Card image cap
Taş plak

Taş Plak


        1960 Lı yılların ikinci yarısı... Kardeşimle birlikte İstanbul’da okuduğumuz yıllardı. Annem, kardeşim ve ben, Fatih Camiinin karşısında, aylığı kırk liraya kiraladığımız iki katlı kâgir bir binada kalıyorduk. Kardeşim, Fatihe çok yakın sayılabilecek hukuk fakültesine devam ediyor, ben ise evimize epeyce uzakta bulunan Beşiktaş’ta mühendislik tahsil ediyordum. 
Her sabah erkenden kalkıyor, annemin hazırladığı nevaleyi, arkadaşlarımın sünnetçi çantası diye alay ettikleri şişkin çantama koyup, Fatih postanesi önünde bulunan İETT turnikelerinde kuyruğa giriyor, 34 Numaralı troleybüslerle gidip geliyordum okuldan eve, evden okula... Herkesçe imrenilecek bir arkadaş gurubu oluşturmuştuk. Kardeşim kendi fakültesinden Sezar ve Yalçın isimli arkadaşlarıyla, ben de Şevket ve Haki isimli arkadaşlarımla tatil günleri bir araya geliyor, genellikle de hukuk fakültesinin mini futbol sahasında ölümüne maçlar yapıyorduk kendiliğinden oluşan takımlarla. 
        Kardeşimle ikiz olmamıza rağmen, birbirimize pek benzemezdik. Komşu çocukları gibiydik sanki... Ben sarışın ve toplu, kardeşim esmer ve cılız! Benim bir hayli ataklığıma karşın o, tamamen içine dönük ve suskun bir güzel insandı... Bir de yanık sesi vardı ki sormayın. Evi boş buldu mu döktürürdü en yanık gazelleri. Arkadaşları da çok cana yakındılar. Hele Adanalı Sezar’la yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Sanki kardeşimin ikiz eşi Sezar’dı... O, Haliç’e yakın Balat semtinde oturuyordu. Çarşamba pazarı, Fatih Camii derken kardeşimle buluşup Saraçhane den İstanbul Üniversitesine gidiyorlardı beraberce. Hele de kış bastırdı mı, kardeşim başına annemin ördüğü yün takkesini geçirir, ayaklarına cizlavet lastiğinden simsiyah amele çizmelerini giyer, löm, löm okulunun yolunu tutardı ki görmeye değerdi... Saraçhane yokuşunda da çizme ile yürümenin rahatlığına diyecek yoktu hani! Akşam da eve geldi mi, yaptıklarını kasılarak anlatmaya bayılırdı. Gene bir gün, pür neşe daldı içeri ıslak çizmeleriyle ve 
-Bugün ne oldu biliyor musunuz? Diyerek gürledi tabiri caizse... 
-Ne oldu ki? Dedik annemle bir ağızdan. 
-Saraçhane yokuşunda artiz gibi kızlar, patır, patır kucağıma düştüler... 
Biz hayretle dinliyoruz! Çünkü onun kızlarla falan pek işi olmazdı. O, her zaman kendi halinde, suskun gezen biriydi. Ayağından çizmelerini çıkardı ve gülerek; 
-Şu çizmeler de pek güzel bir icat canımm... Yokuşlarda paletli kepçe gibi, düşenleri toplayıp geliyorsun valla! 
Annem biraz öfkeyle karışık; 
-Sus, sürsat! Yakanın kızlarıyla işin ne senin? Tavuğun cülüğü güzün sayılır. Sen kızlarla uğraşacağına derslerinle uğraş tuzsuz! 
Diye azarlayınca da: 
-İyilik yapmak kötü mü canım? Deyip geçiştiriyordu. 
Ben okuluma devamlı, boynuzlu tabir ettiğimiz troleybüslerle gidip geldiğim için, yollarda dökülenleri toplamak gibi bir alışkanlık kazanamamıştım. Her gün, oturduğum koltukta, ya derslerimi tekrar ediyor, ya da hayaller kuruyordum kendi kendime. Okullarımızın üçüncü sınıfına devam ediyorduk. Arkadaşım Şevket, okul girişinde kolumdan tuttu; 
-Nörün ağzını yidiğimin Konyalısı? Dedi. 
-Hiç valla... Kimseye bişey yaptığım yok! 
-Bak, beni iyi dinle! Sana iyi bir haberim var. 
-Ne ola ki? 
-Hani şu bizim konservatuar var ya... 
-Evet. Biliyorum... 
-Seni de oraya yazdıralım diyordum... 
-Ben kiim, konservatuar kim be Şevket? 
-Öyle deme lan! Her gün ders aralarında Sabo’yla ne güzel şarkılar geçiyorsunuz. Bilmiyor sanma, sende cevher var oolum! 
-Yapma ya!  
-Ağzını yirim senin. Valla doğru söylüyorum. 
-Peki, o zaman ne yapmam lazım? 
-Hiç bişiy... Benim nenemden kalma bir udum vardı, üniversitenin önündeki İskender Kutmani’ye tamire verdim. Kendim yeni bir ut aldım. 
-Sen alırsın arkadaş... Ben nasıl alacağım de bakalım? 
-Yav, ben nenemin udunu sana vireceeem! 
-Peki, ya konservatuar? 
-Aylık yirmi lira... 
-Çüşş Satın mı alacağız lan konservatuarı? 
Gerçekten çok paraydı yirmi lira. Ya da bana çok geliyordu. Hiç unutmam bir defasında yirmi kuruşluk paso bilet param olmadığı için Fatihten Beşiktaş’a üç saat yürümek zorunda kalmış da, iki dersimi kaçırmıştım. Şevket kolumu bırakmıyordu; 
-Ben öderim lan, var mı bir diyeceğin? 
-Evet, var bir diyeceğim. El atına binen çabuk iner arkadaş... 
-Tamam. Kazandığın zaman bana geri ödersin. 
-Bak, şimdi oldu bu iş! 
Kucaklaştık Şevketle, beraberce dersimize girdik. Şevket, Kayserili idi. Yakışıklı, variyetten gelme çok şık giyimli, uzun boylu, Kayseri’de de oldukça tanınmış soylu bir aileden geliyordu. Bizde de soy vardı ama ne yazık ki boy yoktu... 
Konservatuar evimize çok yakındı. Fatih, Renk ve Zevk sinemalarının hemen yanında bir apartmanın bodrum katındaydı. Çarşamba günleri akşam, cumartesi ve pazar günleri de, gündüz devam ediyorduk. Günler, okul ve konservatuar arasında geçip gidiyordu. Epeyce musiki dersleri almış, çat pat ut çalar olmuştum. Her zaman olduğu gibi yine bir gün troleybüsteki koltuğumda ince, ince hayaller kurarken birden bir ilhamın geldiğini hissettim ve hemen kâğıt ve kaleme sarılıp yazmaya başladım kalabalığa hissettirmeden: 

...Sevmiyorsun beni sen, biliyorum söyleme. 
...Seviyorum deyip de, şu gönlümü eyleme. 
...Anladım hayatı ben bir kör kuyu düşene, 
…Düşürürsen sen düşür, bana acı söyleme. 
…Öldürürsen sen öldür, ellere yar eyleme... 

Sonrada hayal kurmaya devam ediyordum. Bu sözleri bir de şarkı yaparsam... 
Oohh! Deme gitsin keyfime. Şevkete borcu da öderim, annemi hacca bile götürürüm... Troleybüs son durağa varmıştı ama hayallerim henüz son durakta değildi. Sınıfa girer girmez Şevketi yakaladım; 
-Şevket! 
-Ne var ağzını yidiğim? 
-Sabah gelirken bir güfte yazdım. 
-Essah mı? Bak seen. Bi oku hele... 
Okudum kısık sesle, yazdığım şiiri. Şevket, alaylı bir şekilde; 
-Kime lan bu şiir? 
-Kimseye değil. Kendime... 
-Hadi hadi, ayak yapma. 
-Valla kimseye değil. 
-Yani bir manita falan! 
-Yemin olsun yok. Sen bırak şu anita mıdır, manitamıdır, her kimse... Sen bana nasıl olmuş onu söyle, hasbelkader bestelesem hocaya notaya aldırabilir misin onu söyle... 
-Oooo! Oğlum, boynuz kulağı geçermiş derler. Dün bir, bugün iki! Şeytan olmadan ağız çarpmaya kalktın. Ben iki senedir gidiyorum, bir ıskala bile yazamadım ben be... Olsun, olsun. Gayet güzel şiir… Sen hele bestele, ben onu havada aldırırım notaya... 
Ayrı bir şevk gelmişti bana. Nasreddin Hocanın; Peşin parayı görünce nasıl da gülersin dediği hesap, taş plak yapıp çok para kazanma heyecanı sarmıştı içimi. Her akşam geç vakitlere kadar udumla bir şeyler dımbırdatıyor, annemin; Osmanlının sonu ozancı, tenkidi sonucu ancak bırakabiliyordum udumu... Bir gün çok güzel bir nağme yakaladım. Büyük uğraşlardan sonra, uşşak makamında bir beste yaptım troleybüste yazdığım sözleri. Tek endişem, bestemde biraz arabesk kokusu vardı. Arabesk, o yıllarda çok aranan bir türdü ama Hocada arabeske hiç mi hiç değer  vermezdi. 
         Konservatuarımızın hocası, ciddi, ilkeleri olan ve Hüseyin Saadettin Arel ekolünden gelen, müzikolog Doktor Teoman Önaldı idi. Türk musikisini batı müziği normlarına oturtmaya çalışan değerli bir hoca... Sivrisineğin vızıltısını notaya alacak kadar da seslere hâkim bir nota uzmanı. Şevket, Teoman Hocayla çok samimi idi. Besteden sonraki ilk pazar günü, konservatuarda Şevketi çağırdım: 
-Şevkeet! 
-Ne var ağzını yidiğim? 
-İnanmayacaksın ama ben o güfteyi besteledim. 
-Köfteye benzememiştir inşallah! Diye bir espri yaptıktan sonra; 
-Gel, saz odasında bir çal da dinleyelim. 
-Sakın kimseyi çağırma haaa! 
Tamam, tamam. Sadece ikimiz. 
Geçtik saz odasına. Ben, çat pat çalmaya başladım, günlerce çalıştığım bestemin notalarını. Bir süre sonra Şevkette usul vurmaya başladı. Hoşuna gitmişti en azından, bu da bana yetiyordu. Şarkıyı geçmemiz bittiğinde, sandalyesinden kalkıp, alnımdan öperek: 
-Valla bıravv! Dedi. Demek oluyor ki, beste yapmanın, konservatuara fazla gitmekle bir ilgisi yokmuş. Bu bir ilham meselesiymiş... Bize hiç uğramıyor ağzını kestiğim. Dersten sonra notalarını elinde bil. 
-Tamam kardaş! 
Ipılık bir sonbahar günüydü... İstanbul’un ılık rüzgârları uçuşuyordu bağıra, bağıra. Ufacık penceremizden efsunlu bir heybette görünen Fatih Camisinin asırlık çınar ağaçları, mendil büyüklüğündeki sarı yapraklarını gönderiyordu rüzgârların peşi sıra... Annem, her zaman olduğu gibi, akşam namazı için Fatih Camiine gitmiş, yatsıdan sonra geleceğini söylemişti. Kardeşim, Sezar ve ben, sohbet ediyorduk iki göz küçük evimizin küçücük bir odasında... 
Sezar, bizim gibi orta boylarda, çok espritüel, oldukça yakışıklı, karayağız bir Adana delikanlısı idi. Zamanın şöhretleri ile gezip tozduğunu söyler, Anadolu halk tabiriyle; Engin bahanadan saman koklamazdı... Adana’da içkiyi fazla kaçıranları taklit eder, arkasına da onlar gibi nara atardı: 
-Öff çek lan aamet öf çek! 
-Öööff ulan Öff! 
Sonra da bize tasdik ettirirdi; 
-Nasıl yennim, iyi of çektim mi? 
Yine bir nara attıktan sonra, çok ilginç bir şeyler anlatacakmış gibi, heyecanlı bir şekilde gürledi; 
-Arkadaşlar, dün gece kiminleydim? Hadi bilin bakalım. 
Biraderim biraz abartılı; 
-Haşim İşcan’la! Dedi. 
Sezar, tatlı bir tebessümle: 
-İn canım biraz aşşaya... 
Haşim İşcan, çok önceleri Antalya valiliği yapmış, o yıllarda da İstanbul belediye başkanı olan ve çok büyük eserlere imza atan bir İstanbul büyüğü idi. Biraderim biraz abartmıştı ama benim niyetim dalga geçmek değildi. Son günlerde sık, sık bahsettiği bir ismi attım ortaya; 
-Beyhan Akıncıylaydın! Dedim. Sezar, ani bir refleksle; 
-Tam üstüne bastın! Dedi, gür bir sesle, kaldır ayağını! 
Hiç gele atmıyordu Sezar... 
-Yennim be! Dedi, bizim Orhan çağırdı dün akşam... 
-Orhan? 
-Canım Beyhan Akıncının baş bağlamacısı var ya. Orhan Gencebay bee! 
-Haa... Ne iş? Dedik. 
-Flütçüsü hastalanmış, Beyhan Hanıma eşlik ettim işte... Flüt çaldım anlayın. 
Abartmıyordu. Sezar, gerçekten çok güzel dilsiz flüt çalıyordu. Bana da öğretmişti ama sahnede çalacak kadar değildi pek tabii ki... Ama o, sahnelere çıktığını kasıla, kasıla anlatır, esprileri ile kırar geçirirdi. Birden konunun mecrasını değiştirdi; 
-Şakir’ciğim hani sen konservatuara gidiyordun? 
-Gene gidiyorum…
-Hani bir beste yapar gibiydin? 
-Gene yapıyorum…
Biraderim bizim ilginç diyalogumuza dayanamadı; 
-Yapar arkadaş, benim biraderim yapar. Var mı bi diyeceğin? 
Sezar yine o mutat tatlı gülümsemesiyle; 
-Tabii ki yapar yapmasına da, notaya alamazsa, bizim Orhan’a aldırtayım diyecektim… 
Ben teşekkür ederek, notaya alma işini Teoman Beyin yaptığını anlattım usulü kaidesince. Oooo! Dedi Sezar, ne duruyoruz öyleyse, hadi hep birlikte bi çalak, annadın mı yennim! 
Ben ut ile Sezar dilsiz flütüyle, biraderim de tahta masaya vurarak geçtik bir güzel yeni bestemizi... Ne beste oldu be! Dedik hep bir ağızdan. 
Sezar, icra ettiğimiz bestenin etkisiyle bir anısını anlatmaya başladı: 
-Arkadaşlar! Dedi seslice. Geçen pazar Adana’dan tanıdık hemşerilerimle İzmit’in Kandıra’sına gittik. Çingeneler açmışlar çilingir sofralarını, söğüt ağaçlarının altında çalıyorlar ordan burdan... Yanlarına varınca hemen sustular. Devam edin dedik, birisi dedi ki; Abiler yeni bir beste yaptık. Bastırın bi beşlik anladınız mı, size bestemizi çalalım... Merak ettik tabii. Attık bir beşlik, başladılar çalıp söylemeye;
...Vallahi zillisin, billahi zillisin. 
...Yemin olsun zillisin, tallahi zillisin... 
-Bir, iki, üç, beş… Derken gına geldi hepimize. Hadin lan, böyle bestemi olur dedik, ayrıldık ordan. Bu arada beşlik de gitti pek tabii... 
Biraz önce çalıp söylediğimiz kendi bestemizi hatırladı ve biraz kızararak; 
-Bak. Alınma Şakir. Senin besten Çingene bestesi değil Allah var. Bizim Orhan bana dedi ki, şayet beste yapacak olursan sözlerinde; Sevgilim, aşkım, canım, bir tanem... Gibi kelimeleri sakın eksik etmeyesiniz... Ehhh... Sen de sevmiyorsun demişsin ne olmuş yani? 

Kış gelmişti. Asırlık esrarengiz konakların damlarındaki karlar, bembeyaz bir yorgan gibi görünüyordu. Hele o ulu çınar dallarından sarkan ala buzlu kar salkımları, mücessem ağaçlara, seyrine doyum olmayan bir güzellik veriyordu. Çok seviyordum kış manzaralarını. O yıllarda sağ-sol çatışmaları bitmek tükenmek bilmiyordu. Gün geçmiyordu ki, boykot ya da işgal olmasın. Ben, pek bulaşmıyordum bu boykot ya da işgallere. Yine bir boykot günü, doğruca Çırağan Sarayı kalıntılarının yanında bulunan Beşiktaş takımına ait Şeref stadına gittim. Stadın arkasından boğazın seyrine hiç doyum olmuyordu. Boğazın kenarına oturdum, annemin hazırladığı nevaleyi bir yandan yerken, bir yandan da bir şeyler mırıldanıyordum. Yine bir ilham gelmişti, kovmadım tabii. Hemen ders defterlerimden birinin arkasına şu sözleri hem yazıyor, hem söylüyordum: 

“Gelen bir vurur gelir ne isterler bilmem ki? 
Giden bir vurur gider, niye hiç sevilmem ki? 
Yarab, barıştır beni şu kör talihim ile 
Ne yaptımsa nafile, heyhat ben hiç gülmem ki...” 

Yine karamsardı şiirin sözleri. Sezar’ın dediği gibi sevgilim, aşkım, canım, cicim gibi kelimeler yoktu ama ben yine de hiç bir satırını değiştirmeden zapt-u rapt altına aldım güftemi. Aynen ilham perilerinin getirdiği şekliyle hicaz makamında besteledim ve Teoman hocaya onunda notalarını yazdırttım mutad derslerden birinin sonunda. Ders dönüşü, Renk sinemasının önündeki buz tutmuş yokuşu çıkarken kardeşim geldi aklıma. Hafif de bir tebessümle; Gene Saraçhane yokuşunda, patır, patır kucağına düşen kızları topluyordur herhalde diye geçirdim içimden... O, buzlarda kayan kızları kaldıra dursun, ben iyice kendimi musikiye daldırmıştım. İki bestem oldu dedim kendi kendime... Tam bir taş plak eder, hem de kırk beş devirlik... 
Daha o yıllarda IMÇ rumuzuyla maruf İstanbul manifaturacılar çarşısı yapılmamıştı. Müzik yapımcıları, evimize çok yakın olan ve Haşim İşcan’ın yaptırmış olduğu Saraçhane geçidinin altında icra-i sanat eyliyorlardı... Artık ben de taş plak yapımcılarına gidebilirdim. Ne kendi ailemi ve ne de arkadaşlarımızı bu maceradan haberdar etmedim. Mahcup olmakta vardı pek tabii... Kendi başıma, notalarımı aldım ve gittim doğruca Saraçhane geçidine. O zamanlar Altunç Plak bir hayli meşhurdu. Ben de meşhur olan yere sürüklenmiştim adeta... Duvarları boy, boy artist afişleri ile kaplı Altunç Plak stüdyosundaydım. Büyük deri koltuklarda, çıplak denecek kadar açık giyinmiş boyalı hanımlar ve patron masasında, ağzında bilmem nereden gelmiş kaçak purosu, favorileri çene altına inmiş, briyantinli parlak saçlı, yakışıklı sayılabilecek bir bey... Habire yapmacık kahkahalarla gülüşüyorlardı. Masadaki bey, gülmeyi keserek bana yöneldi ve
-Birine mi baktın anam? Dedi ukala bir tavırla. 
-Evet! Dedim ürkek bir sesle. Sizinle bir konu hakkında görüşmek istiyordum... 
Yine aynı kodoşlukla; 
-Varsa bir durum, hemen yaparız bir açık oturum anadın mı? Diye gürledi! 
Üzerimden buzlu sular dökülmüştü sanki. Dondum kaldım. Adam, pavyon ağızlarında, hanımların gözü benim üzerimde veya ben öyle hissediyorum… 
Tir, tir titriyorum sinir stresten. Biri beni çimdiklese diye geçirdim içimden. 
Kendimi toparlamaya çalıştım ve kısık, ürkek hatta titrek bir sesle; 
-Ben, İleri Türk Musikisi Konservatuarı talebesiyim efendim... Dedim. Kendime ait iki bestemi bir plak yapmak istiyorum da... 
Adam beni tepeden tırnağa öyle bir süzüş süzdü ki, sonrada alaylı bir tavırla; 
-Oku da bi dinleyelim bakalım. 
-Burada mı? 
-Elbette burada, nerede olacaktı ki? 
Çok heyecanlanmıştım. Çenem pancar motoru gibi titriyordu. Çaresiz okumaya başladım şarkılarımı. Adam, alt dudağını biraz yukarı doğru çıkarıp, hayretengiz bir tavırla; 
-Ehhh... Fena sayılmaz hani. Hele uşşaktaki arabesk nağmeler de piyasaya bayağı uygun annadın mı? Ammaa... Sen kimsin ki? Dedi burun büküp… 
Yani demek istiyordu ki, sen de kim oluyorsun! Haklıydı belki de, ama ben küllü cahilin cesur edasıyla, 
-Tanıtıyım efendim: ben, Halil Şakir Taşçıoğlu. 
-Vay be! Dedi. Adın da senatör adı gibiymiş hani... İyi anlatamadım herıldın, yani senin plağı biz ne diyerek satacağız, açıklar mısın bana? 
-Herkesin ilk plakta ismi duyulmamıştır. Dedim. 
Adam artık beni aşağılamaya başlamıştı. O süslü hanımları göstererek; 
-Bak, bu hanımefendilerin fiziği var. Hele anlat senin neyin var? 
-Benim de müziğim var beyefendi! Dedim öfkeyle. 
-Hah! Hah! Hah! Güzel söyledin haaa... 
Diyerek alaylı tavrını sürdürüyordu. Birden ciddileşerek; 
-Bak kardeşim, sana bir şey söyleyim mi? Bir taş plağın müesseseme maliyeti tam on bin pangunot. Satamazsam naaparım ben? Aha sen, katılır mısın yarısına? 
Delinin zoruna bak dedim kendi kendime. Ben yirmi kuruşluk paso bilet parasını zor buluyorum, adam benden beş bin lira istiyor be... Notalarımı bir yandan toparlarken bir yandan da biraz daha cesaretle; 
-Buraya para kazanırım umutlarıyla gelmiştim... 
Adam, alaylı ve cüretkâr bir şekilde adeta gürledi; 
-Para, parayla kazanılır anam! Dedi. Bunu sana öğretmediler mi? 
 …Öyle güzel öğrenmiştim ki... 

İstanbul-1969 
Hikayeyi kaleme aldığım 1994 yılında, yapmış olduğum araştırmalara göre; 

Haki Ören............................:İnş. Müh. Konya Bayındırlık İl Müdürü. 
Halil Şakir Taşçıoğlu...........:İnş. Müh. Taşçıoğlu        Mühendislik Ltd. Şti.   
Mim Aslan Taşçıoğlu...........:Manisa Cumhuriyet Savcısı. İkiz kardeşim. 
Sezar Sadi Sevinç........İstanbul Barosu, Avukat. 
Şevket Bahçecioğlu.............:İnş.Müh. Kayseri-Melikgazi Belediye Başkanı 
Yalçın Öğütcen......................:Müstafi Hakim. Adana Milletvekili. Adalet komisyonu bşk. TBMM 
Sıralama, alfabetik sıraya göredir.