ÖLMEDEN ÖNCE ÖLÜNÜZ
(FERHÂD İLE ŞİRİN)
 Ã¶lmeden önce ölünüz ile ilgili görsel sonucu
Ferhâd ile Şirin öyküsü mitsel bir öyküdür; yâni, sembolik ve alegorik bir anlatım içerir. 
Tıpkı, Âdem ile HavvaYusuf ile ZüleyhaKerem ile AslıArzu ile KamberLeylâ ile Mecnûn vb gibi...


Mitlerde kullanılan kelimeler, sözlük anlamları yanında; sembolik anlamlar da içerirler. Bâzen, bu yöntem, anlamları saklamak için, bâzen de sezgiyi harekete geçirmek için, keşfi açmak için kullanılır. Bazı mitler tasavvûfî mânâlardan kuruludur. Tasavvûfun kullandığı bu tür mitlerin kökeni İdris Nebî’ye (Hermes-i Herâmise;Hermes Trimegistes) dayanır. Bu nedenle tasavvûf Hermetik geleneğe bağlıdır.
 Nitekim, Yunus Emre (Hûlle: hâl elbisesi):
İdris Nebî hûlle biçer,
Gezer Allah deyû deyû. 
der.
Bilindiği gibi, semboller kavramlardan farklı olarak, çoklu anlam yüklüdürler.
Kavramlar, insan melekesi için açık seçik ve mantıksaldırlar. Buna karşın kavramlar sezgi’yi devre dışı bırakırlar.
Sembolik anlatımlar ise keşfî-sezgi’yi harekete geçirirler; ancak, buna karşın anlamları açık seçik değil, buğuludur.
Mitsel anlatımda simge (remz), karşıtların birliğini içerir (coinsidentia opositorum); bu ise tevhîd’dir.
Mâlûm, Kelime-i Tevhîd, “lâ ilâhe illâ Allah”, “lâ” ile “illâ”nın birliği olarak öğretilmiştir; yâni, Tevhîd’in ilkesidir.
Tasavvûf ıstılahında, Allah, câmiul ezdât olarak Tevhîd’dir. Örneğin, Celâl ile Cemâl, Mûdil ile Hâdi, Kahhar ile Rahman, Evvel ile Ahir, Zâhir ile Bâtın vb’nin birliği ve bütünlüğüdür.
Tasavvûfî mitlerin çözümlenmesi zevkî’dir, bu nedenle ilmî bir dâva güdülmez; keşf-i sezgiyi uyandırıp, kişinin zevk ile bilmesine yol açar, bildiği de kendi olur.
 
Gelelim “Ferhâd ile Şirin” in mitsel öyküsüne.
Ferhâd, bir erkek ismi olarak kullanıldığı hâlde, bu mitsel öyküde özgün bir deyim niteliğindedir.
Şimdi bu deyimi “Fer-Hâd” diye çözümleyerek işe başlayalım.
Tasavvûfta “Fer” deyimi, “Asl” ile birlikte “Asl-Fer” kavram çifti olarak kullanılır.
Fer, Asl’ın belirmedeki sonucu, zuhûr kaydının nihâyetinde büründüğü mâhiyyettir.
Asl’ı Varlık (Vücûd) olarak alırsak; Fer, varoluş (mevcûd) anlamına gelir. “Hadd” ise hudûd çizmek, sınırlamak anlamındadır. “Hadd”, Varlık düzeyini bildirir. Bu bağlamda zevkî olarak, “Ferhâd” Varlığın (Asl), varoluştaki (mevcûd) son hudûdu, yâni insanı simgeler.
Vücûd’dan mevcûd’a gelip “Ferhâd” olan insan, Asl’ından fâriğ olmuş, Asl’ıyla arasına mevcûd’un perdesi girmiştir. Ayrılık hasretiyle Asl’ını aramaya koyulmuştur. Mevcûdiyet perdesi son kertesine (Sitre-tül Müntehâ) kadar kalkmazsa, kişi Asl’ına kavuşamaz.
Varlık dağını delmek gerekir. Ferhâd’ın kendi mevcûdiyeti kendine perdedir.
Bilindiği gibi, Kurân-ı Kerîm’de “Hadid-sûresi” vardır. Hadid, demir olarak çevrilmektedir. 
Bu sözcük, “kuvvetli, hiddetli” demektir. Tasavvûfta, inzâlin (beliriş) mevcûd’da karar kılması, kuvvetler (melk’ten melek) yoluyladır. Bunun bir mîzan (denge) içinde olduğu vurgulanmıştır (Hadid-25).
Bir de, Kehf sûresinde, Zülkarneyn bahsinde, iki dağın arasına “Hadid” konularak bir “sedd” oluşturulur.
Hadid-97’de “Artık onu ne aşabildiler, ne de delebildiler” buyurulmuştur.
Hadid-98’de ise, “Rabbimin vaâdi geldiği zaman onu yerle bir eder, kuşkusuz Rabbimin vaâdi Haktır.


İşte, Ferhâd’ın, vâdesi geldiğinde, benlik dağını aşk-ateşi ile delmesi tahakkuk etmiştir. Ferhâd, “haddad”, yâni demircidir de.
Benlik dağını delip Şirin (sevimli) olan Asl’ına kavuşan Ferhâd, aşk ateşiyle canını verip “Ferhât’a yâni Sevinç’e dönüşür.
Yâni, hâddini aşarak Hakk’ta erir ve insanlara “feyz” ırmaklarını akıtmaya başlar: ilm-i ledûn.
Ferhât’ın diğer anlamı Tubal-Kain’dir. Ferhât da, Tubal-Kain’de, “Demirci” demektir. 


Tubal-Kain’in açık yazılması To-Baal-Cain anlamına gelir. Yâni, Cain’li Baal’dır; Nuh’un diğer oğlu olan ve sürgün edilen Kabil’in Baal’ı; yâni, Kabil’in politeist tanrısı Baal...
Son aşamaya kadar çıkan meslek erbabına, en başta Tubal-Kain ismi takılması; sonuçta da, Hiram Abif sıfatının verilmesi bundandır. Başta, Demircilerin pirinden; sonuçta da, Taş İşçilerinin pirine... 


Ferhâd ile Şirin ve bilinen bütün âşıkların ölmeyeceğini söyleyenler neyi anlatıyorlar?
Öyleyse ölüm, varlık perdesinde yaşayanlar için mi?


İsmail Emre’nin (1900-1970) bir doğuşunu hatırladım.


Ağlar, bu dünyaya gelen,
güler, Hakikât’ı bilen.
âşıktır, ölmeden ölen.
ne gelen var, ne giden.


Emre'nin bir başka doğuşunda da:


Ölüm ölüm denen, yoklukmuş meğer,
secde eden başlar, yokluğa değer,
bütün varlık, oradan gelirmiş meğer,
her varın anası, yokluk değil mi?
diyor.
 
Bir başka Ermiş de:


Âşık’lar ölmez, yerde çürümez,
yanmayan bilmez, âteş-i âşka.
demiyor mu? 
Demek ki, ölümün sırrını bilmek için âşk ateşine yanmalı, yokluğa ermeli!


Varlık düzeyleri: CûdVücûdMevcûd ve Sücûd olarak bir çevrim içindedirler.
Cûd’tan Sücûd’a bir devri âlem!..
Biliyorsunuz, “Her nefs, mevt’i tadacaktır” buyurulmuştur; “her Rûh” denmemiştir.
Dikkat dikkat: rûh değil de; NEFS...
Vâdesi geldiğinde; Rûh, Secde’ ye varır, mebde’ ine döner, nûra kavuşur...
(innalillah ve innâ ileyhi râci’un).


Hakikâtte nefs ve rûh diye ikilik yok; bu deyimler aynı varlığın iki yüzünü göstermek için kullanılır.
Nefs saflaştıkça rûh hâlini alır.
Nefsin bidâyeti nefs-i emmâre, nihâyeti ise nefs-i envâre’dir.
Nefs, emmare, levvame, mülhime, mutmainne, râziye, marziye aşamalarından geçerek nefs-i envâre’ ye kavuşur, yani Nûr’a gark olur.


Ölmek yok, vefât etmek var!
Vefât, vefâ’dan gelir, verdiği sözde durmak demektir.
Hayvânlar ölür, insanlar vefât eder... 
Âşıklar ölmez, ölen hayvân imiş.
Vefât eden, yâni sözünde duran mevt’tir. 


Sonuçta, Muhyiddin İhyâ Efendi der ki:
Rabbim, sen beni bana verdin,
Ben de kendimi sana veriyorum.


Netice-i kelâm, “ölmeden önce ölünüz” demektir. 
 
Metin Bobaroğlu
22.04.2002

Card image cap