Card image cap
Mi̇hri̇ hatun

Adı ve mahlası Mihrî’dir. Yalnız Evliyâ Çelebi adının Mihrimâh, mahlasının Mihrî olduğunu kaydetmiştir (Gökyay 1996: 142). Son dönemlerde yapılan bazı çalışmalarda asıl isminin Fahrünnisâ (Bursalı Mehmed Tâhir 1333: 408; Olcay: 129) veya Mihrünnisâ (Uraz 1941: 16) olduğu konusundaki tespitler herhangi bir kaynağa dayanmamaktadır. Mihrî Hatun Amasya’da doğmuştur. Hakkında bilgi veren bütün kaynakların biri hariç hepsi bu konuda müttefiktir. Sadece Mehmed Zihnî (1295: 240), Meşâhirü’n‑Nisâ’da “İstanbul edîbelerindendir” demektedir ki bu bir yanılma olmalıdır. Doğum tarihi hakkında hiçbir kaynakta bilgi bulunmamaktadır. Ancak Mihrî Hatun ile şair Hâtemî (Müeyyed-zâde Abdurrrahmân) arasında bir aşk ilişkisi olduğu varsayılmakta ve Mihrî Hatun ile Hâtemî’nin aynı zamanlarda Sultân II. Bâyezîd’in meclisinde bulundukları ve beraber büyüdükleri yani akran oldukları düşünülmektedir. Hâtemî’nin 860/1455-56 yılında doğduğu kesinlikle bilindiğine göre Mihrî Hatun da o tarihlerde, büyük bir ihtimalle 860/1455-56-865/1460-61 yılları arasında doğmuş olmalıdır. Babası Belâyî mahlasıyla şiirler de yazan Kâdı Hasan Amasyevî’dir. Nitekim Mihrî Dîvânı’nın iki nüshasında “Dîvân‑ı Mihrî Duhter‑i Mevlânâ Belâyî” (Mevlânâ Belâyî’nin kızı Mihrî’nin Dîvânı) başlığı bulunmakta, ayrıca Mihrî Hatun da Dîvân’ında iki yerde “Belâyî”nin, babası olduğunu açıkça belirtmektedir (Arslan 2007: 235, 386). Büyük dedesi Gümüşlüoğullarından 813/1410-11 yılında vefat eden keramet sahibi bir şeyh olan Pîr İlyâs Şücâ’addîn‑i Halvetî’dir.

Şiirlerinden ve ondan bahseden kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla Mihrî Hatun; kültür düzeyi yüksek bir ortamda büyümüş, Arapça ve Farsçayı hatta bunların edebiyatları hakkındaki asgari malumatı öğrenmiş, “bedî ve beyândan nasîbedâr” olmuş, babasının kadılığından dolayı da dinî bilgileri en üst seviyede hazmetmiştir. Mihrî Hatun bilgisi, kültürü, zekâsı ve en önemlisi şairlik yönüyle çevresinde dikkati çekmiştir. Bu durum o yıllarda Amasya’da vali olarak bulunan II. Bâyezîd’in de gözünden kaçmamış ve Mihrî saraya, dolayısıyla da şehzadenin etrafında teşekkül eden edebî çevreye girmiştir. Mihrî’nin bu edebî çevreye girmesi II. Bâyezîd’in Amasya’daki şehzadeliğinin son yıllarına rastlamış olmalıdır. Çünkü II. Bâyezîd yedi sekiz yaşlarında (859/1454-55’te) şehzade olarak geldiği Amasya’dan 26 yıl sonra 886/1481-82’da padişah olduğunda ayrılmıştır ki Mihrî Hatun da bu yıllarda tahminen yirmili yaşlarında olmalıdır. II. Bâyezîd, 886/1481-82 yılında padişah olunca yerine oğlu Şehzâde Ahmed Amasya valisi olmuş ve o edebî çevre Şehzâde Ahmed’in kişiliği ve eğlenceye düşkün hayat anlayışı dolayısıyla daha da genişlemiştir. Mihrî Hatun da hem II. Bâyezîd hem de Şehzâde Ahmed zamanlarında sarayda bu sohbet ve eğlence halkalarında bulunuyor, dinî ve edebî sohbetlere katılıyor, şiir atışmalarında erkeklerden geri kalmıyordu. Bu arada yazdığı şiirleri özellikle Şehzâde Ahmed’e takdim ediyor ve bu vesileyle de hem saraydaki hem de sohbet meclislerindeki yerini pekiştiriyordu. Dîvân’daki kasidelerinin çoğunun bu şehzadeye sunulmuş olması da bu görüşümüzü desteklemektedir. Mihrî Hatun saraydaki sohbet halkalarına katıldığı gibi kendi evinde de edebî sohbetler ve musikî toplantıları düzenliyor, diğer şairlerle karşılıklı latifeler yazıp atışıyordu. Mihrî Hatun’un gençliğinde çok güzel, hoş sohbet, biraz şuh, fakat o derecede de namuslu, iffetli ve iradesine hâkim biri olduğuna, ondan bahseden önemli eserlerde işaret edilmiştir. Mihrî Hatun bu kadar güzel bir kadın olmasına; erkeklerle beraber şiir, sohbet ve eğlence meclislerinde bulunmasına; zamanındaki bazı şairlerle latifeye varan atışmalarına, karşılıklı şiir söylemelerine rağmen iffetini ve namusunu muhafaza etmiştir. Yüz ve ahlak güzelliğini aynı ölçüde birleştiren Mihrî Hatun, birçok talibi çıkmasına rağmen hiç evlenmemiştir. Tezkireler ve ilgili kaynaklar neden evlenmediği konusunda hiç yorum yapmamakta ve bir gerekçe de göstermemekteler. Dîvân’ındaki bazı şiirlerden çıkarabildiğimiz platonik aşkları mı evlenmesine engel oldu, daha doğrusu bunlara hürmeten mi evlenmedi, yoksa bilmediğimiz başka bir neden mi vardı? Fakat bu konuda ilgili kaynaklarda küçük bir ipucu dahi bulunmamakta. Sadece yaşı biraz geçtiğinde kendisinden daha yaşlı olan Eyüp müderrisi Paşa Çelebi’nin Mihrî ile evlenmek istediği ve Mihrî’nin de bunu reddettiği kaynaklarda açıkça belirtilmekte. Paşa Çelebi, meşhur Akşemseddîn’in yeğenidir ve asıl adı Gıyâseddîn’dir. Söz konusu evlilik teklifi o günlerde o kadar dile düşmüştür ki meşhur şair Zâtî’nin buna dair söylediği ağır bir nükte ve ima içeren müstehcen kıt’ası o günlerde dilden dile dolaşmış durmuştur. Hatta Mihrî’nin dörtlüğü işittiğinde gülümseyip geçtiği, “Nolaydı bu kıt’ayı ben demiş olaydım!” dediği ve konunun dallanıp budaklanmasından çekindiği için de cevap vermediği görüşü hâkimdir. Mihrî Hatun’un muhtelif meclislerde erkeklerle beraber bulunması o devre göre pek de olumlu karşılanmazdı. İşte bu durum ve bazı duygusal hadiselere adının karışması ondan bahseden tezkirelerde elbette yansımasını bulmuştur. Fakat ilginç olan, tezkirelerin bir yandan Mihrî’nin namus ve iffeti konusunda el birliği etmişçesine aynı şeyi söyleyerek şaire toz kondurmaması; bir yandan da evlenmediğinden veya namus ve iffetinden hep imalı, ihamlı, tevriyeli, kinayeli yani yoruma açık ve iki anlama gelebilecek hatta ve hatta müstehcen sayılabilecek ifadeler kullanarak söz etmesidir. Dolayısıyla bu ifadelerdeki müstehcenlik derecesi de sanki okuyanın niyetine ve yorumuna bırakılmış gibidir. Nitekim Mihrî Hâtun, meclislerde bulunduğu ve bir erkek toplumunda erkek gibi davrandığı hâlde kendisinden bahseden kaynaklar durumu pek yadırgamamışlar, onun namusu ve iffeti konusunda bir kısmı imalı sözler de içerse hep övücü ifadeler kullanmışlardır.

Mihrî Hatun, daima Amasya’da mı yaşadı, yoksa İstanbul’a gidip yine padişah sarayında yahut şair meclislerinde sohbetlere katıldı mı? İlgili kaynaklar bu konuda bilgi vermemekte. Diğerlerinde değinilmemesine rağmen Mehmed Zihnî’nin (1295: 240), onun hakkında söylediği “İstanbul edîbelerinden olan Mihrî” cümlesi, acaba Mihrî Hatun bir müddet İstanbul’da bulundu mu sorusunu akla getirmekte. Yine Zâtî’nin Letâ’if’indeki “Amâsiyyelü bir şâ’ire var idi, Mihrî Hâtûn dirlerdi, İstanbul’da olurdı” kayıt da bu ihtimali düşündürmekte. Mihrî Hatun, eğer İstanbul’a gitmişse sonra Amasya’ya dönmüştür. Çünkü bütün önemli kaynaklar onun Amasya’da vefat ettiğini ve burada gömüldüğünü söylemektedir. Sehî, Latîfî, Ȃşık Çelebi, Kınalı-zâde Hasan Çelebi, Beyânî ve Gelibolulu Ali gibi önemli tezkireciler Mihrî’nin ölüm tarihinden hiç bahsetmemektedir. Ancak hemen bütün son yüz yıl kaynakları şairin ölüm tarihi olarak 912/1506-07’yi vermektedir. Gibb (yty.: 376) de nereye dayandığını belirtmeden onun 920/1514-15 yılında vefat ettiğini yazmakta ki belki de Mihrî’nin vefatı için en akla yakın tarih budur. Günümüzde de Mihrî Hatun hakkında bilgi veren neredeyse tüm kaynaklarla Amasya’da Mihrî Hatun’un tanıtımıyla ilgili hazırlanmış pek de bilimsel olmayan birçok yazı ve belgeseller hep 1506 tarihi üzerinde durmaktadır. Fakat Erünsal’ın (1981: 312) yayımladığı makale, bu bilgilerin ve değerlendirmelerin yanlış olduğunu şüpheye mahal bırakmayacak bir şekilde göstermektedir. Makalede verilen in’âmât defteri içerisindeki Mihrî Hatun ile ilgili bölümler konuya ışık tutmaktadır. Bu önemli belgede Mihrî Hatun’a II. Bâyezîd tarafından yapılan in’âmlarla bunların ne sebeple yapıldığı tarihleriyle beraber yazılmıştır. Defterde Mihrî Hatun’a, Sultân Bâyezîd tarafından “910 (1504-05), 914 (1508-09), 915 (1509-10), 916 (1510-11), 917 (1511-2)” tarihlerinde yazdığı şiirlere ve Dîvân’ına karşılık beş defa in’âm ve tasadduk olarak toplam 13.000 akçe verildiği belirtilmiştir. Dolayısıyla bu bilgilere göre Mihrî Hâtun 918/1512-13 yılında hayattadır. Ancak Mihrî Hâtun’un bundan sonra daha kaç yıl yaşadığı belli değildir. Dolayısıyla sadece Mihrî Hâtun 918/1512-13 yılından sonraki bir tarihte (Gibb’e göre 920/1514’te) ve 50‑60 yaşları arasında Amasya’da vefat etmiştir yorumunu yapmak mümkündür. Amasya’da vefat ettiği kesin olan Mihrî Hatun, büyük dedesi Pîr Şücâaddin İlyas’ın türbesine defnedilmiştir. Onun defnedildiği türbe eski kaynakların Zevâdiye de dediği Savadiye Mahallesi’ndedir. Bugün bu türbenin çevresine “Pirler Parkı” denmektedir. Amasya Târîhi’ne (Hüseyin Hüsâmeddîn 1327: 217-218, 249) göre türbede “Gümüşlüzâde Pîr Şücâ’addîn İlyâs el‑Halvetî, damadı Pîr Celâleddîn Abdurrahmân Çelebi, torunu Pîr Hayreddîn Hızır Çelebi ile bunların eşleri ve kızlarından dört hatun medfundur”. Bu dört hatundan birisi Mihrî Hatun’dur. Fakat mezarlardan hangisinin Mihrî Hâtun’a ait olduğu hakkında eski ve yeni kaynaklarda bir kayıt yoktur. Yıllardır bizzat yaptığımız ziyaretlerde, özel olarak türbe içinde ve çevresinde yaptığımız araştırmalarda, türbedeki kayıtlarda Mihrî Hatun’un hangi mezarda yattığı konusunda bir ipucu elde edemedik.

Mihrî Hatun’un eserleri şunlardır:

1. Dîvân: Toplam 1987 beyitten oluşan Dîvân’da “17 kasîde, 210 gazel, 1 müstezâd, 9 murabba, 1 tahmîs, 1 tercî‑i bend, 2 mesnevî, 7 müfred” bulunmaktadır. Dîvân ve Tazarru’-nâme 4 yazma nüsha karşılaştırılarak Prof. Dr. Mehmet Arslan tarafından yayımlanmıştır (2007).

2. Tazarru’-nâme: 461 beyitlik bir mesnevîdir. Dîvân’ının eldeki bütün nüshalarında yer alan Tazarru’-nâme’yi, büyük bir ihtimalle Mihrî ömrünün son yıllarında yazmıştır. Konuya uygun ayetlerle süslenen Tazarru’-nâme; tevhîd, münâcât, na’t, niyâz, duâ, yakarış, pişmanlık, nefsine öğütler, diğer insanlara aktardığı öğüt mahiyetinde hayat tecrübeleri, günahlarından af dileme vb. özellikleriyle ömrünün sonlarına gelmiş bir mümin kadının itiraf ve pişmanlıklarıyla dolu bir manzume niteliğindedir. Öyle ki sanki Dîvân ve Tazarru’-nâme’yi yazan iki ayrı kişiliktir.

Evliyâ Çelebi’nin Mihrî hakkında “Sâhib-i dîvândır ve fıkha, ferâyize müte’allik hayz ve nifâs bahsinde manzûm risâleleri vardır.” ve “Yetmiş cild kitâb-ı mu’tebereyi hıfz idüp, cümle ulemâ anunla mubâhase-i ilm itmede âcizler imiş. Fıkh u ferâ’ize müte’allik nifâs bahsinde makbûl mes’eleleri ve manzûm risâleleri vardır.” (Gökyay 1996: 142) demesi onun malum üslup ve edasının bir tezahürü olduğu gibi, “fıkha, ferâyize, hayza, nifâsa dair risâleleri”nden bahsetmesi de, mevcut duruma göre, muhtemelen latife mahiyetindedir. Çünkü Evliyâ Çelebi’den başka hiçbir kaynakta Mihrî’nin böyle eserlerinden bahsedilmediği gibi günümüze de Dîvân’ından başka eseri ulaşmamıştır.

Mihrî Hâtun, Osmanlı döneminin Dîvân’ı elimizde bulunan ilk kadın şairi olması ve 15. yüzyılda Anadolu’nun küçük bir şehrinde Amasya’da tesis edilmiş kültür ortamını şiirlerine yansıtması sebebiyle önemli bir şairdir. Yazdığı şiirler Şehzâde Bâyezîd (Sultân II. Bâyezîd) ve onun oğlu Şehzâde Ahmed’in meydana getirdiği bu kültür muhitinde yankılanıyordu. İstanbul’daki sarayın küçük bir örneği olan Amasya’daki sarayda Çeşmî, Şermî, Figânî, Kâmî, Melîhî, Münîrî, Makâmî, Âfitâbî, Zeynep Hatun gibi Türk şairleri; Basîrî, Penâhî, Kutbî gibi Acem şairleri ile ayrıca bir kısmı İran’dan gelen hattatlar, nakkaşlar ve musikîşinaslar bulunuyordu. Mihrî Hâtun da düzenlenen dînî ve edebî sohbetlere katılıyor, oradaki şairlerle yaptığı şiir atışmalarında erkek şairlerden geri kalmıyordu. Üstelik Necâtî’nin şiirlerine nazireler yazdığını, fakat Necâtî’nin bundan pek hoşlanmadığını kaynaklar belirttiğine göre Mihrî’nin şiirleri Amasya dışında da dikkat çekmeyi başarmıştı. Dönemin tezkirelerinin bir kısmı kaleme aldığı şiirleri göklere çıkarmakta, bir kısmı da vasat bulmaktadır. Şiirleri incelendiğinde Mihrî Hatun’un, sadece bir hayalin değil, yaşamın şiirini de yazan bir kadın şair olarak karşımıza çıktığı görülmektedir. O, divan edebiyatı geleneğine uygun erkekçe söyleyişlerin yanında kadınsı duygularını dışa vurduğu şiirlerin sahibidir. Divan şiirindeki hiçbir kadın şairde Mihrî Hâtun kadar duygularını açığa vuran üsluba, anlatışa rastlanmamaktadır. Hatta bazı şiirleri - platonik de olsa - pervasızca denebilecek şekilde aşkının veya aşklarının, bu konudaki hissettiklerinin bir yansımasıdır ki bu durum devrinde eleştirilere de uğramıştır. Mihrî Hâtun’un şiirlerinde kullandığı dil zamanındaki diğer şairlere göre nispeten sadedir. Mihrî Hâtun’un şiiri sanat kaygısından çok bir kadının hayallerini, meraklarını ve aşk tecrübelerini yansıtmaya yöneliktir demek mümkündür. Çünkü o, erkek egemen bir edebî çevrede kadın olarak hem âşık hem de maşuk kimlikleriyle şiirdeki söz inşasına meydan okumak ve bazı alışılmış kuralları yıkmak zorundadır. Mihrî’nin bir özelliği belki de şansı şudur: Erkek şairler kadınsı hayaller bulmayı arzularken o, hem kadınca hayalleri hem de bir erkeğin kurabileceği hayalleri yakalamakta hiç zorlanmaz. Dolayısıyla Mihrî, gelenekten kopmamak adına oluşturduğu klasik âşık ve maşuk söylemlerinin yanında hem âşık hem maşuk rolünü oynaması gerektiği için farklı söylemlerle ortaya çıkmak durumundadır da. Nitekim klasik tarza ve geleneğe bağlı kadın şairler, şiirlerinde cinsiyet farkı ihsas ettirmeden klişeleşmiş güzel tipini terennüm ederken Mihrî’nin yazdıklarında kendi cinsinin duygu ve özlemlerini ifade eden samimi ifadelere sıkça rastlanmaktadır. Erkek şiir egemenliğinin açıkça sezildiği bir dönemde, 15 ve 16. yüzyıllarda da bir kadının divan meydana getirebilmesi, içindeki manzumelere gerçek duygularını yansıtabilmesi ve Dîvân’ının edebî değer taşıması bugünden bakıldığında olağanüstü bir durum gibi görünmektedir. İşte bu durum yabancıların da dikkatini çekmiş ve Uluslararası Astronomi Birliği (IAU) tarafından Venüs gezegeninde yeni keşfedilen bir kratere “Mihrî Hatun” adı verilmiştir. Avrupa’da sevgililer arasında verilen hediye malzemeleri içinde yer alan kalp motifli kristal kutulardan birine de “Mihrî Hatun” denmiştir. Yine Avrupa’da bir mücevher firması dünyanın meşhur şairleri adına tasarladığı muhtelif mücevherler arasındaki som gümüş küpeye “Mihrî Hatun Küpesi” adını vermiş ve küpenin üzerine Mihrî Hatun’un bir mısraını yazmıştır.

 

Eserlerinden Örnekler

Gazel

Ben umardum ki seni yâr‑ı vefâ‑dâr olasın

Ne bileydüm ki begüm böyle cefâ‑kâr olasın

Hele sen kâ’ide‑i cevrde eksük komadun

Dostluk hakkı ise ancak ola var olasın

Reh‑i aşkunda neler çekdügüm ey dost benüm

Bilesin bir gün ola aşka giriftâr olasın

Sözüme uymadun ey asılası dil dilerem

Ser‑i zülfine anun âhiri ber‑dâr olasın

Sen ki cân gülşeninün bir gül‑i nev‑restesisin

Ne revâdur bu ki her hâr u hasa yâr olasın

Beni âzâde iken aşka giriftâr itdün

Göreyin sen de benim gibi giriftâr olasın

Sen çıkardun beni zülfine uyup başdan i dil

Göreyin sen dahi bu yolda ki ber‑dâr olasın

Bed‑du‘â itmezem ammâ ki Hudâ’dan dilerem

Bir senün gibi cefâ‑kâra hevâ‑dâr olasın

Şimdi bir hâldeyem kim ilenen düşmenine

Dir ki Mihrî gibi sen dahi siyeh‑kâr olasın

Gazel

Hâbdan açdum gözüm nâ‑gâh kaldurdum seri

Karşıda gördüm durur bir mâh‑rûy‑ı dilberi

Tâli’üm sa’d oldı yâhud kadre irdüm gâlibâ

Kim mahallem içre gördüm gice dogmuş Müşterî

Nûr akar gördüm cemâlinden egerçi zâhirâ

Kendisi benzer Müselmâna libâsı kâfirî

Gözümi açup yumınca oldı çeşmümden nihân

Şöyle teşhîs itdüm anı yâ melekdür yâ perî

İrdi çün âb‑ı hayâta Mihrî ölmez haşre dek

Gördi çün zulmet şebinde ol ayân İskender’i

Murabba’

Bizden oldunsa rakîbün sözile bîzâr hey

Güc ile gökçeklik olmaz neyleyelüm var hey

Eksük olmaz bu cihândur âşıka bir yâr hey

Ben de senden vâz geldüm vâz geldüm var hey

Bulınur hey bu cihânda tâze tâze hûblar

Nâzenînler hûblar u mergûblar u mahbûblar

Rûy‑ı âlemde hemân kat’ olmadı mergûblar

Ben de senden vâz geldüm vâz geldüm var hey

Bî‑vefâ mahbûblara rîş‑hande âşıklar gerek

Sâdıku’l‑kavl olana yâr‑ı muvâfıklar gerek

Gerçegi terk it yüri sana münâfıklar gerek

Ben de senden vâz geldüm vâz geldüm var hey

Mısr‑ı dilde Yûsuf‑ı cândan azîz itdüm seni

Cevr ile pîr eyledün âhir Zelîhâ‑veş beni

Yâr idinmek yoğımış bildüm ki her cilf oglanı

Ben de senden vâz geldüm vâz geldüm var hey

Yüzüni görmege gerçi kim virürem cânı ben

Sen dahi hûblarda bir âşık‑perest idün inen

Gördügünce beni igmâz idüp ayruklanma sen

Ben de senden vâz geldüm vâz geldüm var hey

Gerçi aşkın nârına düşelden itdüm hayli âh

Dûd‑ı âhım âhir itdi gün cemâlini siyâh

Sen gedâ‑yı hûb oldun Mihrî aşka pâdişâh

Ben de senden vâz geldüm vâz geldüm var hey