
Para seven fareler
PARA SEVEN FARELER
Derler
ki; para el kiridir.
Kimse
de paradan vazgeçmez.
Herkesin
eli kirlidir.
Recep Efendi, İkitelli’e Ayamama
deresi kenarında yer alan bir evde kirada oturuyordu. Dere içine ev yapıp, sel
sularıyla karşılaşınca ‘Nerde bu devlet, nerde bu millet’ diye bağırmasını
beceren insanların olduğu mahalle, her yağmurda çamura batıyordu. Sokaktan
merdivenle inilen derin zeminli, pencerelerinden bakıldığında her şeyin altını
gören, süper manzaralı bir evde oturuyordu. Ne zaman yağmur yağsa, evini sel
suları, sular temizlenince de fareler basıyordu.
Recep Efendi, tek başına bu nemli ve
kirli evde yaşamak için direniyorlardı. Karısı evi terk edip çekip gitmişti
köyüne. Tek başına yaşasa da, emekli maaşı yetmiyordu. Yetmediği içinde bir simit fırınında yarım
gün çalışıp ek gelir elde ediyordu. Kirası ucuz diye inatla bu ahır gibi evde
yaşamaya çalışıyordu. Bir gelmişti İstanbul’a, bir daha köyüne dönmeyi hiç aklına
getirmemişti. Aslında köyüne dönse, aldığı maaşla kral gibi yaşardı.
‘İstanbullara gitti, dayanamadı, geçinemedi köyüne döndü sonunda’ derler diye düşünüp inat ediyordu köyüne
dönmemek için. Kuru inat dedikleri bu oluyordu demek ki. İnatlaşmanın başkaları
laf atacak diye düşünmek, başkalarının sözüyle hareket etmek senin neyine. Sen
kendi aklını dinlesene! Olmaz. O ne der, bu ne der? Diye sorgulamak ve hayatı
zindan etmek günümüz insanını bir özelliği değil mi?
Neyse, Recep Efendi, kirası ucuz diye
oturduğu evde, yağmur yağdığında, saldırısına uğradığı pis yağmur sularından,
bütün beyaz eşyalarını da kaybedip, köyündeki fakirlerden daha beter olmuştu
da, farkında değildi. Bir yiyecek alsa, sabaha kalmıyordu. Lağım fareleri,
fındık fareleri geceleri her şeyi yiyip tüketiyorlardı. Çöplerin yanında
bulduğu dolapları evine getirip, yiyecekleri saklamak için kullansa da fareler
kemirip kullanılmaz hale getiriyordu.
Başı büyük dertteydi farelerle.
Emekli maaşını almıştı. Derme çatma
masanın üstüne koydu parayı. Ödeyeceği faturaları çıkardı cebinden. Elektrik
faturası, su faturası, telefon faturası, birde bakkala vereceği para ve de en
önemlisi ev kirası. Bütün faturaları
dizdi masaya, üzerlerine de ödeyeceği parayı koydu. Ev kirası ile bakkala
vereceği paraların üstüne de gerekli açıklamaları yazıp bıraktı. Paranın
yetmediğini gördü. Bakkalı atlatsam olur diye düşündü. Düşünürken kalktı ayağa,
gerekli parayı kimden borç alırım diye düşünmeye başladı. Çıkar bir yol
bulamadı. Sabah ola hayrola deyip gidip yattı.
Sabah kalkıp tuvalete giderken ayağına
dolanan kocaman bir fareye bir tekme salladı. Tutturamayınca okkalı bir küfür
gönderdi. Tuvaletten çıkıp salona yöneldi. Gördükleri karşısında afalladı.
Masanın üstü kâğıt parçalarıyla doluydu. Dikkatli bakınca, bu minik minik
parçaların, akşam masada bıraktığı paralar olduğunu gördü.
Fareler sabaha kadar mesaide kalıp
paraları yemişlerdi. Dikkati çekense, faturalara hiç dokunmamışlardı. Bakkal
parası ve ev kirası yazan kâğıtlarda sağlam olarak duruyordu.
Ulen bu nasıl iş? diye söyledi. Benim
bildiğim para lokantada yenir. Bu fareler paranın kendisini yiyorlar,
faturaları bırakıyorlar. Bu ne iştir? Anlayan varsa beri gelsin! Diye söylendi.
Paraların simit koktuğunu hiç düşünemedi. Maaşını simitçide bozdurup, her
faturasını kuruşu kuruşuna yatırmak istemişti. İyi ki demir paraları da
yememişlerdi.
Recep Efendi. O günden sonra o evde
kalmadı. Hiçbir eşyaya bile bakmadan, köyüne döndü. Beş tavuk bir horozla
köyünün tadını çıkarıyor. Evinde kedisi de var, köpeği de.
Birisi fare dediğinde, sadece paralar
gelse de aklına, İstanbul’u hiç hatırlamıyor.
Hepsi bu!
29.09.2016/Kepez/Çanakkale