Şeri̇atin hakki dokuz
ŞERİATIN HAKKI DOKUZ
_______Alzaymır, ya da
diğer adıyla yaşlılıktan olmalıydı…
Annem o kadar sıklıkla
anlatıyordu ki anılarını, ben de bıkmadan, usanmadan dinliyordum onu. Doluktu birden...
Gözlüğünün camının buğusunu özenle sildi. Yutkundu... Adımı anlatmaya
çalışıyordu… Üstten aşağı, beni sanki ilk defa görüyormuş gibi inceden inceye
bir süzdü;
—Babamın adını sana
koydurttum ya, bir bilsen ne güçlüklerle! Ondandır öyle sana “sarı babam” diyip
de sarılışım hay oğlum! Dedi birden.
Çok şaşırmıştım! Merakla
sordum:
—Anne, isim koymanın ne
güçlüğü olabilir ki? Bebenin kulağına güzel bir ezan okursun, eğilir üç kere de
adını seslenirsin olur biter!
—Ah oğlum! Ne sen sor,
ne ben söyleyim. Şu başımda ot bitti saç yerine. Neler çektim bir zalim
kaynananın elinden bir bilebilsen... Uzak değil, akrabaydık babanla. Kaynatam
anlatırdı, o çok şeyler bilirdi oğlum. Köyümüz Divle, Karaman oğullarının
önemli bir sancağıymış. Sülalemize Molla Yusuflular Derlermiş. Divle’nin
tanınmış ailelerindenmişiz anlayacağın... Deden de Taşçılar sülalesindenmiş,
ebeme hala derdi deden, öz mü, üvey mi hiç sormadım… Taş işi yaparlarmış, mezar
taşı, değirmen taşı, cami ya da köprü yapımında kullanılan kesme taşlar...
“Sülalem beş yüz seneden bu yana hoca” derdi kaynatam. “Bizim hocalığımız
daldan eğme değil, kökten sürme” derdi rahmetli… Kaç sene kalmışlarsa kalmışlar
Divle’de. Sonra da şimdiki köyü Böğecik’i kurmuş deden. On altı yaşımda gelin
ettiler beni. Nikâhı kıydıramadık bir türlü devletin memurlarına. Kaynatam ufak
tefek, nur yüzlü, derin hocaydı… Sünnete uygun bıraktığı sakalına karlar
yağmış, başından hiç eksik etmediği sakalı gibi kırlaşmış fötr şapkası, elinde
bastonuyla, her sorana cevap veren, düzgün giyimli bir âlim adamdı. Pekte
kibardı rahmetli, mekânı cennet olsun, karıncayı bile incitmek istemezdi… Köyde
olmamıza rağmen şehirde de iyi bilinirdi. Vardığı tüm kapılar ardına kadar
açılırdı oğlum... Bir nikâh için
yanan hükümete üç defa
çıktık. Memur bağırdı sonunda; “Ee! Hocam, seninki de iş mi şimdi? Bir çocuğu
sürümüş getirmişsin hadi nikâhı kıy diye... Bütün aklımı sana mı veriyim? Sen
görmüş geçirmiş bir adamsın, ya mahkemede dava aç yaşını büyüt kızın, ya da
gidin köye, kıy o derin bilginle çocukların nikâhlarını, oğlunun yaşı tamam,
gelinin de yaşı dolunca gel nikâhın kalan kısmını da ben kıyarım...” Dedi.
Gittik köye. Deden kıydı imam nikâhımızı, evlendik. Yaşım on altıymış
dediklerine göre, onu da hükümete gidince öğrendim!
Bir zalim kaynana... Kaynatamın
tam tersi… Bölsen iki tane kaynatam ederdi… Şekilsiz, suratsız, nobran,
merhametsiz, şimdikilerin dediği tam bir diktatör… Sanki evine köle aldı beni!
Nerde şimdiki gibi eşini bulanın evden uçup gitmesi! Ev mi var ki? İki oda bir
mabeyin, kerpiç ev… Bir odada kaynanamla kaynatam, ötekinde biz... Kaynanamdan
her dakika emir üstüne emir: “Tandırı yak, kazanı koy, çamaşırları kaynat,
tokuçla kirini çıkar, durula, sık, as! ” Sürü gelir gelmez davarları sağıp
sütünü tenekelere doldur, sakalar gibi omuzlarında bir buçuk saat, yedi
kilometre, bilmem de öyle derlerdi, eve kadar taşı... Yayığı yay, yağını,
kremasını al, her sabah çobanın azığını hazırla! Zalim kaynanam, Âlime ebeniz,
ha bir defa da gelin, hele geç bir otur, bir dinlen, bir soluklan dese ya!
Alacağım varsa, öbür tarafta bir, bir isteyeceğim oğlum! O, kollarımın tutmaz
halini göre, göre; “Hadi bir leğen de hamur yoğur da kolların dinlensin” derdi
ya oğlum! Bak, bak, bak! Merhametsiz ermeni! Hiç öyle kol dinlenir mi hay
Allah’ın zalimi? Suratsızın hiç mi hiç yüzü de gülmezdi oğlum, karşı gelsen,
vişne çubuğunu indiri indiriverirdi omuz başlarıma...
—Eee… Babam, dedem? Hiç
biri sana arka çıkmazlar mıydı yani anne?
—Allah her ikisine de
gani, gani rahmet etsin oğlum. İkisi de bulunmaz insanlardı. Deden, kaynanama
ağzını açamazdı!
---Dedem de baya bir
kılıbıkmış hani!
Annem tatlı bir
gülümsemeyle devam etti anlatmaya;
---Baban, babasının
yanında hiç bir şey söyleyemezdi, saygısızlık sayılırdı. Katlanmaktan başka
çarem yoktu ki hay oğlum!
—Valla zor anne... Buna
da hayat diyorlarsa ayıp ediyorlarmış. Kabirlerine ağırlık varmasın da!
—Yo... Varsın oğluum!
Kaynanamınkine ne kadar ağırlık varsa hepsi varsın! Sinlerde yatamasın da
kabir, kabir kalgısın dilerim Mevla’mdan! Deden bir âlimdi oğlum. Allah için,
çok hakkı var üstümüzde. “Cahil kulağından sulanır” derler. Dünyada bilgi
olarak ne biliyorsam ondan öğrendim. Allah ondan gani, gani razı olsun.
Rahmetli, Kayseri’ de büyük mektep bitirmiş, derin hoca olmuş...
—Müderris demek
istiyorsun herhalde?
—Hah! İşte ondan...
Adana’dan Konya’ ya fetva almak için gidenlere Konya müftüsü dermiş; “Niye ta
buraya kadar yoruldunuz? Yolunuzun üstünde, Ereğli’ de Rifat hoca vardı... Ona
danışsanız olmaz mıydı?” Duyardım. Onu duyardım da, gördüklerime de inanırdım
elbet... Konu, komşu, köylü, şehirli hep dedene gelir sorarlardı dinden,
imandan, şeriattan, evlenmeden, boşanmadan, mal üleşmeden... Hiç bir Allahın
kulunu geri çevirmezdi. Ramazan oldu mu sorgucular bir ayrı artardı... Yok, bir
kadınla tokalaştım oruç bozulur mu? Yok, cıgara orucu bozar mı? Yok, kenger
sakızı çiğneyince oruç bozulur mu? Bazıları da muziplik olsun diye
takılırlardı. Hiç unutmam, köyün mukallitlerinden Çulluların Hüseyin ağa geldi…
Ramazanın daha ilk günü;
—Gelin, gelin! Dedi.
—Buyur Çullu dayı.
—Hoca evde mi?
—He ya, evde! Nolacak?
—Bir sualim vardı da...
—De de, ben iletiyim
kendisine dayı.
—Ya hu, diyecektim ki,
bu açlık halkın iliğine geçti, bir sorsan ya daha bayrama çok mu var ki?
—Olur, mu hiç çullu
dayı, bu soru mu şimdi? Daha bugün ramazanın biri!
—Yapma ya! Ben yarıyı
geçtik sanıyordum da!
Gülüştük annemle
beraber. Gülmek de öyle yakışıyordu ki! Sanırım ona zulüm edenler ne
güzelliklerden mahrum kaldıklarının farkında bile değillerdi…
Gülmek, anlattıklarına
göre anneme, en az reva görülen olgulardan biri, ya da annemin en az tanıdığı
bir olguydu... Nerede zulüm görmüyordu ki Şerife’nin Ümmü? (Soyadı olmadığı
için çocuklar, anne ya da babalarının adı eklenerek anılıyordu anlatılanlara
göre.) Daha ana evinde iken ağabeyi onu ölen öküzüne çifte koşmuş, harman
kaldırtmış, düven sürdürtmüş, yayık yaydırtmış, hâsılı insanlıktan çıkartmak
için elinden ne gelmişse yapmıştı Şerife’nin Ali! O, kuvvetli bir fiziki yapıya
sahip, iri kemikli, geniş omuzlu, sert bakışlı, anneannenin ifadesiyle “herifi Halil
efendiyi” andıran bir görünüme sahipti. Şerife’nin Ümmü, gerek annesi ve
gerekse ablalarından, babalarının hiç gaddar bir yapıya sahip olduğunu
duymamıştı ama ağabeyi evin en küçüğü Ümmü’ ye karşı çok ama çok gaddardı.
“Çektiği damarı dağlanasıca” diyordu annem ağasından söz edildiğinde...
Ablaları ile
aralarındaki açık ara yaş farkı onları çoktan yuvadan uçurmuş, Ümmü, ağabeyine
sanki köle olarak kalmıştı. Abla Hatice, annesi gibi çok kibar, çok zarif,
endamı hoş güzel bir kadındı. Onun da şansına, ilk kocasını çok erken yitirmiş,
ondan bir oğlu, ikinci kocasından da iki kızı olmuştu annemin ifadesiyle... En
büyük abla Gülsüm hepsinden farklıydı ama kardeşlerdi ve hepsi sağından,
solundan birbirlerine o kadar benziyorlardı ki...
—O abam da bilavelet gitti
ya hay oğlum! Hiç çocuğu olmadı rahmetlinin...
Güngörmüş, soylu bir
sülaleden geliyorlardı. Dışarıya kız vermiyorlardı. Gülsüm ablasının kocası
“Dokuz parmak İbrahim”, istiklal harbinde bir parmağını kaybetmiş, topçu
bataryalarının aşırı gürültüsünden duyma yetisini yitirmiş, İstiklal madalyası
sahibi bir Anadolu insanıydı ve yakından olmasa da akrabalarıydı. Hatice ablası
da öyle… Onlar yaşlarını başlarını almış öyle evlenmişlerdi. Kim bilir, daha on
altı yaşında gelin giden Ümmü’ yü annesi belki de, oğlu Ali’nin hışmından
kurtarmak için evermişti öyle erkenden... Belki de Ümmü çektiklerine
dayanamayıp annesine “imdat” demişti!
Zaman, zaman olduğu gibi
daldı yine derinlere... Biraz duraladı, gözleri sabitleşti... İrkildi birden:
—Lafın da kuyruğundan tutmadık
ya hay oğlum. Ben ne derdim, ne anlatıyordum, unutuvermişim?
—Kaynatan Rıfat Hoca’yı
ve isim koymayı anlatıyordun anne. Ben, dur demeyince sen de anneni,
ablalarını, ağabeyini, kim varsa anlattın bir, bir!
—Yiribik kuşu gibi
daldan dala atlar dururum hay oğlum. Sen ucundan tut da bana deyiver olur mu?
—Hani şu kaynatanla isim
koyma meselesi vardı ya...
—Ha... İki çocuk
doğurmuştum. İkisi de sana ömür. İlk iki çocuktan sonra yaşım doldu, yanan
hükümete bir daha gittik. Nikâhı kıydırdık. Kanun önünde de resmen evli
olmuştum. Beş çocuk da nikâhtan sonra oldu. Biri daha öldü, Allah’ım sana uzun
ömürler versin, elimde dört oğlan çocuğu... Yarabbi n’olur bir de kız evlat ver
diye çok yalvardım. Hamileydim yine... Deden, kabrine ağırlık varmasın, doğanların
yedisine de kendi sülalesinden geçenlerin ya da aklına esenlerin isimlerini
koydurtmuştu... Didim ki, korka, korka; Baba, ha müsaade etsen de üzerimdeki
çocuğa, oğlan olursa babamın, kız olursa anamın adını koysam ya... Sen misin
diyen, gürleyiverdi kaynatam! “Gelin, geliin! Şeriatın hakkı dokuz. Dokuz doğur
bir isim al! Lakin takatim kesilmişti… Dokuz nerde? Üzerimdekini sağ salim
doğursam bayram edecektim! Geçti günler, haftalar, aylar. Köyün ebesi kör
İminana’ yı getirdi baban. Aldılar ki, çocuk iki!
—Yani biz... Biraderimle
ben!
—He ya! Siz... Ekiz
geliyor çocuklar! Derken, ben de önceki yediyle dokuz doğurmuş oldum oğlum...
—Demek halk arasında
“dokuz doğurmak” ifadesi şeriattan geliyormuş!
__Bilir miyim hay oğlum?
__Ben de bildiğimden
demedim anne, sanırım öyledir anlamında demek istedim!
__Nerde kaldıydık ya?
__Dokuz doğurmaktan
bahsediyordun anne…
__Ha… Rabbim kız
istediğim duamı kabul itmediyse de, bir isim hakkı arzumu kabul etmişti
sonunda… Sen dokuzuncuydun oğlum. İkizinden yaklaşık yarım saat sonra doğduğunu
söyledi İminana ebe. Dünyada doğru dürüst bir gün görmeyen babam rahmetlinin
adını sana koydu babanız kulağına ezan okuyup. Ondandır hep sana sarı babam
deyişim oğlum. Adınla yaşa, çok yaşa, bin yaşa… Rabbim ayağına taş değdirmesin,
tuttuğun sarı, sarı altın olsun oğlum!
__Âmin anne! Âmin… Bin
kere âmin!
Halil Şakir Taşçıoğlu-Ereğli/1985
Tebrik ediyorum değerli hocamı. Saygılarımla
NADİDE YORUMUNUZLA GÖNÜL SAYFAMA,
Onur verdiniz üstadım...iyi ki varsınız...
Kadir bilir asil gönlünüze kalbi şükranlarımı,
selam, sevgi ve de saygılarımı iletiyorum.....................HŞT
Hocam sizin annemizin gelinlik yönü rahmetli anneme çok benziyor. Tek fark var annemde kaynata da aşırı zalım... yoruldunsa kazmayı bırak küreği al ?.. Allah rahmet eylesin tüm geçmişlerimeze
Güzel bir anı okudum emeğine yüreğine sağlık Halil hocam.. hayırlı akşamlar
NADİDE YORUMUNUZLA GÖNÜL SAYFAMA,
Onur verdiniz üstadım...iyi ki varsınız...
Kadir bilir asil gönlünüze kalbi şükranlarımı,
selam, sevgi ve de saygılarımı iletiyorum.....................HŞT
İnsanın annesinden, babasından hayır duası almak kadar daha kıymetli ne olabilir ki hayatta...
Güzel bir konuya değinmiş kaleminiz ve ustaca yazılmış bir anıydı.
Yüreğinize sağlık değerli üstadım, emeğinize teşekkürler. Sonsuz saygılar...
NADİDE YORUMUNUZLA GÖNÜL SAYFAMA,
Onur verdiniz üstadım...iyi ki varsınız...
Kadir bilir asil gönlünüze kalbi şükranlarımı,
selam, sevgi ve de saygılarımı iletiyorum.....................HŞT