Card image cap
Tesbi̇h namazi

Tesbih Namazı


         Hep söylenir ya; Eski ramazan geceleri bir başka olurdu. Diye. Gerçekten eski ramazan geceleri bir başka oluyordu... İnsanların, birbirlerine karşı tutum ve davranışlarında, günümüze göre büyük farklılıklar vardı. Küçükler, büyüklerine karşı daha saygılı, büyükler, küçüklerine karşı daha bir şefkatli davranırlardı. 
Camiiler, günümüzde olduğu gibi, sadece yaşlıların mabedi değildi. Küçücük çocuklar, başlarında minicik takkeleri ile koşarak camilere gelir, tıpkı büyükleri gibi aşk ile ve şevk ile namazlarını eda ederlerdi. Bilhassa, teravih namazlarının bitiminde, camii avluları bir panayır yerini andırırdı… Şerbetçilerin, 
bozacıların ve kandil simidi satanların seslerine küçük çocukların tatlı feryatları karışır, büyükler de kendi aralarında çok hoş ramazan sohbetleri yaparlardı... Hele bir Benli Salih’imiz vardı ki, ocaklara şenlik. Altın sarısı seyrelmiş saçları, deniz mavisi gözleri, daima gülen yüzüyle her akşam ortalığa değişik bir espri atar, avludaki cemaati kırar geçirir di gülmekten... Salih, aynı zamanda bir ulusal gazetenin, Ereğli’de taşra muhabirliğini yapmaktaydı. Uzunca boylu, güzel giyimli, sarı benizli bir muhacir genci... Sağ yanağında büyükçe bir kan beni vardı Salih’in. O yüzdendir ki, bütün arkadaşlar ona Benli Salih diye hitap ederdik. Benli Salih, Selanik göçmenlerinden olduğu için, Türkçe kelimelerin birçoğunu yanlış telaffuz ederdi. Alfabedeki -h- harfini hiç yerli yerinde kullanamaz, -h- olan kelimelerden atar, -h- olmayan kelimelere katardı bu harfi. 
Mutat bir şekilde her ramazan gecelerinde, kendiliğinden oluşmuş olan ramazan ekibine başkanlık ediyordum. O akşamda muzip Salih, gülerek seslendi bana doğru: 
- Başkaann! Başkanıım... 
- Ne var benli gazeteci? 
- Daha ezana epey var. Arkadaşları topla da bir taze espiri patlatayım!
Ben acilen arkadaşları çağırmıştım. Şadırvanın etrafında toplanmıştık tam kadro. Meraktayız. Salih’i dinleyeceğiz… 
- Haydi, Benli Salih, çıkar şu ağzındaki baklayı! 
- İyi dinleyin a! .Bizim Selanik’te bir cami vardı, küçücük.Bir gün imam astalanmış, cemaat naçar... Namazı kıldıracak birini arıyorlar ateşli, ateşli! 
Derken, camiyle pek alakası olmayan Gazanfer Dayı ilişmiş gözlerine. A! Demişler, Kıldırsa, kıldırsa bu namazı Gazanfer Dayı kıldırır.İtiraz etmişse de dinlememişler ve geçirmişler zorla imamete... 
Arkadaşlar pür dikkat ve merak içinde: Eee Salih! 
- Eee simi var be? Adam ömrü ayatında namaz kıldırmamış. Teraviden teraviye camiye giden biri… Ne yapsın, naçar cübbeyi giymiş… Miiraba geçmiş. Takım kumandanı edasıyla cemaata dönmüş, azırmısınız ba demiş, cemaat ep birden demişler ki; azırızba... 
Arkadaşlar yine merakla: Eee, daha, daha... 
- Daası var mı? .Gazanfer Dayı ellerini kulaklarına götürmüş, demişki ne: 
Üüüleyseaydaa!
Bütün arkadaşlar karınlarını kucaklıyorlardı… Bu ve buna benzer sohbet ve şakalaşmalar her akşam sürüp gidiyor, tadı damaklarda kalan çok güzel ramazan akşamları geçiriliyordu... 
Evliyalar diyarı Anadolu’nun şirin bir şehri olan Ereğli’de, yine böylesine güzel bir ramazan gününü yaşıyorduk. O seneki ramazan ayı, şehrin en güzel mevsimlerinden olan sonbahara rastlamıştı. Bakır rengi elma ağaçları, kehribar gibi sarı elbiselerini sanatkârane bir şekilde tek, tek, ağır, ağır üzerinden çıkarıyor, kurumuş bu sarı gazeller üzerinde yürüyenlerin hışırtılı ayak sesleri, ortalığa tatlı bir ahenk katıyordu… Dallarda bir tane bile bırakılmadan toplanan kıpkırmızı elmalar, öbek, öbek yığılıyor ağaçlarının altına ve emektar hanımlar bir uçtan, dantel işlercesine sandıklara yerleştiriyorlardı toplanan elmaları... 
Akşam yaklaştıkça, şehrin hareketliliği artıyordu. Odunlu kara fırınların önünde, taze pide ve tahinli almak için sıraları doldurmuş büyüklü küçüklü insanlar, itişe kakışa sıcacık pidelerini alıyor, körüklü tabir edilen faytonlar ve şehirde az da olsa varlığı belli olan otomobiller hızla bir taraftan diğer tarafa gidip geliyorlardı… Oruç tutanlar, pencerelerinden topun sesini duymaya çalışıyor ya da can kulağı ile ezanın okunmasını bekliyorlardı... 
Şehirde çok güzel bir ramazan ekibi oluşturmuştuk. İlahiyat fakültesi mezunu hoca ya da vaiz arkadaşlarımla beraber, her akşam değişik bir camide fahri görev alıyorduk.Benim, az da olsa bir besteciliğim vardı. Bir kaç tane ilahi bestelemiş ve o günlerdeki güzel ses ve nefesimle tabiri caizse ser müezzinlik görevini ifa ediyordum. İlahiyatçı arkadaşlarımdan birisi imam, diğeri vaaz ediyor, bizi sevenler de arkamızdan geliyorlardı... 
Mübarek ramazan ayının yirmiyedinci günü idi. İslami inanışlara göre, kutsal kitabın nazil olduğu, mübarek kadir gecesinin idrak edileceği kutsal günlerin 
en önemlilerinden biri... Top çoktan atılmış, ezan okunmuş, iftar edilmişti. Ekip arkadaşlarım ve bizi devamlı takip eden cemaat, arabaları ile mutad hareket yerimiz olan Yunus Emre parkı önünde toplanmışlardı. Annem, her zaman olduğu gibi, ara vermeden ve ses tonunu bir milim bile değiştirmeden devamlı sesleniyordu: 
- Şakiir… Şakiir! Hadi oğlum, sala verilmeye başladı. Teravihe gitmeyecek misin?
Ben uzandığım yerden: Gideceğim anne… Diyorum,annem yine aynı tonda: 
- Ne durun ya oğlum?  
İftarda fazla kaçırdığımdan olmalı. Sanki atılan ramazan topunu ben yutmuştum... Üzerime tarifi imkânsız bir rehavet çökmüştü. Annem yattığı yerden hala sesleniyordu. Yorulmuyordu da… Ben, yorgun bir sesle: 
- Yaa, anne… Üzerime acayip bir rehavet çöktü, bir türlü kendimi kaldıramıyorum…
- Aman oğlum… Bırak o çökeni. Şeytanın urganını çöz, at... 
- Tamam annee. İşte kalkıyorum oldu mu?
Çok geçmeden kalkıp abdestimi almıştım. Takke ve tespih gibi teçhizatımı tamamlayıp yola hazırlanmıştım. Niyetim, annemi de götürmekti. O, tabiri caizse, tam bir Osmanlı kadını idi… Sohbeti tatlı, nasihatleri çok isabetli, her daim elleri havada, gönlü duada abdestsiz yere basmayan bir Müslüman anne…Ereğli’nin meşhur rahatsızlıklarından olan romatizma illetine yakalanmış, kısa boyu, geniş bedeniyle zar zor yürüyebilen, yaşlı ama güngörmüş bir anne… Camiye gitmekten son derece mutluluk duyan ihlâslı bir kadın… Sürpriz olacaktı annem için, hafifçe seslendim: 
- Haydi anne, bugün Hacı Molla Mehmet camiinde vazifeliyiz. Tespih namazı da kıldıracağız, istersen sen de gel… 
Annem, o rahatsız haline aldırmadan, şalvarını topladı, eşarbını düzeltti, adeta yerden fırlarcasına: 
- Hay Allah senden razı olsun oğlum. Ağzına sağlık, hiç gelmez olurmuyum?  
Bir yandan mestinin lastiğini giymeye çalışıyor, diğer yandan dua ile karışık konuşmalarına devam ediyordu: 
- Cahil kulağından sulanır oğlum. Bize sorgu sual yok mu? .Elifi görsem, mertek sanırım… Baba görmedim, anacağızım nur içinde yatsın, inek gütmekten, koyun sağmaktan, beni okutmadı. Rabbiyessirde üç yanlışım var, nasıl çıkacağım bu halimle Allah'ın huzuruna, bana da sevap lazım oğul... Haydi, acele edelim sonra mahfilde yer bulamam… 
Diyerek sevinçle ayağa kalkmıştı… Ben, mutlu bir şekilde koluna girip arabama kadar götürmüştüm ve Yunus Emre parkı önünde bekleyen arkadaşlarıma iltihak etmiştik. 
Hacı Molla Mehmet Camii, mahallemize oldukça uzakta, şehrin batı canibinde kurulmuş olan Cinler mahallesinde idi. Ezan saatine yaklaşık yarım saat kala camiye varmıştık. Görevli vaiz arkadaşımız çoktan vaazlarına başlamış, tabiri caiz ise camii, ağzına kadar dolmuştu. Annemi kadınlığa çıkardıktan sonra ben de müezzinlikteki yerimi almıştım. Bu arada namaz vakti gelmiş, ezanı okumuş, namazı da eda etmeye başlamıştık. Allah kabul etsin kılmış bitirmiştik teravih namazını… İmam arkadaşım mihrabın önünden: 
- Aziz cemaat, biliyorsunuz bugün kandil..Mübarek kadir gecesini geç saatlere kadar idrak etmeye çalışacağız.Birazdan tespih namazına duracağız Allah'ın izniyle, müteakiben bir hayırseverimiz için mevlit okunacaktır.Abdest tazelemek isteyenler için on dakikalık bir ara verelim, sonra da tespih namazına duralım inşallah.. 
Diye uyardığında, çoğumuz dışarı çıkmış, bir sigara molası verip tekrar camiye doluşmuştuk. Çok geçmeden tespih namazı başlamıştı… Mübarek namazda okunan dua, öylesine monoton ve öylesine uzun sürüyordu ki, insan ister istemez kendisinden geçiyordu. Namaz, dört rekâttı. Her rekâtta 
yetmiş beşer kereden dört rekâtta üçyüz kere: 
- Süphanallahi, velhamdülillahi, vela ilahe illallahü, vallahüekber... 
Diyerek uzun bir süre ayakta kalınıyordu. Birincirekâtı bitirmiş, ikinci rekâttaki yine uzun okuma konumuna geçmiştik… Camiinin arka taraflarından öyle bir gürültü koptu ki, tarifi mümkün değildi. Belki de namazın sessizliğinde bana öyle gelmişti… İster istemez içime bir kurt düşürmüştü bu neidüğü belirsiz gürültü... Namaz için de hoş sayılmayacak bir kuşku idi bu… Hem hocayı dinliyor, hem de içimden: 
- Allah, Allah… Kırk yılın başı annemi bir camiye getirdim, garibim ayakta duramadı da o iri ve yorgun cüssesi ile yere mi yıkıldı nedir?  
Diye hayıflanmaya başlamıştım. İmam namazı bozmadı, tespih namazı bitmek bilmedi… Gürültüyle başlayan homurtular ve kikirdeşmeler de susmuştu bir süre sonra. Namazı öyle ya da böyle bitirmiştik. Ben doğruca dışarı mahfil girişine koşmuştum. Arkamdan Salih’in garip bir çığlığını duymuştum: 
- Başkaann! Oop, başkanıııımm!
- Bi dakka Benli… Annemi çok merak ettim, bakıverip geleyim! 
- Yok, yook… Dedi Benli. Gürültü içinse iç bakma!
- O niyeymiş! ?  
- O gürültüyü ben yaptım da…
- Deme lan!  
- Dedim valla! Yemin olsun ki ben yaptım. 
Ben epeyce rahatlamıştım… Sırtımdan ağır bir yük inmişti ama telaşım kızgınlığa dönüşmüştü… Hoş, Salih’te bu tip olayların adamıydı ama Salih, namazda hiç aklıma gelmemişti. Biraz sitemle karışık: 
- Allah hayrını versin e 
mi Benli... Dedim. Ben mi namazı kıldım, namaz mı beni kıldı anlayamadım biliyor musun? 
Benli Salih bastı kahkahayı… Sanki çok iyi bir iş yapmıştı. Arkadaşlar ve hatta cami cemaatinin birçoğu etrafımıza doluşmuşlardı birden. Ben, yarım kalan öfkemle: 
- Gülme Benli dedim. Gülme de anlat, meraktan çatlatma… Ne yaptın da o neidüğü belirsiz gürültüyü çıkarabildin? Dinamit atsan çıkmazdı o gürültü… 
Benli Salih hem gülüyor, hem anlatmaya çalışıyordu.Sarı benzi pembeleşmiş, gözleri ıslanmıştı gülmekten..Yanından hiç ayırmadığı fotoğraf makinesini bir iki çevirdikten sonra: 
- Valla başkan, imam okuduğu dua ile öyle bir reavete soktu ki beni… 
- Rehavet de şuna! 
- E, valla işte ondan… 
- Eee… Hepimizi soktu o rehavete, ne olacak yani?
- Yav, öyle deme… Ben kıyamda uyumuşum!
Kalabalık, hep bir ağızdan homurdanmaya başlamıştı: 
- Töööbe estağfurullaaah! Olur/mu canım,namazda uyunur mu?
Salih, gayet pişkin: 
- Valla öyle oldu. Dedi.Em uyumuşum,em de rüya görmeye başlamışım…
Merakımız hat safhaya varmıştı… 
- Eee… Dedim gülerek, hayır olsun, daha, daha?
- Daası… Rüyamda geniş bir akara rastladım.Karşıya geçmem için akardan atlamam gerekiyordu…
- Sen de atladın karşıyaa… Dediler tüm dinleyenler. 
- Atlamaz olur/muyum? Atlayınca da birden, öndeki Müslüman’ın üstüne küütt!
Bütün cemaat bastılar kahkahayı. Gözlerimizden yaşlar akıyordu gülmekten. Şu meşhur öndeki Müslüman da dinleyenler arasındaydı: 
- Ya hu arkadaş… Dedi. O koca akarın üstünde hiç mi köprü yoktu? Ha ne vardı köprüden geçseydin kıyamet mi kopardı? Çürüttün dizlerimi! 
Kendimi toparlamıştım… Camide de mevlit başlamıştı artık. Benli Salih’in kollarından tuttum ve: 
- Ulan Benli… Böyle bir vukuatı ancak sen becerebilirdin… Vallahi bravo.Ben de annem yorulup düştü diye nasıl korkmuştum. Şu mübarek geceyi yaktım senin yüzünden. Öde arkadaş, bu gecenin kefaretini... 

Ereğli-1982