Card image cap
Şi̇nasi̇

Türk toplumunda Tanzimat’ın ilanı ile başlayan batılılaşma sürecinin ilk ve en önemli yazarlarındandır. Türk toplumunu batı tarzındaki şiirle tanıştıran ve tiyatro, makale gibi Batılı edebi türlerin ilk örneklerini veren Şinasi yenilikçi fikirleri ve edebiyat sahasındaki çalışmalarıyla kendi döneminin aydınlarını etkilemiş önemli bir isimdir.

Geniş halk kitlelerini eğitmek için gazeteyi bir araç olarak gören Şinasi, ilk Türkçe özel gazete olan Tercüman-ı Ahval'i Agâh Efendi ile birlikte çıkardıktan sonra matbaa kurup Tasvir-i Efkâr adlı gazeteyi çıkarmış; tefrika, abone gibi kavramları ülkenin gazetecilik yaşamına getirmiştir. Sanatçı tiyatroyu da eğitime katkı sağlamak üzere bir araç olarak değerlendirdi ve ilk Türkçe tiyatro olan Şair Evlenmesi'ni kaleme aldı ancak bu tiyatro sahnelenemedi. Tasvir-i Efkâr Matbaası'nda kendi ekonomik sermayesiyle matbaacılık, yayımcılık yaptı; bastığı eserlerle kültür hayatına katkı sağladı. Hayatının son yıllarını Osmanlıca lügat hazırlamaya adamıştır.

 

Hayatı

İstanbul’un Cihangir semtinde dünyaya geldi. Doğum tarihi tam olarak bilinmez. Farklı kaynaklarda 1824, 1826 veya 1827 yıllarında doğduğuna ilişkin bilgi vardır.[2] Bazı araştırmacılar doğum yılı bile belli olmayan Şinasi için 5 Ağustos 1826 tarihini verseler de belgeyle sabit olmadığından bu tarihin doğruluğu kesin olmaktan uzaktır. Bununla birlikte bugün sahip olunan belge niteliğindeki iki kaynağa göre doğum yılının 1826 olduğu tahmin edilmektedir.[3]

Babası, topçu yüzbaşı Mehmet Ağa, annesi ise Esma Hanım'dı.[4] 1828'te babası Yüzbaşı Mehmet Bey'in Rusya ile yapılan savaşta Şumnu'da şehit düşmesiyle henüz iki yaşındayken yetim kaldı.[5]

Çocukluğu yokluk içinde geçti. 1832'de Mahalle Mektebi'ne girdi.[6] İlköğretimini Mahalle Sıbyan Mektebi'nde ve Feyziye Okulu'nda tamamladı.

Memuriyet hayatı

Memuriyet hayatının on beş yaşından önce başladığı tahmin edilir.[7] Annesi Tophane Müşirliği’nde binbaşı rütbesiyle görevli bir kişiyle evlenince üvey babası tarafından Tophane Müşiriyeti Mektubî Kalemi'ne kâtip adayı olarak girmesi sağlandı.[7] Burada görevli memurlardan İbrahim Efendi'den Arapça ve Farsça öğrendi. Aynı kalemde görevli eski adı Chateauneuf olan Reşat Bey'den Fransızca dersi aldı. Bu görevindeki çalışkanlığı ve başarısı nedeniyle, önce memurluk sonra hulefalık derecesine yükseltildi.

Tophane Müşiriyeti’ne verdiği bir dilekçe üzerine 1849'da maliye alanında eğitim alması için devlet tarafından Paris'e gönderildi. Mustafa Reşid Paşa tarafından maliye eğitimine yönlendirildi.[7] ancak edebiyat ve dil konularındaki çalışmalarını sürdürdü. Oryantalist De Sacy Ailesi ile dostluk kurdu. Ernest Renan'la tanıştı, Alphonse de Lamartine'in toplantılarını izledi. Oryantalist Pavet de Courteille'e çalışmalarında yardım etti. Ünlü dilbilimci Paul Emile Littré ile tanıştı. Durûb-ı Emsâl-i Osmâniyye (Osmanlı darb-ı meselleri-atasözleri) adlı eseri hazırladı (1863’te basılmıştır). Bu eserde Türkçe atasözlerini Farsça ve Arapça karşılıkları ile karşılaştırdı; varsa Fransızca benzerlerini ilave etti.[8] 1851'de Société Asiatique'e üye seçildi. Buraya Kemal Efendi’den (Mart 1850) sonra üye olan ikinci Türk’tür.[7]

1854'te Paris dönüşünde bir süre Tophane Kalemi'nde çalıştı. Daha sonra Meclis-i Maarif Üyeliği'ne atandı. Kimi kaynaklara göre Encümen-i Daniş'te de görev yapmıştır. Koruyucusu Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın görevinden ayrılması üzerine Meclis-i Maarif üyeliğinden çıkarıldı. Görevinden uzaklaştırılmasına sebep olarak memuriyete ve rütbesine yakışmayacak davranışlarda bulunması ve hatta sakalını tıraş etmesi gösterilmektedir.[7]Reşit Paşa, 1857'de yeniden sadrazam olunca, Şinasi de eski görevine döndü. 1858’de Mustafa Reşit Paşa’nın ölümünden sonra Yusuf Kamil Paşa’nın koruyuculuğunu kazandı .

1858-1859 yılları içinde Şinâsi’nin Tiryal Sultan’ın sarayından Nâvekter Hanım’la evlendiği, ilk kitabı "Tercüme-i Manzûme"’yi yayınladığı ve Kuleli Olayı diye bilinen Sultan Abdülmecid’e karşı düzenlenmiş bir suikast olayına adının karıştığı bilinmektedir.[7]

1862’den itibaren çıkardığı Tasvir-i Efkâr adlı gazetesinde siyasî otoriteyi rahatsız edecek bazı hicivleri ve genellikle eleştirici tutumu yüzünden doğrudan Sultan Abdülaziz’in iradesiyle 4 Temmuz 1863’te Meclis-i Maârif’teki işine son verilerek memuriyetten ihraç edilmiştir.[7]

Gazeteciliği

Tercüman-i Ahval

1860'ta Agah Efendi ile birlikte Tercüman-ı Ahvâl Gazetesi'ni çıkararak gazeteciliğe başladı. Bu gazete ile birlikte ilk özel Türk gazetesi yayın hayatına girmiş oldu. Şinasi’nin Türk edebiyatında batılı tarzda ilk tiyatro eseri olan Şair Evlenmesi adlı piyesi bu gazetede imzasız olarak yayımlandı. Kostaki Efendi’nin “Heyet-i Sabıka -i Kostaniye” adlı eserini de Rumcadan çevirerek gene tefrika tarzında bu gazetede yayımladı. “Tefrika”, “abone” gibi gazetecilik terimleri de ilk defa onun tarafından dile kazandırıldı.[7]

Tasvir-i Efkâr

Altı ay Tercüman-i Ahval’i Agâh Efendi ile çıkardıktan sonra ayrılıp kendi matbaasını ve gazetesini kurmak için tek başına çalışmaya başladı. Tasvir-i Efkâr adlı gazetesinin ilk sayısı 27 Haziran 1862’de yayımlandı. büzziya Mehmed Tevfik’e göre gazetenin ilk sayısı Sadrazam Keçecizade Fuad Paşa tarafından Abdülaziz’e sunulunca padişah gazeteyi çok beğenmiş, mükâfat olarak Şinâsi’ye 500 altın göndermiştir.[9] Tasvir-i Efkârın kuruluşundan dört ay sonra Namık Kemal, ardından Ebuzziya Tevfik gazetede çalışmaya başladı.

Şinasi, 1863'te Meclis-i Maarif'teki görevine son verilmesinden sonra 30 Ocak 1865’e kadar Tasvîr-i Efkâr’ın başında kalmaya devam etti. Tasvîr-i Efkâr’da yayımladığı Cerîde-i Askeriyye hakkındaki yazısı üzerine Sadrazam Fuad Paşa kendisine bir mektup göndererek bu dergiyle ilgilenmesini istediyse de Şinasi’nin bu vazifeyi kabul veya reddettiğine dair bir kayıt bulunamamıştır.[10]

Bu dönemde Ruzname-i Ceride-i Havadis gazetesinde bir dil meselesi ile ilgili olarak Şinasi’ye karşı yazılan imzasız yazılar önemli bir kalem savaşı başlattı. Başkalarının da katılımıyla büyüyen ve edebiyat tarihine “Mesele-i Mebhusetü Anha” olarak geçen bu tartışmada Ruznamedeki yazıların dil konusunda muhafazakâr bir tutumu olan Küçük Sait Paşa’ya ait olduğu bilinir. Tartışma, Şinâsi’nin tutumu ve eleştiri için ortaya koyduğu özlü kurallar bakımından önem taşır.[7] Şinasi, Tasvir-i Efkar’ın tirajını, o güne kadar hiçbir gazeteye nasip olmamış bir şekilde yükseltip 20.000 üzerine çıkaran tartışmayı[11] 4 ay sonra 27 Aralık 1864’te birden kesmiş ve bir süre sonra Paris’e kaçmıştır.

Yayımcılık hayatı

Şinasi, Tasvir-i Efkar gazetesini kurduktan sonra Bahçekapı’da Tasvîr-i Efkâr Matbaası’nda matbaa, yayım ve editörlük işleriyle de ilgilenmiştir. Şinasi’den önce bu faaliyetler devlet eliyle resmî ve yabancı tebaa tarafından yarı resmî olarak sürdürülmekteydi. Şinasi, kendi ekonomik sermayesiyle bu faaliyetleri yürüten ilk kişi oldu.[12]

Şair, kendi şiirlerinden yaptığı seçkiyi Müntahabat-ı Eş'ar adıyla 1862’de bu matbaada yayımladı . Şiirlerini “Divan” adı dışında bir adla, kendine ait bir matbaada basıp okuyucusuna sunması “divân tertip etme geleneğini kırma ve yıkma yolunda somut bir adım” olarak değerlendirilir.[8]

Şinasi, gazetede tefrika halinde yayımlanan yazıları Tasvir-i Efkâr Matbaası’nda kitap olarak bastı. Bu eserlerin başında Ahmed Vefik Paşa’nın Ebülgazi Bahadır Han’dan tercüme ettiği Uşal Şecere-i Türkî’si ve Hikmet-i Târîh’i, Kâtib Çelebi’nin Düstûrü’l-amel li-ıslâhi’l-halel ve Mîzânü’l-hak fî ihtiyâri’l-ehak adlı kitapları, Behcet Molla’nın Bufon’dan yaptığı Târîh-i Tabîî tercümesi gelir.[9]

Paris’e kaçışı

1865’te Tasvir-i Efkar’ı Namık Kemal’e bırakıp Fransa’ya gitti. Şinasi’nin bu gidişinin arkasında 1 Ocak 1865’te yürürlüğe konacak olan Matbuat Nizamnâmesi’nin ağır şartlarının bulunduğu tahmin edilmektedir.[7] Paris’te sözlük çalışmalarına yöneldi. Masrafları Mustafa Fazıl Paşa tarafından karşılandı, Jean Pietri vasıtasıyla Nâmık Kemal’le haberleşti.[7] Ancak Namık Kemal ve diğer Yeni Osmanlılar Paris’e geldiklerinde onlardan uzak durarak çalışmalarına devam etti. Société Asiatique Üyeliği'nden ayrıldı.

1867’de Sultan Abdülaziz Paris’e gelince Padişaha refakat eden Fuad Paşa ile görüşüp İstanbul’a dönmesi konusunda söz veren Şinasi, padişahın maiyetiyle beraber Peşte’ye gitti.[7] Padişahın ayrılmasının ardından orada bir süre daha kalıp Macar dil bilginleri ve şarkiyatçılarla görüştü. 24 Eylül 1867’de Köstence yoluyla İstanbul’a dönen Mustafa Fazıl Paşa’nın Peşte’den onu da alıp İstanbul’a getirdiği düşünülür. Sadece birkaç ay İstanbul’da kalan Şinâsi bu arada, Fuad Paşa’ya bir dilekçeyle başvurup İstanbul’a dönmesi yolunda yardım ricasında bulunan karısını bu davranışından dolayı boşadı.[7]

Paris'e kısa bir süre sonra tekrar döndü. Burada kaldığı iki yıla yakın sürede, Fransa Millî Kütüphanesi’nde Osmanlı Lügati için çalıştı. Neredeyse hayatının tek amacı haline gelen bu eser “tı” harfine kadar hazırlanmıştır. Ancak bu çalışmaların günümüze kadar hiçbir parçası ele geçmemiştir.[7]

Son yılları

Şinasi, 1869'da İstanbul'a dönüp bir matbaa açtı ve eserlerinin basımıyla uğraşmaya başladı. Önce Bâbıâli’deki matbaasına yerleşip dizgi işlerini kolaylaştırıcı bir sistem arayışına girdi, ilâveleriyle beraber 500-600 çeşidi bulan harf sayısını 112’ye indirdi ve bu yeni teknikle eserlerini bastı.[7]

13 Eylül 1871'de beyin tümöründen vefat etti. Ayaspaşa Mezarlığı’na defnedildi. Mezarının yeri kaybolmuştur.

Şinasi’nin ölümünden sonra Ebüzziya Tevfik, “Müntahabat-ı Tasvir-i Efkâr” (1885–1886) adlı kitabı hazırladı.

Yine Ebuzziya Tevfik tarafından aynı isimle 1894 yılında çıkarılan başka bir kitapta ise Şinasi’nin Tasvir-i Efkâr’da çıkan bazı makaleleri bir araya toplanmıştır.

Fatîn Efendi’nin Hâtimetü’l-eş‘âr adlı tezkiresinin, Şinâsi tarafından yeni bir tertip ve ifadeyle hazırlanan baskısının ilk elli iki sayfasını (17-21 arası eksik) Ömer Faruk Akün formalar halinde ele geçirip 1961’de yayımlandı.[13]

 

Eserleri

  • Tercüme-i Manzûme (1859)
  • Şair Evlenmesi (1860)
  • Müntehabât-ı Eş‘âr (Dîvân-ı Şinâsî). (1862)
  • Müntehabât-ı Tasvîr-i Efkâr (1885–1886)
  • Fatîn Tezkiresi (İlk 52 sayfası mevcut)
  • Sarf ü Nahv-i Türkî (mevcut değil)
  • Kāmûs-ı Osmânî (mevcut değil)
  • Tercüman-ı Ahval(ilk ozel gazete).

 

1. Gazel tarzında, sade ve sanat anlayışıyla işlenmiş bir dil anlayışı vardır. Gazellerindeki dil ve  üslûp “klasik tarz”ın biçimlendirdiği değerlerle ortaya çıkar.

 GAZEL

Güldürürken yüzümü çehre-i gülfâm-ı şerâb

Neye lâzım bana sâki-i dil-ârâm-ı şerâb              

 

Kalb eder katresi kalbimde safâya kederi

Kimyâ-yı ferâh olsa yakışır nâm-ı şerâb

 

Aklıma bâde verir başka cilâ-yı irfân

O cilâya demeli pertev-i ilhâm-ı şerâb

Gazelin dünyasını biçimlendiren kelime kadrosu “ gülfâm”, “sâkî”, “dilârâm-ı şarâb”, “katre”, “safâ”,  “ferâh”, “bâde” gibi bu nazım şeklinin dil ve üslûp özelliklerini ören kelimelerdir. Gazelin dünyasında gördüğümüz ışık kombinasyonu ve espriyle bütünleşerek jest ve dansa yönelme anlayışı dil ve üslûbu oluşturan ana özellikleridir. Işık kültü, şarâbın gül rengi ve ferâhlatıcılığıyla birleşerek aklın aydınlatıcı özelliğini kazanıyor. Divan edebiyatının gazellerinde görülen “cilâlı dil” anlayışı Nedim’de de değişmeden devam etmektedir. Bir dönemin, bir geleneğin ve nazım şeklinin biçimlendirdiği dil ve üslûp anlayışı, klasik veznin çerçevesi dışına taşmadan kendi ses düzeni ve karakteristik özelliğiyle devam etmektedir.

Aynı dil hususiyeti diğer gazellerinde de görülmektedir. Örneğin;
GAZEL

Mahmûr-i bâde hasta-i bî-tâbı andırır

Yoktur anın ilâcı mey-i nâbı andırır

 

Sâkî elinle bâde verirken elin öpem

Devlet gününde yâr olan ahbâbı andırır

 

Benzer kelime kadrosu, kafiye örgüsü ve redif sistemiyle düzenlenen şiir, aynı hayâl sistemi etrafında şekillenmektedir. Böylece kendisine özgü bir sistem hüviyetiyle karşımıza çıkan şiir dili, şairi aşarak klasik ananenin biçimlendirdiği kolektif üslûba dönüşür. Şair, gazelin dünyasında görülen  geleneksel dil dünyasından aldığı ödünç kelimelerle şiir evini kurar.

2. Şinâsî’nin “Tam Tarih”, “İlâhi” ve “Tehlil”inde kullandığı dil ve üslûp ise, resmi kitabetin belirlediği özelliklere sahiptir. Kendisine özgü merasim dünyasıyla ön plana çıkar. Dünya ve ahiret, Allâh ve kul ilişkilerini değerlendirerek muhatabının yapıp ettiklerini en vurucu mısralarla dile getirir.

 

                                                   TAM TARİH

 

                               Gürledi gitti Re’îs-i Meclis-i Tophâne âh

                               Gayrı topçu askerinin topu ağlarsa n’ola

 

                               Var idi ol zât-ı Hilmî mahlâsın hilmi ki ceyş

                               Böyle bir dâne ferîki ba’d-ez-în nerde bula

 

                               Hasreti kundak bıraktı ehl-i seyfin cânına

                               Nâr-ı bârût-ı gamı oldu mü’essir çok kula

 

                               Hak su’âlin eylese âsân be-hakk-i Mustafâ

                               Hayme-i kabri hemân envâr-ı rahmetle dola

 

                               Dedi fevtinde Şinâsî bâ-duâ târîh-i tâm

                               Mustafâ Pâşâ celîs-i meclis-i cennet ola                              

                                                                             

Tam Tarihler içerisinde dil itibariyle en sade olanında bile dil şahsileşmekten mümkün olduğunca uzaklaşarak geleneğin biçimlendirdiği değerlerle ön plana çıkıyor. Bir bakıma nazım şeklinin temasına uygun ve ortak değerler etrafında şekillenen resmi merasim dili, kendisine özgü bir üslûp anlayışı oluşturur. Aynı anlayış diğer tarihlerinde daha ağırlaşarak devam etmektedir.

                                              

                                               TAM TARİH

                               Dâver-i deryâ-atâ Sultân-ı İskender–siyer

                               Pâdişâh-ı rûzgar ü sâye-i Rabb-i mecid

                              

                                   Eyler icrâ âleme mâ-i zülâl-i âtıfet

                               Reşha-i ihsânına bahr-i muhît olmaz nedîd

 

                               Ahd-i pür-adlinde cârî sû-be- sû âb-ı sürûr

                               Zevk u behçetle geçer eyyâm-ı ayn-i rûz-i îd

                                                                             

Yukarıdaki şiirde kullanılan dil ve üslûp ile gazel ve kaside gibi nazım şekillerindeki dil ve üslûp anlayışı, birbirleriyle farklılaşarak yürümektedir. Muhatabını överek ve yücelterek yürüyen dil, Osmanlı Türkçesinin geniş coğrafyasına ait üslûp özelliklerini –ağır, anlaşılmaz, mutantan ve terkipli- taşımaktadır. Bu dilin lûgatından seçilmiş özel kelimelerle yürüyen dil ve üslûp, kendisine özgü “ver-i deryâ”, “Sultân-ı İskender-siyer”, “-be- âb-ı rûr” gibi söz simetrisiyle ritmik, karanlık  ve kapalı tarafını oluşturmaktadır.

 Kaya Bilgegil’in ifadesiyle: “Hulâsa, Şinâsî; hayalleriyle, söz oyunlariyle, mübalağalarıyle kullandığı tarihî ve efânevî şahıs isimleriyle dil ve tekniğe hakim bir dîvân şâiri olarak yetişmiş ;Avrupa kültürünün te’sîrine marûz kaldıktan sonra yeni bir şiir düzeni kurmak istemiştir.”

 3. Şinâsî’nin, kasidelerinde dil ve üslûp özelliği itibariyle farklılaştığı görülmektedir. Kasidelerinde Türk düşünce tarihine ilk kez batılı kavramları sokmaya çalışması, dil ve üslûp özelliklerinin farklılaşmasına yol açmıştır. Bu üslûp, daha çok nesir diliyle ön plana çıkmaktadır. Bilgilendirme amaçlı olan bu özellik, çoğunlukla da muhatabını nesir cümleleriyle övmeye çalışır.

                                              

                                                KASİDE

                               Bârek-Allah zehî Sadr-ı Reşîd-î devrân

                               Oldu ahdinde anın münşerihü’s-sadr cihân

 

                               Nice sadr-ı şeref-endûz-i adâlet ki odur

                               Mefhar-i saltanat u devlet-i Âl-i Osmân

 

                               Öyle bir Âsaf-ı zî-şân u muazzam ki olur

                               Câhet ü haşmeti ehl-i düvele gıpta-resân

                              

                               Kalem-i kâtib-i cân levhe edip böyle rakam

                               Eder evsâfını sükkân-ı felek vird-i zebân

 

                               Muhyî-i devlet ü dîn muhteri-i Tanzîmât

                               Mazhar-î feth-i mübîn mazhar-ı şer’-i Rahmân

                              

Bu dil, şiiriyetten uzak, muhatabının vasıfları üzerinde duran  bir dildir. Terkiplerle yürümesi söz akışını kestiği için şiirin ritmine engel olur. Şiirde olması gereken akışkanlığı göremeyiz. Bir bakıma şiirle nesir arasında bocalayan ve henüz ne olması gerektiğine karar veremeyen bir dildir. Bu tür kasidelerindeki dil, zamanla sadeleşme yolunda bir hayli mesafe kat edecektir. Kaldı ki aynı kaside içerisinde yer alan;                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                 Böyle bir menzil-i tâm almadı Râmi bir kez

               Gerçi meydân okuyup attı okun astı kemân

 bu ve benzeri beyitler, sadeleşme yolunda örnek olacak beyitlerdir. Zamanla bu dil, sadeleşir. Ancak bilgilendirme amaçlı bir niteliğe bürünmesi, ses akışını keserek nesre yaklaşmasına yol açar. Batı terminolojisine ait kavramları ilk kez Şinâsî’nin kasidelerinde görürüz.

 

                                               KASİDE

                                                    (…)

                               Şem’idir kalbimizin cân ile mâl ü nâmûs

                               Hıfz için bâd-i sitemden olur âdlin fânûs

 

                               Etdin âzâd bizi olmuş iken zulme esîr

                               Cehlimiz sanki idi kendimize bir zencîr

 

                               Bir ıtık-nâmedir insâna senin kanûnun

                               Bildirir haddini Sultân’a senin kanûnun

                                                              

Bilgilendirme amaçlı bu dil, nesirde olması gereken bütün açıklığıyla kendisini ele vermektedir. Zekâyı yoracak hiçbir yönü yoktur. Bir bakıma şairin sadeleşme yolundaki tercihinin yansımasıdır.

 

 

 

 4. Şinâsî’nin dil ve üslûbunun kalite kazandığı şiirleri de vardır. Bunlar “Methiye”, “Kıta”, “Müfred”leriyle “Arz-ı Muhabbed” isimli şiirleridir. Bu şiirlerde, dilin şiir olma yolunda ciddi bir sıçrama yaptığı görülmektedir.  

 

 METHİYE   

                                                       (Sâfi Türkçe)

                               Gören saçın arasından yüzün parıltısını

                               Sanır ki kara bulutun içinden gün doğmuş

                               Yanında kan ile yaş içre kaldığım görüp el

                               Demez mi kim birisini su kızı suya boğmuş

                                                              

Yukarıdaki şiir, gerek ses akışkanlığı ve dilinin sadeliği gerekse imge kültürü bakımından özgün bir dil ve üslûba sahiptir. Şiirin başlığından sonra “Sâfi Türkçe” ibaresinin kullanılması kayda değerdir. Şairin herhangi bir kayıt altında olmadan kendi doğallığıyla yazdığı şiirlerinde çok daha başarılı olduğu görülmektedir. “Su kızı” imgesi kullanım itibariyle özgün bir imgedir ve zengin çağrışımlar içermektedir. Birinci ve ikinci mısralarda yinelenen “n” sesi ses akışına ritmik bir zenginlik kazandırmaktadır. “Saçın arası”, “yüzün parıltısı”,”kara bulutun içinden gün doğmak” ve “suya boğmak” kelime grupları dilde akışkanlığın saflaşmasına ve dilin mutâd alışkanlıklarından kurtularak ferdileşmesine yol açmaktadır. Arz-ı Muhabbet şiirinin,

                              

Eşi yok bir güzeli sevdi beğendi gönlüm

                               Kıskanır kendi gözümden yine kendi gönlüm

 

                               Sinesinde yakışır ol memeler kim gûyâ

                               Bir fidan üzre iki kar topu olmuş peyda

                                                              

beyitleri de üslûp düzeyi bakımından günlük dilin üzerine çıkarak ferdileşme temayülü bakımından özel bir başarıya ulaşmıştır. İlk üç mısrada “bir, beğendi”, “güzeli, gönlüm (2)”, “gözümden, gûya”, “kıskanır, kendi (2), kim” yinelemeleriyle şiire ses akışkanlığı kazandırılırken; aynı zamanda “beğendi”, “yine”, “sinesinde” gibi ses düzeni bakımından naif kelimeler aracılığıyla şiir, ses orkestrasyonu bakımından kusursuz bir hale getiriliyor. Dördüncü mısradaki “Bir fidan üzre iki kar topu” tamlamasıyla oluşturulan imaj, şairin muhayyile gücünün özgünlüğünü göstermesi bakımından önemlidir.

                                               SÂFİ TÜRKÇE

                               Göğe mi erdi başım yer yüzüne geldimse

                               Var mı bak bencileyin yıldızı düşkün kimse

 

mısralarında dil, trajik çatışmanın ruhunu yansıtarak imge şemsiyesini yer ve gök zıtlığı üzerine kurmaktadır. Şiir, imgenin kendi üstüne kapanmasıyla birlikte yer ve gök ilişkisini kendi kader çizgisine indirgeyerek ferdileştiriyor. Talihsizliğin “yıldızı düşkünlük” kelime grubuyla ifade edilmesi, şairin imge avcılığını göstermesi bakımından önemlidir.

 5. Müfredât, Mesâri’, Hezliyyât ve Hicviyyât başlıkları altında topladığı mısra ve beyitten oluşan şiirleri, daha çok düşünce ağırlıklıdır. İnsanlık burcu etrafında gezinen şair, damıtılmış düşünceyi arı dille birleştirerek vecize denemeleri yapmaktadır.

 

                                Milletim nev’-i beşerdir vatanım rû-yi zemin

 

mısraındaki dil, uzun yıllar atasözleriyle uğraşmanın getirdiği kesif ve selîs ifadenin kendisidir. Bu dil, daha sonra sadeleşerek ve nesre yaklaşarak manzum hikâye dili olacaktır.

 6.  Şinâsî’nin şiir dilinin zirvesi, Mehmet Kaplan ve Kaya Bilgegil’in belirtikleri gibi Münâcâtıdır. Münâcâtında, şiire ait olgunlaşmış iç ve dış sesi yakalayan Şinâsî, klasik ananeden gelen unsurlarla halk ve batı edebiyatlarından gelen unsurları, bir terkip haline getirerek sanatın diline dönüştürür. Merkezi mekân konumundaki Münâcât, dil olgunluğunun ve tamlığının gerçek bir numunesidir.  M. Kaya Bilgegil’in belirttiği gibi:

Bu şiirin diğer bir husûsiyeti, halkın kullandığı kelimelerle, halka has ifade tarzlariyle yazılmış olmasıdır. Şiir tasannudan uzaktır, çıplak ifâde ile yazılmıştır.”

 

                               Ey Şinâsî içimi havf-ı İlâhî dağlar[10]

                               Sûretim gerçi güler kalb gözüm kan ağlar

 

halka yönelmenin en güzel örneklerinden birisi olan Münâcât, bir bakıma Şinâsî’nin sadeleşme düşüncesinin zirvesidir. Bunun için “Münâcât ile yeni bir edebiyatın başladığını ileri süren Mehmet Kaplan, bu şiirin en önemli hususiyeti olarak sadeliğini”ileri sürer. Şinâsî, Münâcât’ındaki dili şiirinin dili yapabilseydi; şiir tarihimizdeki yeri, daha farklı olabilirdi. Şinâsî’nin  Münâcâtını “İlâhi” ve masallarıyla birlikte mükemmele erişme noktasında başarılı bulan Tanpınar, onu Türkçeyi yürütmek bakımından bir zirve olarak kabul eder:

 “Filhakika Şinâsî bu eserlerde, manzumenin bütününe şamil olmamakla beraber hiçbir ifrata kaçmayan sade bir Türkçeyi aruzla birlikte yürütmeğe muvaffak olmuştur.” (Tanpınar 1988: 195)

 7. Konuşma dilinin sadeliğinde kendisini ve milletinin edebi zevkini bulan Şinâsî, yazdığı manzum hikâyeleri ile bir bakıma mesnevi geleneğinin dar çemberinden çıkardığı dil ve üslûp anlayışıyla şarkın roman ihtiyacını karşılamıştır. “Eşek ile Tilki”, “Karakuş Yavrusu ile Karga”, “Arı ile Sivrisinek” hikâyeleri bu nevidendir. Tahkiye geleneğinin biçimlendirdiği dil, olayı ders verici bir nitelikte kurgulayarak zamanın ihtiyaçlarına göre yorumlar.

 

KARA KUŞ YAVRUSU İLE KARGA HİKÂYESİ

                                            -Bililtizâm lisân-ı avâm üzre kaleme alınmıştır.-

 

                                               Aç idi bir karakuş yavrusu bir gün yuvada

                                               Anası yoksul anınçün yem arardı ovada

 

                                               Bir bora çıktı yuva derken ağaçtan düştü

                                               Başına yavrucağın köylü çocuklar üşüştü

 

                                               Tutulup oldu oyuncak bir ekinci piçine

                                               Bir kafesle kodular bağda dikenlik içine

 

                                               Kondu bir karga gelip vişne fidânı üzere

                                               Gaga çaldı yemişe âdet ü şânı üzere

 

                                               Dedi ol yavru : “Safa geldin amân Bülbül Ağa

                                            Cânım ister yediğinden sadaka eyle bana

 

                                                                       KARGA

                                               “Var oruç tut aç iken kendimi alçak tutamam

                                               Çık fidân üzere çekirdek vereyim kim yutamam

 

                                                               KARAKUŞ YAVRUSU

                                               “Çünkü öğrenmişsin artık adı neymiş söyle

                                               Ahımı almaz hem neyliyeyim ben böyle”

 

                                                                              KARGA

                                               Ana talih denilir herkese olmaz hayrı

                                               Andan öç almağa yok çâre rızadan gayrı

               

Muhavereyle yürüyen dil, okuyucuyu en can alıcı noktasından yakalar: Okuyanın kendi dili. Konuştuğu ve anladığı bir dille karşılaşan okuyucu, aynı zamanda halk anlatılarında sıkça kullanılan nükte kavramıyla rahatlar. Bir bakıma yazarın kendileriyle yarenlik yaptığının farkına varır. Böylece dil, kendi içerisinde samimiyet, dostluk ve nükteye dönüşerek okuyucusuyla bütünleşir. Şairle okuyucunun kol kola gezdiği böylesine bir ortamda şiir kimsenin umurunda değildir. Şairin, şiirinin başlığından sonra koyduğu “lisân-ı avâm” ibaresini göz önüne aldığımız taktirde bu dilin bilinçli bir biçimde yapıp edildiğini söyleyebiliriz. Halkın konuşma dili, şiirin baş köşesine gelip kurulmuştur. Bir bakıma Şinâsî’nin baştan beri yapmak/varmak istediği dil anlayışıdır. Bu dil bilincinde halka yaklaşmak ve halkı eğitmek anlayışlarının bir hayli payı vardır. Ancak “gayesi konuşulan dile yaklaşmak olduğu halde, biraz yaptığı denemenin yeniliğinden, biraz da sanatçı gücünün eksikliğinden gelme bir kudretsizlikle bu çaba oldukça verimsizleşir ve ‘sâfi Türkçe’  ile yazdığı parçalarda bile dil konuşma dilinin canlılığına ve tabiîliğine erişemez.” (Akyüz 1990: 44)

 

Bu tür problemleri Şinâsî’nin kasidelerinde de görmek mümkündür.