Card image cap
Ben şayi̇r olacan agabey!

Kentin ortasındaki en hareketli meydanının en güzel yerine kurulmuştu, sanat reyonları. Memleketin her yerinden sanatçılar gelmiş, el emeği eserlerini kendilerine ayrılan küçücük reyonlarda sergiliyorlardı. Antep’ten yemeni yapan bir usta vardı. Bigalı kispet ustası İrfan Şahin bile gelmişti. Bursa’dan bağlama yapan bir usta ilgi çekiyordu. Manisa’dan gelen kaval ustası, ara sıra Anadolu ezgilerini çalınca insanları durduruyordu yerinde. Bir ahşap ustası, ağaca can veriyordu. Eskişehir’den gelen lüle taşı ustası yaptığı heykellerle şaşırtıyordu herkesi.

İlk defa bir araya gelen ustalar, bir süre sonra dostluklarını ilerletince, sanatlarını da birleştirip konuşturuyorlardı. Bursalı bağlama ustasıyla, Manisalı kaval ustası bir araya gelmişlerdi. Hiç hazırlık yapmadan, bir türküye başlamışlardı. Bursalı bağlama ustası, cura bağlamasıyla başladığı ezgiye, kaval ustası cevap vermişti. Birden bire bir türkü yankılandı, kentin meydanında. Manolya ağacı bile kulak kabartmıştı türküye. 

Bu nasıl bir derttir dermanı yoktur
Bedenimde değil ruhumda sızı
Görünmez bir yara acısı çoktur
Bedenimde değil ruhumda sızı oy oy

Kurşunsuz hançersiz kansız bir yara
Hiç bir tabip buna bulamaz çara
Keşke Mansur gibi çekseler dara
Bedenimde değil ruhumda sızı oy oy

Doktoru lokmanı yok ilacı yok
Görünmez göz ile hiçbir izi yok
Saplandı sineme görünmez bir ok
Bedenimde değil ruhumda sızı oy oy

Derin bir sessizlik içinde, dinledikleri türkünün anlamını idrak etmeye çalışırken insanlar, bir dinleyici, türkü bitince sordu.

“Ustam kim yapmış bu türküyü?”

Bağlama ustasının yüzüne bir hüzün gelip yapıştı. Derin bir nefes aldı. Üç telli kendisi küçük, sesi büyük bağlamanın, en ince teline büyük başparmağıyla hafifçe dokundu. Bir nota uçup gitti çığlık çığlığa. Sonra da;

“Bu türküyü Nesimi Çimen yapmış. Hani şu Sivas’ta Madımak otelinde yakılan koca adam vardı ya! İşte o adam yapmış bu türküyü.”

Soruyu soran kişinin, aslında hiçbir şeyle alakası yoktu. İlk defa bir türkünün, bu kadar derin anlamları olan sözler içerdiğini keşfetmişti. Ona göre, müzik demek eğlence demekti. “Balıkesir Bandırma/Boş ver gitsin aldırma” gibi olacaktı müzikler. Hoplayıp zıplayıp oynayacaktı herkes. “Şinanay yavrum şinanay” bir hayatın içinde yaşayınca, birçok insanın başka birilerinin ruhundaki sızıdan haberleri olmuyordu. Yeni bir soruyla atıldı adam;

“Ustam! Madımak otelinde neden yandı bu adam! Soba filan mı devrildi?”

Gülüşenler oldu. Sonrada ağzıyla elini kapattı, yüzünü başka yere döndürdü bazı insanlar. Adam, aval aval bakındı etrafına. “Acaba yanlış mı yaptım?” diye bir ikilem içine düştü. Madımak’ta yananlardan, Sivas olaylarından haberi olmadığı anlaşılmıştı.

Üç telli bağlamasını sol eline alan usta, sağ eliyle adama, “gel gel” işareti yaptı ve seslendi.

“Gel hemşerim! Ge gel!! Sana bir çay söyleyeyim. Çay içerken pasta yerine geçecek birde türkü okuyayım” dedi.

Adam, kendisine gösterilen şefkat dolu ilgiden ve kendisini okşayan sesten etkilenip, bağlama ustasının gösterdiği tabureye oturdu. Çaylar söylendi. Usta üç telli bağlamasına dokundu. Bir ezgi dolandı, daracık yerde. Usta hüzünlü bir sesle başladı türküye.

 

Bugün dost yarelenmiş
Yine gönlüm hoş değil
Her yanı parelenmiş
Yine gönlüm hoş değil
 
Dost hasreti zor imiş
Her dem ahu zar imiş
Dert insanı yer imiş
Yine gönlüm hoş değil
 
Akarsu’yum yansam da
Kül olup savrulsam da
Bazı bazı gülsem de
Yine gönlüm hoş değil
 
Adamcağız iyice kendinden geçmişti. Türkü bitmiş, çaylar gelmişti. Usta kısaca Sivas’taki Madımak otelinde olanları anlattı. Sonra Muhlis Akarsu ile ilgili ayrıca bilgi verdi. Türkünün “Akarsu’yum yansam da” bölümünü bir daha okudu. Madımak hakkında bilgilenen adam, yanlışlıkla şarap olmuş ahlât turşusu içmiş gibi sarhoş oldu gitti.
“Tam kırk kişi ha!” diye kekeledi.
O sırada elinde bir kâğıtla bir genç dikildi, reyonun önünde. Usta “buyur evlat” deyince, elindeki kâğıdı uzattı.
“Ustam Madımak’la ilgili şiir yarışması varmış. Bir şiir yazdım. Yarışmaya katılacağım. Bu şiirle birinci olursam, kendime bir saz alıp ozan olacağım.”
Usta genci dinlerken, uzatılan kâğıdı da aldı. Gencin durumundan memnun oldu. Sonra da;
“Sen bir saat sonra gel konuşalım” deyip, kâğıdı tezgâhın üstüne koydu. On dakika sonra misafirini uğurladı.
Tezgâhta, perdelerini düzenlemeyi yarım bıraktığı bağlamayı tamamlamak için kalktı. Katlanmış kâğıdı görünce, alıp açtı. Başladı okumaya.
       
Sivas’a ekmişler madımak.
Şu Sivas’ın haline bak.
Ne güzel otel yapmışlar.
Bir gün gel sende bak.
 
Oy Sivas’a Sivas’a
Gel gidelim Sivas’a
Madımak yanmışmış
Ne diyelim Sivas’a.
 
Üzüm aldım kasa kasa
Götürdüm sattım Sivasa.
Sivas ne güzel olur.
Herkes evini sıvasa.
 
Oy Sivas’a Sivas’a
Gel gidelim Sivas’a
Madımak yanmışmış
Ne diyelim Sivas’a.
 
Usta elindekini okuyunca, kafasının üstünden çıkan dumanlar, neredeyse çadırı yakacaktı.  Avucuna su döküp başını ısladı. Gencin gelmesini beklemeye başladı. Bağlamanın perdelerini bağlamaktan vaz geçti. Oturdu iki yudum su içti. Yeniden bir daha okudu. Kazak Abdal’ın dizeleri, başka türlü döküldü dilinden.
Sana şiir yazdıranın
Anasını avradını…
İlham verip azdıranın
Nenesini avradını…
 
Diye mırıldandı. Kalktı meydana çıktı. Elli metre kadar yürüdü, geri döndü. Kaval ustasının önünde durdu. Biraz baktı.  Hemen geri gelip yerine oturdu. Öylesine su içti. Ellerini ovuşturdu. Sanki kar yağıyordu. Ulen Ağustosta kar mı yağar? Yağar kardeş, bazı insanlar yüzünden ağustosta sular, balta kesmez taş olur. Olur usta!
Biliyordu ki, şiir bilgiyle yazılır. Bir şey bilmiyorsan, duygularını neyle besleyeceksin? Bir ozan tanıyıp bilmiyorsun. İki şiir okumamışsın. Madımak’ta ne olmuş fakında değilsin. Şiir yazıyorsun. Birde birinci olacağım diyorsun. Of! Of!
Böyle böyle düşünürken, duyduğu sesle geri döndü.
“Selaminalikim”
“Aleykümselam.”
“Abi şiirimi okudun mu? Nasıl güzel yazmışım degil?”
Genç, hiç ara vermeden, soluk bile almadan otomatiğe bağlamıştı kendisini. Durmadan konuşuyordu.
“Abey! Ben bu işi biliyorum. Bu şiirim birinci olunca herkes beni tanıyacak! Nereye gitsem, kalabalıklar karşılayacak beni. Ben bu şiire bir beste yapacam! En az beş milyon sidi satacagım.”
“Oğlum bir dinle…”
“Abey, sözümü bitireyim. Başka şiirlerimde var benim. Diyarbakır’a, Van’a yazmışam. Muş’a yazmışam. Aha bugün bu iskele meydanında Çanakkale’ye de yazacagim. Çanakkale bana hayran kalacak biliyem. İmanıma dinime kuran hakkı için şayir olacagim.”
Ellerini açıp kafasını gökyüzüne dikip, Küçük Emrah pozlarıyla okumaya başladı.
“Çanakkale Çanakkale
Dinle beni bir hele!
 Plakasız gemi boğazında!!!
Olmaz ki bu böle!”
Birden bir şey bulmuş gibi heyecanlandı ve bağırdı.
“Aha şimdi söylemişem bunu. Unutmamak için hemen yazayım. Ben şair olacağım ağabey! Kalem var mı abey? Ver hele!”
Kalemi verirken, elindeki kâğıdı da uzattı gence. Sonra birden gencin bileğinden yakaladı. Sıkınca bileğinden, gencin sesi kesildi. Gözlerini gencin gözlerine, iyice yaklaştırdı ve dişlerini gıcır gıcır ederek konuştu.
“Ulan bir daha şiir yazdım dersen, yazarsan… Birilerine okutursan… İlk defa cinayet işler, seni öldürürüm! Anladın mı? Al bu kâğıdını defol git! Hay de!”
Bileğinden bıraktığı genç, hiç konuşmadan on metre kadar geriye gidip, dayak menzilinden çıkıp, tehdit eder gibi bağırarak konuştu.
“Sen sen! Sen beni kıskanıyorsun! Ben şiyir yazarsam size iş kalmayacak elbette. Siz saz bile satamazsınız. Benim türkülerimi siz okuyamazsınız. Kıskançlarrrr! Sizleri piyasadan sileceğim! Ben şayir olacağım şairrrrr!!!!”
Usta, baktı başı belaya girecek. Cahille bal yemekten vaz geçti. Döndü sırtını genç adama, yavaşça oturdu bir tabureye. Eli birden üç telliye gitti. Çalmaya başladı. Bir ezgi duyuldu ağırdan. Bir Hasret Gültekin türküsü, Çanakkale rüzgârına karıştı gitti.
 
“Güle yel değdi güneş olursa
Cana ten değdi ateş olursa
Oy beni beni kanlar otağııııı
Oy beni beni dertler otağı toprak.
 
Bir bak şu göğe umut doludur.
Bulandı kana zulüm yoludur.
Oy beni beni kanlar otağııııı
Oy beni beni dertler otağı toprak.”

 
Genç dışarıda hala şiyir okuyordu. Gülüyordu insanlar.
 
Oy oy oy!
 
Ne zor iş imiş şair olmak! Ne zor iş imiş ozan olmak!
Olup ta gönüllerde kalmak.
 
Oy oy oy!
 
Şuayipodabaşı…
14.12.2019/Kepez/Çanakkale