Card image cap
Keski̇n göz selami̇

Keskin Göz Selami

                   “Bana arkadaşını söyle, 
                     sana kim olduğunu söyleyim...”
 

          Sıtkı ile Selami, yanlış arkadaş olmuş iki çocuktu. Belki,”arkadaşın da yanlışı mı olurmuş denilebilir lakin insan hayatında arkadaş seçmenin önemi öylesine büyük ki... Çocuklukta bu önem pek anlaşılmıyor tabiatıyla ama hayat insanlara çok şey öğretiyor. 
    Sıtkı ile Selami’nin, çocukluklarını aynı sokakta yaşamalarından başka ortak bir yanları yok gibiydi. Sıtkı ne kadar uysal ise Selami o denli haşarı, Selami ne kadar hareketli ise Sıtkı da o denli durgun iki arkadaştı. Yaşları aynıydı ama yapıları çok farklıydı. Selami haylice zayıf, uzun boylu ve esmer... Sıtkı hayli kilolu, kısa boylu ve sarı. Yine de arkadaştılar bunca farklılıklara rağmen. Hem de canciğer iki mahalle arkadaşı... 
Mahallelerinde bulunan ilkokula gidiyorlar ve aynı sınıfta okuyorlardı. Son sınıf talebesiydi her ikisi de. Okuldaki durumları da mahalledekinden pek farklı değildi. Sıtkı çalışkan ve uslu, Selami tembel ve haylaz iki talebeydiler. Bütün muzırlıkları Selami bulur, birçoğuna Sıtkı’yı da ortak ederdi. Bu yüzden Sıtkı’nın da zararı az olmuyordu.

         1950’li yıllardı. Türkiye’nin gelişmişlikten söz edemediği fakirlik yılları... Paranın tavşan olup kaçtığı, insanların yakalamak için tazı gibi koştuğu yıllar. Koskocaman ilçenin anlı şanlı bir tek sineması vardı. Renklisi, siyah beyazı bir yana televizyonun o yıllarda esamisi bile okunmuyordu. İlçenin tek sinemasının matine denilen gündüz seanslarına, yalnız sahipsiz çocuklar ve derslerinden kaçan talebeler devam ediyorlardı. O yıllarda bir de resimli macera kitapları okuma hastalığı vardı. Yeteri kadar parası olan bayiden alıyor, fakirlik belası bayiden alamayanlar ise, sinema önünde satılan ve asıl fiyatından beş on defa daha ucuz olan okunmuş kitapları alıp, “perde” denilen sinemanın film aralarında o faydasız kitapları okuyorlardı büyük bir iştahla. Selami de bu kitapların hastasıydı. İnsanların ve insanlığın geleceği için hiçbir faydası olmayan bu macera kitapları, gencecik dimağlarda türlü, türlü kötü etkiler bırakıyordu. Selami, topladığı bu kitapları arkadaşı Sıtkı’ya da veriyor, okuduktan sonra da ucuz fiyatlarla sinema önünde sattıktan sonra yeni sayıları alıyordu. Selami öylesine tiryaki olmuştu ki bu kitapların, sınıfta bile ders kitaplarının arasında bu macera kitaplarını okumadan edemiyordu. Şayet bu kitaplara verdiği önemin yarısını ders kitaplarına verseydi, herhalde iftihara geçebilirdi Selami. Sıtkı’nın böyle huyları yoktu. O sebepledir ki derslerinde daha başarılıydı. Çünkü o,derste dersini dinliyor, mahallede ise oyununu oynuyordu. 
         İç Anadolu’da bulunan ilçemiz, çok şirin ve oldukça da yeşil bir yerdi. Toros dağlarının kuzey yanında düz ovaya serpilmiş zümrüt misali bir güzel şehir. Yaratan, bütün cömertliğini düz ovaya göstermişti. Dağlarında ise bu cömertlik dış kısmında değil içinde gizliydi sanki. Sırtlarında ot bile bitmeyen bu çırılçıplak Toros dağlarından, bahar gelince yarış edercesine fışkıran coşkun kaynak suları ilçenin tam ortasından geçiyor ve hem güzellik hem de hayat veriyordu geçtiği tüm yerlere... Bu güzel derenin boyu, baştan aşağı büyük söğüt ve uzun kavak ağaçları ile doluydu. Kaynak sularının oluşturduğu bu güzellik kaynağı derenin üzerinde ve ilçenin merkezine çok yakın bir yerinde de büyükçe bir demiryolu köprüsü bulunuyordu. Bu mücessem köprü tamamen demir konstrüksiyon tabir edilen çelik iskeletten yapılmıştı. Selami ve onun gibi gözünü budaktan sakınmayan haşarı çocuklar, genellikle bu tehlikeli köprü civarında oynuyorlar, seyredenlerin adeta yüreklerini ağızlarına getirircesine tehlikeli numaralar yapıyorlardı. İstisnasız her günün belirli saatlerinde çok sayıda vagonlardan oluşan buharlı kara tren, günde bir defa da posta treni gelip geçiyordu bu demir köprünün üzerinden. Selami ise, okuduğu macera kitaplarının tesiriyle türlü hareketler yapıyordu mütemadiyen. Uzun, uzun tren katarları geçerken eli kementli kovboy oluyor, yaşlı söğüt ağaçlarından derenin soğuk sularına baş aşağı atlarken, garip sesler çıkarıyor ve Tarzan oluyor, mahallede ise, duvar diplerine oturuyor, mısır püsküllerinden barış çubukları tüttürüp Kızılderili Apaçi reislerine özeniyordu. Selami, arkadaşı Sıtkı’nın adını, yine bu kitapların tesiri ile “gece kartalı” koymuş, kendisine de “keskin göz” lakabını takmıştı. Keskin göz Selami, büyüklerinin lafını da hiç mi hiç dinlemiyor, devamlı surette kendi bildiğine gidiyordu. Oysaki o yaştaki bir çocuk ne bilebilirdi ki? Zaten büyüklerini dinlese, haşarı ve zararlı bir çocuk olur muydu Selami?  Elbette olmazdı… 
          Sonbaharın sonlarıydı. Elmasıyla meşhur olan ilçede, elmalar çoktan toplanmış, yöre halkının “başaklık” tabir ettiği tek tük yolunmayan elmalar kalmıştı ağaçların tepelerinde. Epey olmuştu ağaçlar yapraklarını dökeli. Nadir yağan yağmurlar arada bir yağıyor, mis gibi toprak kokusu ortalığı sarıyordu. Siyah önlükler üstünde, beyaz yaka ve beyaz düğmeli ilkokul çocukları, aklı karalı sığırcık sürüleri gibi, okuldan dönüyorlardı. Keskin göz Selami ve gece kartalı Sıtkı da artık eskimiş sayılabilecek tahta çantalarını tokuşturarak girdiler ala çamurlu sokaklarına. Hem tokuşturuyorlardı çantalarını, hem de bağırıyorlardı birbirlerine kavga edercesine: 
_ Hızlı vurma lan, gıracan çantayı... 
_ Sen hızlı vurma lan inek. Bak, çatlattın bile benim çantayı. 
_ Hadi ordan be düdük... Zaten gırıkmış çantan, bana suç atıyon demi? 
_ Valla billa sapsağlamdı… 
_ Sus lan çarpılacan şimdi! 
_ Guran ekmek Çarpsın ki sapasağlamdı. Babam akşam çaktıydı daha. Hemi de kepi çivisiyle. 
_ Ne çivisi, ne çivisi?
_ Bas baya kep kepi çivisi. Baksana... 
_ Hıhh... Ona bakır çivi dirler akıllım!
_... … …
Sövüp sayıp evlerine gittiler. Onları yakinen tanımayan biri, konuşmalarına bakıp hemen kavga edecek sanırdı. Lakin bu gibi sataşmalar onların en tabii halleriydi. Dip dibe iki komşu çocuklarıydı Sıtkı ile Selami. Aynı ilçenin aynı mahallesinin aynı sokağında iki komşu çocuğu... Yaz olunca toz duman, kış gelince cır cıvık çamur deryası olan dar bir sokakları vardı. Bütün çocukların günlerinin çoğu bu sokakta geçerdi. 
Selami’nin babası, İç Anadolu’nun tipik yapı tarzı olan “kerpiç bina” ustasıydı. Çok iyi duvar ördüğünü söylerlerdi. Sıtkı’nınki ise, şehrin tek ve en büyük kuruluşu olan bez fabrikasında boyacılık yapıyordu. 
Kazandıklarıyla kıt kanaat geçinebilen iki komşu idiler. Dişlerinden, tırnaklarından arttırdıkları paralarla mahallenin tek zengini Ali Haydar Efendi’den aldıkları birer evleklik arsalarda beraberce yapmışlardı iki gözlü kerpiçten evlerini. İkisinin evleri de fotokopi gibi birbirinin aynıydı sanki... Farklı olan pencerelerdeki perdelerin soluk rengiydi. Çamurla sıvanmış kamış çelenli avlu duvarında, tahta parçalarından yapılmış kırık dökük birer kapıları ve kapıların üstünde de nazarlık misali asılı duran beşparmak şeklinde demir tokmakları vardı. Evleri de avlu duvarlarından pek farksız görünüyordu. Sadece yüksekliği fazlaydı o kadar. Yine çamurla sıvanmış, ak toprakla boyanmış duvarlar üzerinde kamış örtülü tek katlı kerpiçten evler... Fakirliğin gözü kör olsun. Nerede öyle sağlıklı modern evler. Kış gelince oda ortasından eksilmeyen leğenler, yaz gelince tozdan topraktan seçilmeyen evler. Yine de çok mutlu görünüyordu o evlerde kalanlar. 
Çantalarını ve önlüklerini en yakın kapıdan içeri fırlatıp çıktı sokağın tüm çocukları. Sıtkı ile Selami’de fırladılar çocukluk sevinciyle. Selami, vişne ağaçlarından bir dal kesmiş, gerdirip sicimler bağlamış ve bir ok yayı yapmış kendince. Avlu duvarının çeleninden de bir kamış çekti az sıçrayarak, sonra da bağırdı Sıtkı’ya doğru büyük kâşif edasıyla: 
_ Gece kartalı... 
_ Ne bağırıyon be, sağır mı var? 
_ Okçuluk oynamaya var mısın? 
_ Dalga mı geçiyon lan? 
_ Niyeymiş? 
_ Niye olacak be... Benim okum da yok yayımda... 
Selami, hemen geri girdi evlerine tekraren. Evin arkasındaki küçücük bahçede fazla vişne dalı vardı besbelli. Kaptığı gibi geldi bir vişne dalı daha, birazcıkta sicim çıkardı pantolonunun arka cebinden. Oturdular bahçe duvarının önüne ve oracıkta bir yay daha yaptılar beraberce. Bir kamış da Sıtkı için çekti Selami, avlu duvarının çeleninden. İki Kızılderili Apaçi oldular Sıtkı ile Selami. Kümeslerinden kaptıkları horoz ve tavuk tüylerini de başlarına takmayı ihmal etmediler her ikisi de. Kamışı ipe takıp gerdirip, gerdirip fırlatıyorlardı sağa sola. Sonbaharın serin rüzgârları devamlı başka taraflara götürüyordu kamıştan oklarını. Her kamış kayboluşunda Selami, Sıtkı’ya nazaran biraz fazla olan boyuyla sıçrayıp iki kamış çıkarıyordu duvarın çeleninden. Keskin göz Selami, keskin zekâsını kullandı ve Sıtkı’ya dönerek: 
_ Lan Gece kartalı, böyle olmuyor oğlum. Gamışlar hafif geldi. Duvarı yıkacağız gamışları söke, söke. 
_ Tabii... Çok kötü yaptık inek! 
_ Golayı var lan. Çöplükteki teneke parçalarından uç yapalım. 
_ Olur mu? 
_ Hem de öyle bir olur ki... 
_ Sen yap ağam. Ben yapmıyom tamam mı? 
_ Hadi şurdan mızıkçı. Yapıyım da sen bir gör. 
Selami çok hareketli bir çocuktu. Bir solukta koştu gitti çöplüğü deşeledi. Bir teneke parçası geçirdi eline, bir köşesini eliyle kıvırıp, defalarca öne arkaya bükerek üçgen şeklinde bir parça kopardı tenekeden. Sanki koninin açılımı gibi olmuştu teneke parçası. Oturdu sokağın köşesinde dikili elektrik direğinin altına. Direğin dibinde bulunan beton üzerinde taş parçalarıyla koni gibi sivrice bir uç yaptı ve geçirdi elindeki kamışın uç kısmına. Yine sivri aklıyla Sıtkı’ya seslendi büyük bir telaşla: 
_ Gece kartalı... 
_ Ne var lan? 
_ Aklıma öyle bişiy geldi ki… 
_ Ne geldi be? 
_ Bahçenizde başşaklık elma var mı? 
_ Var, nolacak? 
_ Haydi, onları düşürelim. 
_ Annem gızar oolum... 
_ Gızmaz lan. 
_ Nirden bildin gızmayacağını? 
_ Nasıl olsa dalda çürüyüp düşecekler. Ya da guşlar yiyecekler. Hiç olmazsa gendimiz yiriz lan. 
_ İyi... Haydi öyleyse. 
Deyip koştular bahçeye. Taşlarla ve sopalarla birkaç elma düşürdüler ağaçlarda kalan başaklık elmalardan. Sonra tekrar çıktılar sokağa koşaraktan. Sıtkı ile Selami’deki elmaları gören diğer mahalle çocukları da koşup geldiler, Sıtkı ile Selami’nin yanlarına. Selami, hem elmasını ısırıyor, anlatıyordu böbürlenerek: 
_ Bana bak Gece kartalı. Şu cebimdeki iri elma var ya... 
_ Eee... 
_ O elmayı senin gafana goyacam. On beş adım öteden ortasından vuracam... 
Sıtkı hafiften irkildi ve bağırarak: 
_ Haydi ordan inek... 
Etrafta toplanan çocuklardan biri atıldı birden ve yüksek sesle bağırdı: 
_ Valla billa vuramazsın. 
_ Vururum lan düdük, var mısın iddaya?
_ Varım lan. 
_ Neysine? 
_ Neyine istersen. 
_ Bir kilo datlısına... 
_ Almıyan... 
_ Almayan gâvur olsun, tamam mı? 
_ Tamam. 
Selami sinsice yaklaştı arkadaşı Sıtkı’ya: 
_ Gece kartalı, sen şu gocaman elmayı al, on beş adım öteye dur 
_ Valla durmam!
_ Dur lan. Görmüyon mu, bir kilo tatlı var işin ucunda? Çekilir bir kenara beraberce yiriz tamam mı? 
Boğazına biraz fazlaca düşkün olan Sıtkı, tatlının adını duyunca gevşedi birden: 
_Sen dur, ben atıyım. 
_ Sen ataman oolum. Ben çok antıraman yaptım. Bana dirler keskin göz... Ben deveyi dizinden, pireyi gözünden, gale gapısını altı adımdan şırp diyi vururum tamam mı? 
Sıtkı razı olmuştu arkadaşı Selami’nin ısrarlı isteğine. Geçti karşıya “GiyomTell”le oğlu gibi. “Çok uzun yıllar önce İsviçre’de efsanevi bir kahraman olan GiyomTell, çok güzel ok atarmış. Ünü yedi düvele yayılmış… Eyaletin valisi, GiyomTell’in iyi ok kullandığını göstermesi için oğlunun başına bir elma koyup, otuz adımdan vurmasını emretmiş. GiyomTell, istemeyerek de olsa emre uymuş ama ok sadağına bir ok fazla koymuş. Şayet elmayı değil de kazaen oğlunu vurup öldürürse, diğer ok ile de valiyi öldürecekmiş. Elmayı vurmuş oğlunu kurtarmış...” 
Keskin göz Selami de GiyomTell gibi okunu yayına taktı. Bütün çocuklar heyecanla ve büyük bir sessizlikle Sıtkı’nın başında duran elmaya bakıyorlardı. Sıtkı, tıpkı balmumu gibi sapsarı olmuştu. Keskin göz asıldı yayını ve bırakıverdi aniden. 
_ Aaaaaaaahhhhhhhh! 
O ne sesti yarabbi. Cümle mahallenin duvarlarında yankılar yapıyordu Sıtkı’nın keskin sesi. Yüzü gözü kan içindeydi Gece kartalının. Keskin göz Selami, arkadaşını gözünden vurmuştu. Bütün mahalleli koşuştular feryadın geldiği yere. Tuzağa yakalanmış sığırcık yavrusu gibi çırpınıyordu yavrucak. Selami, korkusundan yayını bırakıp kaybolmuştu ortadan. 
Pür telaş hastaneye yetiştirdiler talihsiz Sıtkı’yı. Ölmemişti ama bir gözünden olmuştu. Dünya penceresinden birine kapkara bir perde çekilmişti Gece kartalının. Keskin göz ise, tiryakisi olduğu macera kitaplarının tesiriyle arkadaşını kör, kendisini mahpus ettirmişti körpecik çağında. 
Arkadaşını iyi seçemeyenin akıbetiydi Sıtkı’nın akıbeti. Kötü ruhlu arkadaşının yüzünden okuyamadı Sıtkı, okulundan oldu. Göremedi Sıtkı, gözünden oldu. Velhasıl dünyasının her günü gece olmuştu Gece Kartalı’nın.

Ereğli-1985