Taş plak
Taş Plak
1960 Lı yılların ikinci yarısı...
Kardeşimle birlikte İstanbul’da okuduğumuz yıllardı. Annem, kardeşim ve ben,
Fatih Camiinin karşısında, aylığı kırk liraya kiraladığımız iki katlı kâgir bir
binada kalıyorduk. Kardeşim, Fatihe çok yakın sayılabilecek hukuk fakültesine
devam ediyor, ben ise evimize epeyce uzakta bulunan Beşiktaş’ta mühendislik
tahsil ediyordum.
Her sabah erkenden kalkıyor, annemin hazırladığı nevaleyi, arkadaşlarımın
sünnetçi çantası diye alay ettikleri şişkin çantama koyup, Fatih postanesi
önünde bulunan İETT turnikelerinde kuyruğa giriyor, 34 Numaralı troleybüslerle
gidip geliyordum okuldan eve, evden okula... Herkesçe imrenilecek bir arkadaş
gurubu oluşturmuştuk. Kardeşim kendi fakültesinden Sezar ve Yalçın isimli
arkadaşlarıyla, ben de Şevket ve Haki isimli arkadaşlarımla tatil günleri bir
araya geliyor, genellikle de hukuk fakültesinin mini futbol sahasında ölümüne
maçlar yapıyorduk kendiliğinden oluşan takımlarla.
Kardeşimle ikiz olmamıza rağmen,
birbirimize pek benzemezdik. Komşu çocukları gibiydik sanki... Ben sarışın ve
toplu, kardeşim esmer ve cılız! Benim bir hayli ataklığıma karşın o, tamamen
içine dönük ve suskun bir güzel insandı... Bir de yanık sesi vardı ki sormayın.
Evi boş buldu mu döktürürdü en yanık gazelleri. Arkadaşları da çok cana
yakındılar. Hele Adanalı Sezar’la yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Sanki
kardeşimin ikiz eşi Sezar’dı... O, Haliç’e yakın Balat semtinde oturuyordu.
Çarşamba pazarı, Fatih Camii derken kardeşimle buluşup Saraçhane den İstanbul
Üniversitesine gidiyorlardı beraberce. Hele de kış bastırdı mı, kardeşim başına
annemin ördüğü yün takkesini geçirir, ayaklarına cizlavet lastiğinden simsiyah
amele çizmelerini giyer, löm, löm okulunun yolunu tutardı ki görmeye değerdi...
Saraçhane yokuşunda da çizme ile yürümenin rahatlığına diyecek yoktu hani!
Akşam da eve geldi mi, yaptıklarını kasılarak anlatmaya bayılırdı. Gene bir
gün, pür neşe daldı içeri ıslak çizmeleriyle ve
-Bugün ne oldu biliyor musunuz? Diyerek gürledi tabiri caizse...
-Ne oldu ki? Dedik annemle bir ağızdan.
-Saraçhane yokuşunda artiz gibi kızlar, patır, patır kucağıma düştüler...
Biz hayretle dinliyoruz! Çünkü onun kızlarla falan pek işi olmazdı. O, her
zaman kendi halinde, suskun gezen biriydi. Ayağından çizmelerini çıkardı ve
gülerek;
-Şu çizmeler de pek güzel bir icat canımm... Yokuşlarda paletli kepçe gibi,
düşenleri toplayıp geliyorsun valla!
Annem biraz öfkeyle karışık;
-Sus, sürsat! Yakanın kızlarıyla işin ne senin? Tavuğun cülüğü güzün sayılır.
Sen kızlarla uğraşacağına derslerinle uğraş tuzsuz!
Diye azarlayınca da:
-İyilik yapmak kötü mü canım? Deyip geçiştiriyordu.
Ben okuluma devamlı, boynuzlu tabir ettiğimiz troleybüslerle gidip geldiğim
için, yollarda dökülenleri toplamak gibi bir alışkanlık kazanamamıştım. Her gün,
oturduğum koltukta, ya derslerimi tekrar ediyor, ya da hayaller kuruyordum
kendi kendime. Okullarımızın üçüncü sınıfına devam ediyorduk. Arkadaşım Şevket,
okul girişinde kolumdan tuttu;
-Nörün ağzını yidiğimin Konyalısı? Dedi.
-Hiç valla... Kimseye bişey yaptığım yok!
-Bak, beni iyi dinle! Sana iyi bir haberim var.
-Ne ola ki?
-Hani şu bizim konservatuar var ya...
-Evet. Biliyorum...
-Seni de oraya yazdıralım diyordum...
-Ben kiim, konservatuar kim be Şevket?
-Öyle deme lan! Her gün ders aralarında Sabo’yla ne güzel şarkılar geçiyorsunuz.
Bilmiyor sanma, sende cevher var oolum!
-Yapma ya!
-Ağzını yirim senin. Valla doğru söylüyorum.
-Peki, o zaman ne yapmam lazım?
-Hiç bişiy... Benim nenemden kalma bir udum vardı, üniversitenin önündeki
İskender Kutmani’ye tamire verdim. Kendim yeni bir ut aldım.
-Sen alırsın arkadaş... Ben nasıl alacağım de bakalım?
-Yav, ben nenemin udunu sana vireceeem!
-Peki, ya konservatuar?
-Aylık yirmi lira...
-Çüşş Satın mı alacağız lan konservatuarı?
Gerçekten çok paraydı yirmi lira. Ya da bana çok geliyordu. Hiç unutmam bir
defasında yirmi kuruşluk paso bilet param olmadığı için Fatihten Beşiktaş’a üç
saat yürümek zorunda kalmış da, iki dersimi kaçırmıştım. Şevket kolumu
bırakmıyordu;
-Ben öderim lan, var mı bir diyeceğin?
-Evet, var bir diyeceğim. El atına binen çabuk iner arkadaş...
-Tamam. Kazandığın zaman bana geri ödersin.
-Bak, şimdi oldu bu iş!
Kucaklaştık Şevketle, beraberce dersimize girdik. Şevket, Kayserili idi.
Yakışıklı, variyetten gelme çok şık giyimli, uzun boylu, Kayseri’de de oldukça
tanınmış soylu bir aileden geliyordu. Bizde de soy vardı ama ne yazık ki boy
yoktu...
Konservatuar evimize çok yakındı. Fatih, Renk ve Zevk sinemalarının hemen
yanında bir apartmanın bodrum katındaydı. Çarşamba günleri akşam, cumartesi ve
pazar günleri de, gündüz devam ediyorduk. Günler, okul ve konservatuar arasında
geçip gidiyordu. Epeyce musiki dersleri almış, çat pat ut çalar olmuştum. Her
zaman olduğu gibi yine bir gün troleybüsteki koltuğumda ince, ince hayaller
kurarken birden bir ilhamın geldiğini hissettim ve hemen kâğıt ve kaleme
sarılıp yazmaya başladım kalabalığa hissettirmeden:
...Sevmiyorsun beni sen, biliyorum söyleme.
...Seviyorum deyip de, şu gönlümü eyleme.
...Anladım hayatı ben bir kör kuyu düşene,
…Düşürürsen sen düşür, bana acı söyleme.
…Öldürürsen sen öldür, ellere yar eyleme...
Sonrada hayal kurmaya devam ediyordum. Bu sözleri bir de şarkı yaparsam...
Oohh! Deme gitsin keyfime. Şevkete borcu da öderim, annemi hacca bile götürürüm...
Troleybüs son durağa varmıştı ama hayallerim henüz son durakta değildi. Sınıfa
girer girmez Şevketi yakaladım;
-Şevket!
-Ne var ağzını yidiğim?
-Sabah gelirken bir güfte yazdım.
-Essah mı? Bak seen. Bi oku hele...
Okudum kısık sesle, yazdığım şiiri. Şevket, alaylı bir şekilde;
-Kime lan bu şiir?
-Kimseye değil. Kendime...
-Hadi hadi, ayak yapma.
-Valla kimseye değil.
-Yani bir manita falan!
-Yemin olsun yok. Sen bırak şu anita mıdır, manitamıdır, her kimse... Sen bana
nasıl olmuş onu söyle, hasbelkader bestelesem hocaya notaya aldırabilir misin
onu söyle...
-Oooo! Oğlum, boynuz kulağı geçermiş derler. Dün bir, bugün iki! Şeytan olmadan
ağız çarpmaya kalktın. Ben iki senedir gidiyorum, bir ıskala bile yazamadım ben
be... Olsun, olsun. Gayet güzel şiir… Sen hele bestele, ben onu havada
aldırırım notaya...
Ayrı bir şevk gelmişti bana. Nasreddin Hocanın; Peşin parayı görünce nasıl da
gülersin dediği hesap, taş plak yapıp çok para kazanma heyecanı sarmıştı içimi.
Her akşam geç vakitlere kadar udumla bir şeyler dımbırdatıyor, annemin;
Osmanlının sonu ozancı, tenkidi sonucu ancak bırakabiliyordum udumu... Bir gün
çok güzel bir nağme yakaladım. Büyük uğraşlardan sonra, uşşak makamında bir
beste yaptım troleybüste yazdığım sözleri. Tek endişem, bestemde biraz arabesk
kokusu vardı. Arabesk, o yıllarda çok aranan bir türdü ama Hocada arabeske hiç
mi hiç değer vermezdi.
Konservatuarımızın hocası,
ciddi, ilkeleri olan ve Hüseyin Saadettin Arel ekolünden gelen, müzikolog
Doktor Teoman Önaldı idi. Türk musikisini batı müziği normlarına oturtmaya
çalışan değerli bir hoca... Sivrisineğin vızıltısını notaya alacak kadar da
seslere hâkim bir nota uzmanı. Şevket, Teoman Hocayla çok samimi idi. Besteden
sonraki ilk pazar günü, konservatuarda Şevketi çağırdım:
-Şevkeet!
-Ne var ağzını yidiğim?
-İnanmayacaksın ama ben o güfteyi besteledim.
-Köfteye benzememiştir inşallah! Diye bir espri yaptıktan sonra;
-Gel, saz odasında bir çal da dinleyelim.
-Sakın kimseyi çağırma haaa!
Tamam, tamam. Sadece ikimiz.
Geçtik saz odasına. Ben, çat pat çalmaya başladım, günlerce çalıştığım bestemin
notalarını. Bir süre sonra Şevkette usul vurmaya başladı. Hoşuna gitmişti en
azından, bu da bana yetiyordu. Şarkıyı geçmemiz bittiğinde, sandalyesinden
kalkıp, alnımdan öperek:
-Valla bıravv! Dedi. Demek oluyor ki, beste yapmanın, konservatuara fazla
gitmekle bir ilgisi yokmuş. Bu bir ilham meselesiymiş... Bize hiç uğramıyor
ağzını kestiğim. Dersten sonra notalarını elinde bil.
-Tamam kardaş!
Ipılık bir sonbahar günüydü... İstanbul’un ılık rüzgârları uçuşuyordu bağıra,
bağıra. Ufacık penceremizden efsunlu bir heybette görünen Fatih Camisinin
asırlık çınar ağaçları, mendil büyüklüğündeki sarı yapraklarını gönderiyordu rüzgârların
peşi sıra... Annem, her zaman olduğu gibi, akşam namazı için Fatih Camiine
gitmiş, yatsıdan sonra geleceğini söylemişti. Kardeşim, Sezar ve ben, sohbet
ediyorduk iki göz küçük evimizin küçücük bir odasında...
Sezar, bizim gibi orta boylarda, çok espritüel, oldukça yakışıklı, karayağız
bir Adana delikanlısı idi. Zamanın şöhretleri ile gezip tozduğunu söyler,
Anadolu halk tabiriyle; Engin bahanadan saman koklamazdı... Adana’da içkiyi
fazla kaçıranları taklit eder, arkasına da onlar gibi nara atardı:
-Öff çek lan aamet öf çek!
-Öööff ulan Öff!
Sonra da bize tasdik ettirirdi;
-Nasıl yennim, iyi of çektim mi?
Yine bir nara attıktan sonra, çok ilginç bir şeyler anlatacakmış gibi,
heyecanlı bir şekilde gürledi;
-Arkadaşlar, dün gece kiminleydim? Hadi bilin bakalım.
Biraderim biraz abartılı;
-Haşim İşcan’la! Dedi.
Sezar, tatlı bir tebessümle:
-İn canım biraz aşşaya...
Haşim İşcan, çok önceleri Antalya valiliği yapmış, o yıllarda da İstanbul
belediye başkanı olan ve çok büyük eserlere imza atan bir İstanbul büyüğü idi.
Biraderim biraz abartmıştı ama benim niyetim dalga geçmek değildi. Son günlerde
sık, sık bahsettiği bir ismi attım ortaya;
-Beyhan Akıncıylaydın! Dedim. Sezar, ani bir refleksle;
-Tam üstüne bastın! Dedi, gür bir sesle, kaldır ayağını!
Hiç gele atmıyordu Sezar...
-Yennim be! Dedi, bizim Orhan çağırdı dün akşam...
-Orhan?
-Canım Beyhan Akıncının baş bağlamacısı var ya. Orhan Gencebay bee!
-Haa... Ne iş? Dedik.
-Flütçüsü hastalanmış, Beyhan Hanıma eşlik ettim işte... Flüt çaldım anlayın.
Abartmıyordu. Sezar, gerçekten çok güzel dilsiz flüt çalıyordu. Bana da
öğretmişti ama sahnede çalacak kadar değildi pek tabii ki... Ama o, sahnelere
çıktığını kasıla, kasıla anlatır, esprileri ile kırar geçirirdi. Birden konunun
mecrasını değiştirdi;
-Şakir’ciğim hani sen konservatuara gidiyordun?
-Gene gidiyorum…
-Hani bir beste yapar gibiydin?
-Gene yapıyorum…
Biraderim bizim ilginç diyalogumuza dayanamadı;
-Yapar arkadaş, benim biraderim yapar. Var mı bi diyeceğin?
Sezar yine o mutat tatlı gülümsemesiyle;
-Tabii ki yapar yapmasına da, notaya alamazsa, bizim Orhan’a aldırtayım
diyecektim…
Ben teşekkür ederek, notaya alma işini Teoman Beyin yaptığını anlattım usulü
kaidesince. Oooo! Dedi Sezar, ne duruyoruz öyleyse, hadi hep birlikte bi çalak,
annadın mı yennim!
Ben ut ile Sezar dilsiz flütüyle, biraderim de tahta masaya vurarak geçtik bir
güzel yeni bestemizi... Ne beste oldu be! Dedik hep bir ağızdan.
Sezar, icra ettiğimiz bestenin etkisiyle bir anısını anlatmaya başladı:
-Arkadaşlar! Dedi seslice. Geçen pazar Adana’dan tanıdık hemşerilerimle İzmit’in
Kandıra’sına gittik. Çingeneler açmışlar çilingir sofralarını, söğüt
ağaçlarının altında çalıyorlar ordan burdan... Yanlarına varınca hemen
sustular. Devam edin dedik, birisi dedi ki; Abiler yeni bir beste yaptık.
Bastırın bi beşlik anladınız mı, size bestemizi çalalım... Merak ettik tabii.
Attık bir beşlik, başladılar çalıp söylemeye;
...Vallahi zillisin, billahi zillisin.
...Yemin olsun zillisin, tallahi zillisin...
-Bir, iki, üç, beş… Derken gına geldi hepimize. Hadin lan, böyle bestemi olur
dedik, ayrıldık ordan. Bu arada beşlik de gitti pek tabii...
Biraz önce çalıp söylediğimiz kendi bestemizi hatırladı ve biraz kızararak;
-Bak. Alınma Şakir. Senin besten Çingene bestesi değil Allah var. Bizim Orhan
bana dedi ki, şayet beste yapacak olursan sözlerinde; Sevgilim, aşkım, canım,
bir tanem... Gibi kelimeleri sakın eksik etmeyesiniz... Ehhh... Sen de
sevmiyorsun demişsin ne olmuş yani?
Kış gelmişti. Asırlık esrarengiz konakların damlarındaki karlar, bembeyaz bir
yorgan gibi görünüyordu. Hele o ulu çınar dallarından sarkan ala buzlu kar
salkımları, mücessem ağaçlara, seyrine doyum olmayan bir güzellik veriyordu.
Çok seviyordum kış manzaralarını. O yıllarda sağ-sol çatışmaları bitmek
tükenmek bilmiyordu. Gün geçmiyordu ki, boykot ya da işgal olmasın. Ben, pek
bulaşmıyordum bu boykot ya da işgallere. Yine bir boykot günü, doğruca Çırağan
Sarayı kalıntılarının yanında bulunan Beşiktaş takımına ait Şeref stadına
gittim. Stadın arkasından boğazın seyrine hiç doyum olmuyordu. Boğazın kenarına
oturdum, annemin hazırladığı nevaleyi bir yandan yerken, bir yandan da bir
şeyler mırıldanıyordum. Yine bir ilham gelmişti, kovmadım tabii. Hemen ders
defterlerimden birinin arkasına şu sözleri hem yazıyor, hem söylüyordum:
“Gelen bir vurur gelir ne isterler bilmem ki?
Giden bir vurur gider, niye hiç sevilmem ki?
Yarab, barıştır beni şu kör talihim ile
Ne yaptımsa nafile, heyhat ben hiç gülmem ki...”
Yine karamsardı şiirin sözleri. Sezar’ın dediği gibi sevgilim, aşkım, canım,
cicim gibi kelimeler yoktu ama ben yine de hiç bir satırını değiştirmeden
zapt-u rapt altına aldım güftemi. Aynen ilham perilerinin getirdiği şekliyle
hicaz makamında besteledim ve Teoman hocaya onunda notalarını yazdırttım mutad
derslerden birinin sonunda. Ders dönüşü, Renk sinemasının önündeki buz tutmuş
yokuşu çıkarken kardeşim geldi aklıma. Hafif de bir tebessümle; Gene Saraçhane
yokuşunda, patır, patır kucağına düşen kızları topluyordur herhalde diye
geçirdim içimden... O, buzlarda kayan kızları kaldıra dursun, ben iyice kendimi
musikiye daldırmıştım. İki bestem oldu dedim kendi kendime... Tam bir taş plak
eder, hem de kırk beş devirlik...
Daha o yıllarda IMÇ rumuzuyla maruf İstanbul manifaturacılar çarşısı yapılmamıştı.
Müzik yapımcıları, evimize çok yakın olan ve Haşim İşcan’ın yaptırmış olduğu Saraçhane
geçidinin altında icra-i sanat eyliyorlardı... Artık ben de taş plak
yapımcılarına gidebilirdim. Ne kendi ailemi ve ne de arkadaşlarımızı bu
maceradan haberdar etmedim. Mahcup olmakta vardı pek tabii... Kendi başıma,
notalarımı aldım ve gittim doğruca Saraçhane geçidine. O zamanlar Altunç Plak
bir hayli meşhurdu. Ben de meşhur olan yere sürüklenmiştim adeta... Duvarları
boy, boy artist afişleri ile kaplı Altunç Plak stüdyosundaydım. Büyük deri
koltuklarda, çıplak denecek kadar açık giyinmiş boyalı hanımlar ve patron
masasında, ağzında bilmem nereden gelmiş kaçak purosu, favorileri çene altına
inmiş, briyantinli parlak saçlı, yakışıklı sayılabilecek bir bey... Habire yapmacık
kahkahalarla gülüşüyorlardı. Masadaki bey, gülmeyi keserek bana yöneldi ve
-Birine mi baktın anam? Dedi ukala bir tavırla.
-Evet! Dedim ürkek bir sesle. Sizinle bir konu hakkında görüşmek istiyordum...
Yine aynı kodoşlukla;
-Varsa bir durum, hemen yaparız bir açık oturum anadın mı? Diye gürledi!
Üzerimden buzlu sular dökülmüştü sanki. Dondum kaldım. Adam, pavyon
ağızlarında, hanımların gözü benim üzerimde veya ben öyle hissediyorum…
Tir, tir titriyorum sinir stresten. Biri beni çimdiklese diye geçirdim içimden.
Kendimi toparlamaya çalıştım ve kısık, ürkek hatta titrek bir sesle;
-Ben, İleri Türk Musikisi Konservatuarı talebesiyim efendim... Dedim. Kendime
ait iki bestemi bir plak yapmak istiyorum da...
Adam beni tepeden tırnağa öyle bir süzüş süzdü ki, sonrada alaylı bir tavırla;
-Oku da bi dinleyelim bakalım.
-Burada mı?
-Elbette burada, nerede olacaktı ki?
Çok heyecanlanmıştım. Çenem pancar motoru gibi titriyordu. Çaresiz okumaya
başladım şarkılarımı. Adam, alt dudağını biraz yukarı doğru çıkarıp,
hayretengiz bir tavırla;
-Ehhh... Fena sayılmaz hani. Hele uşşaktaki arabesk nağmeler de piyasaya bayağı
uygun annadın mı? Ammaa... Sen kimsin ki? Dedi burun büküp…
Yani demek istiyordu ki, sen de kim oluyorsun! Haklıydı belki de, ama ben küllü
cahilin cesur edasıyla,
-Tanıtıyım efendim: ben, Halil Şakir Taşçıoğlu.
-Vay be! Dedi. Adın da senatör adı gibiymiş hani... İyi anlatamadım herıldın,
yani senin plağı biz ne diyerek satacağız, açıklar mısın bana?
-Herkesin ilk plakta ismi duyulmamıştır. Dedim.
Adam artık beni aşağılamaya başlamıştı. O süslü hanımları göstererek;
-Bak, bu hanımefendilerin fiziği var. Hele anlat senin neyin var?
-Benim de müziğim var beyefendi! Dedim öfkeyle.
-Hah! Hah! Hah! Güzel söyledin haaa...
Diyerek alaylı tavrını sürdürüyordu. Birden ciddileşerek;
-Bak kardeşim, sana bir şey söyleyim mi? Bir taş plağın müesseseme maliyeti tam
on bin pangunot. Satamazsam naaparım ben? Aha sen, katılır mısın yarısına?
Delinin zoruna bak dedim kendi kendime. Ben yirmi kuruşluk paso bilet parasını
zor buluyorum, adam benden beş bin lira istiyor be... Notalarımı bir yandan
toparlarken bir yandan da biraz daha cesaretle;
-Buraya para kazanırım umutlarıyla gelmiştim...
Adam, alaylı ve cüretkâr bir şekilde adeta gürledi;
-Para, parayla kazanılır anam! Dedi. Bunu sana öğretmediler mi?
…Öyle güzel öğrenmiştim ki...
İstanbul-1969
Hikayeyi kaleme aldığım 1994 yılında, yapmış olduğum araştırmalara göre;
Haki Ören............................:İnş. Müh. Konya Bayındırlık İl Müdürü.
Halil Şakir Taşçıoğlu...........:İnş. Müh. Taşçıoğlu Mühendislik Ltd. Şti.
Mim Aslan Taşçıoğlu...........:Manisa Cumhuriyet Savcısı. İkiz kardeşim.
Sezar Sadi Sevinç........İstanbul Barosu, Avukat.
Şevket Bahçecioğlu.............:İnş.Müh. Kayseri-Melikgazi Belediye Başkanı
Yalçın Öğütcen......................:Müstafi Hakim. Adana Milletvekili. Adalet
komisyonu bşk. TBMM
Sıralama, alfabetik sıraya göredir.
Kutluyorum gün seçkisini, yaşanmış anıların hikayesi daha duygulu oluyor kurgu olanlardan saygılarımla....
Onur verdiniz ÜSTADIM...iyi ki varsınız.
Kadir bilir asil gönlünüze kalbi şükranlarımı,
selam, sevgi ve de saygılarımı iletiyorum.....................HŞT
Tüm yüreğimle tebrik ediyorum hocamı.
Saygılarımla üstadım.
Ömrünüz çok olsun
Kadir bilir asil gönlünüze kalbi selam ve saygılarımı
iletiyorum...ESENLİK DİLEKLERİMLE.
sanırım hikayelerim biraz uzun ama bunlar fıkra değil ki...
hele bir okuyun bakalım belki çok ilginç bulacağınız
yerleri de vardır...canlarınız sağ olsun...
Estağfurullah üstadım, elbette sizi kastetmemiştim öyle bir algı oluşturmuş isem
tekrara tekrar özür dilerim...siz gerçekten kültüre ve okumaya çok değer
veren ve hatta bu kısa hayattan bir özet sunumunuz da bile nefis
bir öykü dilinizin olduğunu da belirtmek isterim...ben de sizin gibi geçmişte
o kadar çok hüsrana uğradım ki...yaklaşık 20 beste yaptım TSM den.19 u geri çevrildi
sadece bir hüzzam şarkım şu anda TRT repertuarında ve 21758 numaralı bir eser.
şiirim ise:
ACILARI BANA SOR
BİR HİCRANSIN BİR HÜSRAN, VUSLAT HİÇ YOK MU SENDE?
HAYAT, ÇOK ÜZDÜN BENİ,KALMADI CAN BU TENDE...
BANA SOR IZDIRABI, ACILARI BANA SOR;
GEÇ HAYAT SEN ÖNDEN GİT, KALMADI DERMAN BENDE...HŞT.
İlginize ve de alakalarınıza kalbi şükranlarımı sunuyorum.
SELAM VE ESENLİK DİLEKLERİMLE ALLAH'A EMANET OLUN...
Hikayeyi okurken aklıma bir anım geldi . Her ne hikmetse sizin hikayeler anılarda kendimde bir yaşamışlik oluyor hocam.. 90 lı yıllar lise de okuyorum bizim zamanımızda iki edebiyat dersi vardı. Bir normal olan edebiyat dersi birde sadece Türk dili dersi vardı.. iki dersin hocası da farklı kişilerdi .. türk dili dersine gelen Hüseyin bey .. 19 Mayıs konu şiir yarışması olduğunu ve isteyenin katıla bileceğini söyledi..
Bense şiir bize mi ait olacak yoksa okuma yarışması mı sordum size ait olacak dedi
Ben kağıt Kalemi elime aldım kendimce başladım bile hemen .. akşam oldu okuldan çıktık . Köye giden minibüsü beklerken esnaf kahvesinde kafayı gömmüş şiiri tamamla derdindeyim gören sanır üniversite sınavına hazırlık yapıyorum
Ve nitekim o gece şiir bitti . Ertesi günü diğer edebiyat dersine gelen hocaya derste hocam bir şiir yazdım bakar mısınız dedi
- oğlum öyle çoluk çocuk işleri ile uğraşmıyorum dedi .. aşk şiir sandı
Bende hocam aşk şiiri değil 19 Mayıs şiir yarışması için dedim ..
Alaylı alaylı ver bakım dedi
Bende boy olduğu için en son sırada oturuyorum kağıdı
Öyle bakarak giderken üç dört adımdan sonra döndü
- oğlum gerçekten bu şiiri sen mi yazdın dedi
- evet hocam dedim
-yemin et lan dedi
Valla ben yazdım deyince
Helal olsun dedi ama bütün sınıf merak ile hocaya bakıyor ve hocam lütfen oku biz de duyalım dedi
Okudu hoca ..
Bütün arkadaşlar şimdi bekliyor şiir dereceye girsin ve ödülü ile sınıfta ziyafet çekelim ?.
Ama maalesef bizde o zaman da okullar da çok adalet yoktu
Dereceye girenler lise müdürünün yeğeni İmam hatip müdürünün kızı filan açıklandı..
Bu arada hocam yazı uzun diye okumamazlık değil. Zaman buldukça bütün paylaşımları okumaya çalışıyorum bilin istedim.. kendi adıma