayı çevreleyen geniş balkonda bir tur attıktan sonra usulca balkonun diğer kapısından girip ağır ağır merdivenlerden aşağıya süzüldü. Zülbiye Hanım, sabah namazını müteakip eşinin kahvesini hazırladıktan sonra bir süre daha dinlenme ihtiyacı hissettiğinden, uyanmaması için oldukça sessizdi.

    Lütfü Bey "misafir işçi" olarak gittiği Almanya'dan döneli yirmi sene kadar olmuştu. Bir süre İstanbul'da yaşadıktan sonra yapamayacağını anlamış, yerleşmek için gürültüden uzak, havası güzel, yeşili bol bir yer aramıştı. Nihayet Yalova'da Termal kaplıcalarına da yakın bir yerde, tam da gönlüne göre güzel bir arsa bulmuştu. Vakit geçirmeden çalışmalara başlamış, yıllarca hayalini kurduğu dört katlı görkemli bu binayı bir seneye yakın süre içinde bitirmişti. Burada çok mutluydu. Etraf dağlık, sakin bir yerdi. Arada bir nükseden ağrılarını saymazsak iki büyük derdi vardı. Biri yalnızlık, diğeri yazın gölgesine sığınıp serinlediği şu çınar ağaçları. Sonbahar kapıyı çaldığında her sene dökülen bu yaprakları süpürmekten yorulmuş, lakin bıkmamıştı. Temizlik konusunda çok titiz bir adamdı Lütfü Bey. Her taraf illâ ki düzenli, bakımlı, her şey yerli yerinde olmalıydı.

     Dış kapıyı açtığında hafiften yağmur çizeliyordu. Son günlerde havalar hayli soğumuş, Eylül ayı kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. On adım kadar daha ilerledikten sonra merdiven altındaki süpürgeyi alarak demir bahçe kapısından sokağa indi.

      Etrafta kimsecikler görünmüyordu. Bu vakitlerde uzanıp giden ince dağ yolundan nadiren gelen bir kaç aracın motor homurtusu haricinde sükûtu bozan tek şey kuşların cıvıltısıydı.

   O gün yine bir yandan binasının önünü süpürüyor, bir yandan da muhtemelen yarım kalan hayallerine hayıflanıyordu. Her şeyi düşünmüştü de bu koca binada yalnız kalabileceklerini hiç hesaba katmamıştı. Planına göre dört evladı da bulundukları şehirlerden gelecekler, kendileri için hazırlanmış daireleri şenlendirecekler, ailece huzur içinde yaşayacaklardı. Oysa aradan geçen onca zamana rağmen, tatiller haricinde ne gelen vardı, ne giden. Kader, hayallerin üzerine çizgi çekmiş, düşlerini kâbusa çevirmişti. Yalnızlık iliklerine işlemişti. Lâkin yapacak bir şey yoktu. Pişmanlık için çok geç, "keşke"ler anlamsızdı. Tevekkül etmeliydi, sabretmeliydi. Ediyordu da zaten...

   Yapraklar toplanıp binanın önü temizlenmiş, güneşin ilk şuaları şehri ısıtmaya başlamıştı. Süpürgeyi yerine koyduktan sonra kapıları ardından yeniden kilitleyip dairesine çıktı. Hergün olduğu gibi iş giysilerini yine merdiven başında soyunup lavaboya yöneldi. Zülbiye Hanım da çoktan uyanmış, kahvaltı hazırlamakla meşguldü.

   Âniden bir inilti ile irkildi. Çaydanlığı yeniden ocağa bırakıp hızlı adımlarla sesin geldiği yatak odasına gittiğinde Lütfü Bey iç çamaşırlar içinde yere yığılmış, gözleri kaymıştı. Kendinden geçmek üzereydi. Vücudu soğuk soğuk döktüğü terden sırılsıklam olmuştu. "Hacı" diye hitap ederdi kendisine Zülbiye Hanım. "Hacı" dedi yalvarırcasına; "Elini sırtıma koy, seni banyoya götüreyim, ne olursun kendini bırakma!" Narin bedeni bu koca cüsseyi taşıyamazdı ki! Lütfü Bey anlamış olsa gerek ki, söyleneni yaparak az ötedeki tuvalete kadar birlikte âdeta süründüler. Oraya kadardı. Lütfü Bey kendinden geçmiş, bayılmıştı.

    Telaş içindeydi Zülbiye Hanım. Nasıl olmasın ki? Daha önce hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. Aklına komşusunu aramak geldi hemen. Titrek parmaklarıyla adres defterini karıştırıp bulduğu numarayı çevirdi.

      -- İshak abi, n'olur yetişin, Hacı'ya bir şey oldu!

     Ancak bu kadar diyebilmişti. Gerisini getiremeden ahizeyi bırakıp eşinin yanına koştu. Nefes alıp veriyor, ancak sesi çıkmıyordu. Ağlıyor, bir yandan da kuru bir havlu ile terini siliyordu.

    İshak Bey en güvenilen aile dostuydu. Durumun ciddiyetini anlamıştı. Yetişkin çocuklarını da alıp koşarak eve gelmişlerdi. Bu arada Zülbiye Hanım hareketsiz yerde yatan eşinin üşümemesi için giyindirmeye çalışmış, başaramayınca da üzerini bir battaniye ile örtmüştü. Dizleri üzerinde, terini silmeye devam ederken, bir yandan da -belki duyar ümidiyle- teselli etmeye çalışıyordu.

   İshak Bey, gelirken ilk yardımı aramış, bu arada Lütfü Bey'in Ankara'daki büyük oğlu İbrahim Bey'i de durumdan haberdar etmişti. Çok geçmeden ambulansın sireni acı acı öterek eve doğru yaklaştı. Zülbiye Hanım o telaş içinde ne yaptığını, ne yapması gerektiğini bilecek durumda değildi. İshak Bey gelenleri karşılayarak hemen Lütfü Bey'in yanına getirdi. İlk müdahele yapılırken, bir yandan da Zülbiye Hanıma hazırlanmasını, birlikte hastaneye gideceklerini söyledi. Gürültüye komşular da kapıya yığılmış, endişeli bakışlarla olan biteni anlamaya çalışıyorlardı.

    Lütfü Bey bir ara gözlerini açmış, Zülbiye Hanımın elini sımsıkı tutuyor, lâkin ne konuşabiliyor, ne de söylenenlere tepki verebiliyordu. Acele ile tüm kapıları kapatarak en yakın hastanenin yolunu tuttular. Zülbiye Hanım eşinin başucunda sürekli dua ediyor elini bırakmıyordu...

    Ambulans yolu yarıladığında İshak Bey'in telefonu çalmaya başladı. Arayan İbrahim Bey'di.  Yaptığı görüşmeler neticesinde tedavi için İstanbul'un daha uygun olduğununa kanaat getirmiş olacak ki, hiç vakit geçirmeden GATA'ya gitmelerini istiyordu. Söylendiği gibi de yapıldı. Ambulans hastaneden içeri girer girmez süratle ilk tetkikler tamamlanmış, beyin kanaması teşhisi ile hemen ameliyata alınmıştı.

 Bu arada İbrahim Bey de aceleyle Ankara'den yola çıkmış, bir an önce hastaneye yetişmeye çalışıyordu. Yollar her zamankinden uzun, tükenmek bilmiyor gibiydi...

    Öğlene doğru hastaneye vardığında ter içinde kalmıştı. Önce annesinin yanına koştu. Kardeşleri de oradaydı. Annesine sarılarak teselli etmeye çalıştı. Arada bir yanaklarını öpüyor, sırtını okşuyordu. Bir süre sonra sonra doktorla görüşmek için oradan ayrıldı.

     Ameliyat henüz bitmişti. Fakat haberler hiç de iyi değildi. "Kurtulması mucizelere kalmıştı". Odasına girdiğinde bir ara sadece bir kerecik gözlerini açmış, İbrahim Bey'in gözlerine sabitlenen sevgi dolu bakışlarıyla adeta "anneniz size emanet" der gibiydi. Ardından, kapanan gözleri bir daha hiç açılmamıştı.

      Ailenin her sabah yeşeren umutları akşamları yerini endişeye bırakıyordu. Komada geçen on uzun günün sonunda uykusuzluktan çehreleri solgun ve hayli yorgundular.

    O gün annesini ve kardeşlerini evde bırakan İbrahim Bey hastaneye geldiğinde koridorda Lütfü Bey'in odasından çıkan doktorla karşılaştı. Doktor, hemen sağ taraftaki odasını işaretle "buyur" ederek birlikte içeri girdiler. Hal ve bakışlarından bir olağanüstülük sezmişti İbrahim Bey. Sebebini tahmin etmiş, lâkin kabullenmek istemiyordu. Kendisine gösterilen koltuğa oturduktan sonra doktor hayli üzgün bir ses tonuyla;

...