
Sessi̇z hiçkirik -4-
SESSİZ HIÇKIRIK -4-
...
On-on beş dakika
kadar sonra nihayet kayıt ve paylaşım tamamdı;
SESSİZ HIÇKIRIK
Bir başka alevli, yakıcı bu har
Keder ile dolmuş "gönül küfesi"
Pılı pırtısını toplamış bahar
Vakit, vakt-i hazan; "son" arefesi...
Tebessüm sürgünde, gözde yaş mûkim
Huzur Evlerine yalnızlık hakim.
Kırılmış zamanın işleyen çarkı
Cem olmuş mevsimler son kara kışta
Kalmamış ölümle yaşamın farkı
Ecele çağrı var her yakarışta
Böyle takdir etmiş "kimsesize Kim"
Huzur Evlerine yalnızlık hakim.
Soğuk duvarlarda hüzün lekesi
Hayaller harabe umutlar kırık
Dumura uğramış us melekesi
Elde kalan bir tek "sessiz hıçkırık"
Nefes almak dahi zor; ağır-çekim
Huzur Evlerine yalnızlık hakim.
Can bedene külfet her adım dize
Fersiz kalmış serde yaşlı didesi
İlaç kâr etmiyor yanan genize
Elem ile dolmuş bahtın badesi
Bağrını açmış sin, neylesin hekim
Huzur Evlerine yalnızlık hakim.
Muhatap ararken her "niçin?", "neden?"
Gözlerde "özlem"in son dilekçesi
Güneşi buz tutmuş onlarca beden
Sanki Aşiyan’ın arka bahçesi...
Kim bilir, belki de son Eylül, Ekim
Huzur Evlerine yalnızlık hakim.
Cafe'den dışarıya çıktı. Yolunun
güzergâhı yine annesi, Huzur Evi'ydi...
...
Kan karışımı gözyaşları içinde
yazılan şiir asıldığı sitede iz bırakmış, güne de düşmüştü. Herkesi bir şekilde
etkilediği, hüzünlendirdiği anlaşılıyordu.
Keşke paylaşımlar
mutluluk verici ya da hüzünler hayal ürünü olabilseydi hep...
O gün de yine
ana-oğul güzel bir gün geçirmişler, huzur içindeydiler. Huzuru bozan tek şey
her günkü ayrılıklardı.
İşleri gereği
Berlin'e gitmek zorunda kalsa da, fazla durmuyor, çok geçmeden annesinin yanına
dönüyordu Metin Bey. Yine kısa bir aranın ardından bir sabah soluğu Ankara'da,
annesinin yanında almıştı.
Odaya girdiğinde yine boy boy dizilmiş
üç küçük bohçası her günkü gibi yatağının üzerinde duruyordu. Kendisi de bir
kenara oturmuş, boynu bükük vaziyette kapıya doğru bakıyordu. Manzara dayanılır
gibi değildi. Metin Beyi görmüş fakat fazla sevinmemişti. Belli ki artık
mutluluğunun yanısıra umudu da tükenmişti. Yine birlikte dışarıya "hava
almaya" çıkacakları zaman Zülbiye Hanım "oğlum ayakkabılarım yok
ki" diyerek boynunu yeniden yana bükmüştü. Dolaplar kontrol edilince
gerçekten de ayakkabılarının olmadığı anlaşıldı. Metin Bey üzgün, hayli de
kızgındı. Hemen bakıcının yanına giderek bunun sebebini sordu. Bakıcı
"Metin Bey, anneniz her gün ayakkabılarını ve pardesüsünü giyip yolunuzu
gözlediği için abiniz onları eve götürdü" dedi.
Odanın kasvetli havası boğucu
nitelikteydi. Her ne pahasına olursa olsun buradan çıkarılmalıydı. Aceleyle
pardesü yerine bir atkıyı annesinin omuzlarına atarak, ev terliklerini
ayaklarına geçirdi. Koluna girip izin kağıdı dahi imzalamadan sokağa
çıkmışlardı. Gözlerinden süzülen yaşları annesine belli etmeden silmeye
çalışıyordu. Süratle bir pastanenin yolunu tuttular. Varlıklı ve modern
insanların yaşadığı bu muhitte, terlik ve atkı ile yürüyen Zülbiye Hanım
dikkati çekse de Metin Bey'in umurunda değildi. Pastanede birlikte çay
içip kurabiye yedikten, biraz da gezdikten sonra ancak sakinleşebilmişti
Metin Bey. Huzurevine geri döndüklerinde herkeste bir telaş vardı. Zülbiye Hanım
her tarafta aranmış, bulunamamıştı. Durumdan haberdar edilen İbrahim Bey de
hemen Huzurevi'ne gelmiş polise müracaat etmek üzereydiler. Hayli kızgındı.
Muzaffer Bey'e karşı mahcubiyet de hissediyordu. Bakışlarıyla sorgular gibiydi.
Metin Bey, geldiğinde gördüğü manzaranın kendisini çok üzdüğünü, boğulur gibi
olduğunu, nefes almak için bir an önce dışarıya çıkma ihtiyacı hissettiğini
söyledi. Konu kapanmış gibiydi. Ancak bu şekilde devam edemezdi.
Birlikte
annelerinin odasına gidip "sohbet" ettiler, dükkandan aldıkları meyva
ve kuru yemişlerden yedirdiler. Vakit hayli ilerlemişti. İbrahim Bey kardeşine
-annesinin göremeyeceği şekilde-; "Hadi gidelim" şeklinde işaret
etti. Annelerinin boynuna sarılıp, yanaklarından öptüler. Henüz üç dört adım
gitmişlerdi ki, tam odadan çıkarken ardına baktığında, Metin Bey annesi
ile göz göze gelmişti. Yüzündeki ifade "oğlum beni bırakıp nereye
gidiyorsun, ne olur bensiz gitme, beni de götür" der gibi hüzünlü ve acı
doluydu. O bakışlar yüreğine ok gibi işlemiş, aslâ unutulacak gibi değildi.
Zülbiye Hanımın sağlığı kısa sürede
dikkat çekici şekilde bozulmuştu. Mimikler kaybolmuş, bakışlar donukk, tebessüm
dahi etmez olmuştu. Artık yürüyüşler iki büklüm ve kısa mesafelerle mümkündü.
Araştırınca, verilen sakinleştiricinin dozunun yükseltildiğini öğrenmişti Metin
Bey. Doktor; "İsterseniz dozu yeniden eski haline getirelim"
dediğinde hayli bozulmuş, yine de birşey hissettirmemeye çalışmıştı. Zülbiye Hanım
kobay gibi kullanılmaya başlanmıştı. O gün kararını verdi. Buradan götürecekti.
Bu düşüncesini ağabeyine söyleyince ikna turları başlamış, lâkin başaramamıştı.
"Yer değiştirmek alzheimer hastaları için doğru değildi", ancak
burada kalmaya devam etmesi durumunda çok geçmeden yatalak olacağı
belliydi.
Konuyu daha sonra teferruatıyla, tekrar konuşmak üzere anlaşarak ayrıldılar.
Metin Bey'in
Ankara'da bulunmasını fırsat bilen ağabeyi akraba ziyaretleri için bir
haftalığına Ankara dışına çıkmış, Metin Bey otelde yalnız ve düşünceliydi. Bir
çare arıyor bulamıyordu. Telefonun sesi ile kendine geldi. Arayan Bursa'dan
dayısı Celal Bey'di. Ablasının durumunu merak etmiş, bilgi almak için aramıştı.
Metin Bey olanca açıklığıyla her şeyi anlattıktan sonra; "Dayıcığım,
annemi size getirsem bakabilir misiniz?" diye de sorma ihtiyacı duymuştu.
Celal Bey hiç düşünmeden, kesin bir ifadeyle; "Tabi, ne demek, yeter ki
sen emret, istersen hemen bugün gelip alırız, bakarız tabi" diyince Metin
Bey çok sevinmişti. Lâkin, bu tür hastaların bakımı çok zordu. Üstesinden
gelmek kolay değildi. "Yengem" dedi, "yengem ne der bu
konuda?" Celal Bey kendinden emin bir şekilde; "O da burada, yanımda.
İstersen telefonu vereyim kendin sor, öğren" diyerek telefonu hanımına
uzattı.
Yaklaşık yirmi dakikalık
görüşme sonunda Metin Bey'in mutluluğuna diyecek yoktu. Yengesi, daha önceden
annesine de kendisinin baktığını, Zülbiye Hanıma da Allah rızası için ve seve
seve bakabileceğini söylemiş, endişeye gerek olmadığını belirtmişti. Zifirin en
kesif olduğu anda tünelin ucu görünmüş, şafak sökmüş gibiydi. İçi içine
sığmıyordu. Tekrar tekrar teşekkür ederek gerektiğinde yeniden arayacağını
belirterek telefonu kapatmıştı.
Tarifi imkânsız
bir mutluluk ve huzur içindeydi. Ağabeyi geldiğinde hemen bu konuyu
görüşecek, ikna edemese dahi tüm sorumluluğu üzerine alarak annesini buradan
çıkaracaktı. Bu duygular içinde Huzurevine gittiğinde annesinin yatağında
hareketsiz bir şekilde yattığını gördü. Gözleri açık, fakat tavana dikili
bakışlar donuktu. Oğlunun gelişi dahi kendisini etkilememişti. Annesini ilk kez
böyle görüyordu. Soğuğa rağmen -faydası olur ümidiyle- giyindirerek her
zamanki parka götürdü. Yanına oturup başını omuzuna dayayıp sessizce ağlamaya
başlamıştı. O ana kadar ses vermeyen Zülbiye Hanım bir eliyle oğlunun
gözyaşlarını silerken ağzından iki anlamlı kelime dökülmüştü;
"Oğlum...Ağlama!.."
Yine gafil
avlanmıştı. Gözyaşlarını silecek bir mendili yoktu. Süratle en yakın bakkala
gidip iki paket mendil ile geri döndüğünde Zülbiye Hanım aynı şekilde
hareketsiz oturuyordu. O an kararını verdi. Hemen ağabeyini arayarak annesini
bugün ve hemen götürmek istediğini söylediğinde İbrahim Bey hem çok şaşırmış,
hem de hayli kızgındı;
--- Bu kadar
kolay mı?
--- Nereye götüreceksin?
cümleleri peş peşe sıralandığında artık Metin Bey'in cevabı vardı.
--- Bursa'ya, dayımlara
dedi, biraz da gururla.
Ardından dayısı ve yengesiyle aralarında geçen konuşmayı detaylarıyla anlattı. İbrahim Bey'in cevabı sert bir o kadar da yaralayıcıydı;
--- Yoruldum...Anneme bakmaktan değil, sana laf anlatamamaktan. Nasıl biliyorsan öyle yap!
Beklediği cevap
bu olmamasına rağmen şaşırmamıştı Metin Bey ve kararlıydı. Hemen dayısını
telefonla arayarak; "dayıcığım, annemi götürmeye hazırız" dedi. Celal
Bey hafriyat işleriyle meşgul, yoğun çalışan biriydi. O gün de şantiyede işinin
ve işçilerin başındaydı. Bu haberi alır almaz işleri bırakıp, eşini ve
kardeşini de alarak süratle Ankara'ya doğru hareket ettiler.
İbrahim Bey, vasî olarak telefonla
Muzaffer Beyi aramış, gerekli işlemleri başlatmıştı. Metin Bey için uzun
zamandır özlemle hayalini kurduğu an gelmişti. Çok gecikmekle beraber artık
annesini buradan çıkarabilecekti. "Anacığım, hazırlan, Yalova'ya gidiyoruz"
diyebilecek, derken de doğru söylemenin mutluluğunu yaşayacaktı. Zirâ Bursa'da
kalacak olsa dahi arada bir evine gelebilecek, o çok sevdiği evinin geniş
balkonlarında yeniden gezebilecekti.
Annesinin valizi
İbrahim Bey'de olduğundan Metin Bey aceleyle kocaman bir poşet bularak annesinin
yanına gitti. Zülbiye Hanım az sayıdaki giysi ve eşyasını poşetin içine atarken
Metin Bey dikkatle ve mutluluk içinde annesini izliyordu. Aldığı ilaçlardan
mimikleri kaybolmuş Zülbiye Hanım muhtemelen ne olduğunun farkında değildi.
Herşey hazır olduğunda Celal Bey'in arabası da Ankara'ya varmıştı. Zülbiye Hanım
aracın arka kısmında kardeşinin yanına oturduğunda müdür bey de kapıda gözüktü.
Saygı ile Zülbiye Hanımın elini öptü ve iyi yolculuklar temennisinde bulundu.
Araba hareket
ettiğinde hedef Bursa olsa da istikamet Yalova'ydı. Çıkabilecek problemlere
rağmen uzun zamandan beri ilk kez bu kadar huzurluydu Metin Bey. Zaman
ilerledikce Zülbiye Hanımın yüz ifadesi değişmiş, tebessüm etmeye başlamıştı.
Güzel birşeyler olduğunu hissettiği açıktı. Metin Bey'in arada bir
"anneciğim mutlu musun?" sorusuna her defasında "evet"
cevabı veriyor, bir yandan da arada bir verilen kuruyemişlerden atıştırıyordu.
Beş saat kadar
süren bir yolculuğun ardından Bursa'ya Celal Bey'in evine varmışlardı. Birlikte
asansörle dördüncü kata çıkılıp eşyalar dolaplara yerleştirildi. Uzun zaman
sonra ilk kez Zülbiye Hanım bir ev sofrasında yemek yiyecekti. Metin Bey'in
mutluluğuna diyecek yoktu. Sevgi içten, ilgi samimi, ortam çok rahat ve güzeldi.
Zülbiye Hanım geceleri uyuyamadığından, kardeşi Rukiye Hanım da onunla aynı
odada kalarak bir nevi bekçilik yapıyordu.
Sabah olduğunda
kahvaltı sofrasında herkes hazırdı. Mutluluk içinde güzel bir kahvaltı
yapıldıktan sonra Metin Bey Yalova'ya gitmek üzere evdekilerle vedalaştı.
Annesinin evini temizleyerek hazır hale getirecek ve Zülbiye Hanımı Yalova'ya
götüreceklerdi. Evinden "bir daha dönmemek üzere" çıkmış olmasını
aslâ kabullenememişti. Büyük bir gayretle ve komşuların da yardımı ile bina çatıdan
bahçe kapısına kadar yıkanıp, temizlendi. Vakit gece yarısını bulmuştu. Metin Bey,
hayli yorgun olmasına rağmen bir türlü uyuyamıyor, heyecandan gözüne uyku
girmiyordu. Uyumaktan vazgeçip balkona çıktı. Etraf tam bir sessizlik
içindeydi. Tatlı bir meltem esintisi sanki güzel ve güneşli bir günün habercisi
gibiydi. Karanlığı yırtan sokak lambalarına üşüşen sinekleri bir süre
izledikten sonra hızlı adımlarla çatıya çıktı. En üst kattan başlayarak binanın
tüm lambalarını yaktı. Rahmetli babası bina ilk yapıldığı sene oğlunu
karşılayacağı gün böyle yapmıştı. Anılar gözlerinin önünde canlandı.
Gözlerinden yine yaşlar süzülüyordu. Annesinin Huzurevine götürüldüğü o günden
sonra daha bir hassaslaşmıştı. Dokunsalar ağlayacak hale gelmişti. Koca bina
ışıklar içinde pırıl pırıl parlıyordu. Muhteşem bir görüntü vardı. Fotoğraf
makinasını alarak bahçe kapısından dışarıya çıktı. Değişik açılardan
fotoğraflar çekerek bu anlamlı geceyi ölümsüzleştirdi. Geriye döndü, tüm
lambaları yeniden kapattı. Uyku iyiden iyiye bastırmıştı. Tam yatmaya
hazırlanırken ezan okunmaya başladı. Artık uyumanın anlamı kalmamıştı. Hemen
abdestini alarak huşu içinde namazını kıldıktan sonra uzun uzun dua etti.
Seccadesini toplayıp mutluluk içinde kahvaltı sofrasını donatmaya başladı. Bir
gün önceden herşey düşünülmüş, eksikler giderilmişti. Az sonra gelecek olan
annesiydi...
...
Bir başka alevli, yakıcı bu har
Keder ile dolmuş "gönül küfesi"
Pılı pırtısını toplamış bahar
Vakit, vakt-i hazan; "son" arefesi...
Tebessüm sürgünde, gözde yaş mûkim
Huzur Evlerine yalnızlık hakim.
Hüzünlü hikayelerde mutlu sonlar ne güzeldir Allah razı olsun güzel bir hikaye okutuyorsunuz film gibi canlanıyor gözümde Allah hiç bir anne babayı huzur evi denen huzursuz yerlere mecbur bırakmasın inşallah, Allah herkese Metin bey gibi evlatlar nasip etsin saygılarımla...