Acemi̇ balikçilar
ACEMİ BALIKÇILAR
___________________________ “Unu edicisine, ekmeği yiyicisine”
Su bakımından fazla kısmetli sayılmayan, Konya ovasının az da olsa sulak bir ilçesi olan Ereğli’de ikamet ediyorduk. Belki dünyada suların oluşumundan bu yana akmakta olan İvriz pınarları Ereğli’ye bir vaha görüntüsü veriyordu. M.Ö.2000’li yıllarda Hititlere de yerleşim bölgesi olan İvriz ve onun hayat damarları olan suları, Ereğlililerin her türlü su ihtiyacını karşılayan en önemli kaynakları idi.
İvriz’den çıkan sular, Ereğlili tabiriyle “alan akarlar” oluşturuyor ve tüm şehrin sulama vazifesini yerine getiriyordu. Doğanın çok ilginç bir dengesi sonucu kışın Toroslara yağan karların pınarlara dolmasıyla oluşan kaynaklar kışın oldukça azalır, yaz gelince de coştukça coşardı. Zaten yöreye de sular genellikle yaz aylarında gerekiyordu. Bu yönden de Ereğli pek susuzluk çekmiyordu.
Şehrin,
küçük büyük tüm insanları alan akar tabir edilen koca akarların genişleyip
derinleşen birçok bölgelerine gölet anlamına gelen “göbet” tabiri
kullanırlardı! Bu göletlerde, yazın sıcak günlerinde serinlemek gayesiyle
yüzerlerdi. Kimi gözü kara çocuklar, akar boylarında bulunan büyük söğüt
ağaçlarından balıklama sulara atlar, kimileri de kendi tabirleri ile:”yuka
yerlerde capıldanır, çimerlerdi...” Ben de çok severdim söğüt ağaçlarından
balıklama atlayışlar yapmayı... Akıntıya uyarak, ya da akıntılara ters
istikamette yüzmenin zevkine doyum olmazdı. Bazıları derler ki; ”Hadi lan gidi
Konyalı sen yüzmeden ne anlarsın. Sanki Konya bozkırlarında deniz mi gördün? ”
Oysaki derelerde yüzmek, denizde yüzmekten çok daha zordu. Öncelikle fizik
kuralları gereği, tatlı suların yoğunluğunun az olmasından dolayıdır ki suyun
kaldırma kuvveti de az oluyordu. Bu da tatlı sularda yüzmeyi zorlaştıran
sebeplerden biri idi. Hâlbuki deniz sularının tuzlu olması nedeniyle yoğunluğu
daha fazla oluyor, dolayısıyla da suyun kaldırma kuvveti de o oranda artıyordu.
Bu da insanların su yüzeyinde kalmalarını kolaylaştırıyordu.
1966 yılında İstanbul’a okumaya
gittiğimde görmüştüm denizi… Ne yalan söyleyeyim, ilk görüşte çok irkilmiştim.
Uçsuz bucaksız bir “göbet” dedim kendi kendime. Derinliği de dereler gibi
birkaç metre değil, onlarca metreyi buluyordu. Bu da bana ayrı bir ürperti
veriyordu. Benim şehrimin sularında kayık mayık olmazdı. İstanbul’un
denizlerinde apartman büyüklüğünde vapurlar dolaşıyordu. Balıkçı kayıkları
adeta söğüt yaprağı gibi kalıyordu İstanbul’un engin denizlerinde. Balık ise
biz Ereğlililere çok yabancı bir yaratıktı. İvriz pınarı yakınlarındaki
sularda, berrak ve soğuk suları seven birkaç alabalık, ileride oluşan alan
akarlarda da tek tük hasırcı balığı denilen küçücük balıklar bulunurdu. Bazı
gençler, bu balıkçıkları yakalar, söğüt dallarına üzüm salkımı misali dizer ve
şehrin sokaklarında satmaya çalışırlardı.
Balık yoksulu Ereğli’nin balık kültürü neyse benimki de aynı idi. Beş sene
İstanbul’da kalmama rağmen, öğrendiğim balık isimleri bir elin parmakları kadar
ancak olabilmişti. Balık bu, hepsi de birbirine benziyordu. Mehter takımı gibi
iki haftada bir uğradığım Karaköy balıkçısına hep aynı şekilde soruyordum:
_ Balığın tazesi nasıl anlaşılır?
Balıkçı gayet bilgiç bir şekilde, tezgâhtan hemen bir balık kapıyor ve büyük
bir eda ile:
_ Gözlerinin ferine bakarsın kardeşim.
_ Ferden anlamıyorsam?
_ Solungaçlarına bakarsın.
_ Ne varmış solungaçlarında?
_ Nar gibi kırmızı olur kardeşim!
_ Ama her balığın solungaçları kırmızı...
_ Kardeşim git allasen!
_ Giderim gitmesine de, balık bu, bayatsa zehirlemez mi?
_ Kardeşim hiç zehir satar mıyız?
Böyle sürüp giderdi balıkçılarla tartışmam. Tabi ki balıktan ve balıkçılıktan
anlamamamdan ileri geliyordu bu soruşturmalarım.
Yıllar geçmişti aradan. Ereğli’de yaklaşık on beş sene plân, proje ve
müteahhitlik yaptıktan sonra işlerimin kesatlaştığını öne sürerek Antalya’ya
taşınmıştım. Dünya tatlısı iki kızım ve bir oğlum vardı. Onlar daha çok
küçüktüler. Hiç unutmam, kendi arabamızla Çubuk belinden Antalya’ya girişimizde
onların hep bir ağızdan:
_ Deniz göründü, diye bağırmalarını... Gençliğimde okuduğum macera kitaplarında
ve seyrettiğim korsan filmlerinde tayfaların:
_ Kara göründü! Diye bağırmalarını çok duymuştum ama “deniz göründü” diye
bağırmaları ilk defa kendi çocuklarımdan duymuştum o gün.
Antalya’nın merkezi sayılabilecek bir mahallesi olan Bahçelievler mahallesinde
bir apartmanda ikamet ediyorduk. Yaklaşık on yılı doldurmuştuk ve evin en
küçüğü olan oğlum ortaokul son sınıfa devam ediyordu. Oğlum Gökhan çok yaramaz
bir çocuktu. Her gün okulda Antalyalı arkadaşlarından balık ve balıkçılıkla
ilgili konuşmalara şahit olmalıydı ki, bir akşam eve gelip, çantasını vestiyere
attıktan sonra:
_ Baba, biz niye hiç balığa çıkmıyoruz? Diye sordu. Ben bir anlık tereddütten
sonra:
_ Oğlum ben balıkçılıktan ne anlarım?
_ Eee... Hani sen İstanbul’da okudum diyordun ya…
_ Tamam, da ben su ürünleri fakültesinde okumadım ki... Ben inşaatçıyım oğlum.
_ Olsun, olsun. Biz burada balıkçılığı öğreniriz.
_ Takım taklavat?
_ Alırsın.
_ Peki nereden?
_ Sen bulursun.
Gerçekten büyük hevesi vardı balıkçılığa. Tek şanssızlığı benim gibi, balıktan
anlamayan, Konya ovasında büyümüş bir babaya sahip olmasıydı sanırım. Ben yine
de onun şevkini kırmak istemedim. Ertesi sabah balıkçı malzemelerinin satıldığı
yeri sordum, öğrendim ve buldum. Altı kancalı bir olta aldım. Kurşunu, mantarı
ve yüz metre misinası olan. Ereğli’deyken toprak solucanı toplayıp oltalara
takılarak balık yakalandığını duymuştum. Evimize yaklaşık on kilometre
uzaklıktaki Boğa çayı kenarına gittik oğlumla. Antalya’nın her yanı taşlık,
ancak Boğa çayı kenarında vardı çamur ve topraklık. Bir iki saat eşeledikten
sonra çamurları, ancak bulabilmiştim beş altı solucanı. Sonra da Boğa çayına
çok yakın olan Konya altı plâjlarına gidip solucanlarla balık tutmaya çalıştık
ama nerdeee? Koyduysan bul. Oltamız bomboş. Bir tek balık bile göremeden eve
dönmek zorunda kaldık.
Birkaç hafta sonra öğrendim ki, Antalyalı balıkçılar özel balık yemi
alıyorlarmış, Muratpaşa Belediyesinin yanından. Belediyeye gidip gelirken
görüyordum ama mahcup olurum diye ne olduklarını bir türlü soramıyordum.
Karidese benzer ve karidesin 1/50 ölçeklisi olan ufacık böcekler. Zıplayıp
duruyorlar. Hiç bozuntuya vermeden, Karaköy’deki balıkçıya sorduğum gibi balık
yemi satan beyefendiye sordum:
_ Yemler taze mi?
_ Biraderim, sen benle dalga mı geçiyorsun? Baksana zıplayıp duruyorlar. Canlı
bunlar canlıııı...
_ Eee... Canlı, canlı nasıl takılacak bunlar oltaya?
_ Amma yaptın ha... Biraderim, sen bu işte yenisin galiba…
_ Eh, sayılır.
Hemen bir tanesini aldı, küçücük kafasını kopartıverdi ve oltasının kancasına
taktı. Yeni bir meslek öğrenmenin heyecanını yaşıyordum. Büyük bir keyifle:
_ O halde ver bakalım bir kilo.
_ Hoppala. Akdeniz’deki balıkları mı besleyeceksin biraderim?
_ Peki, ne kadar almam lazım?
_ Yüz gram yeter sana.
_ İyi o halde yüz gram ver.
Kesekâğıdının içinde yemler hoplayıp duruyorlardı. İçim içime sığmıyordu. Bir
an önce eve varıp oğluma sürpriz yapmak istiyordum. Oğlum bir yana, evdekilerin
hiçbirisi böyle garip bir yaratıkla tanışmamışlardı. Kapıda oğlum karşıladı,
pür telâş:
_ Baba yem aldın mı?
_ Aldım oğlum.
_ Hani nerede?
Elimdeki küçücük kesekâğıdını gösterdim. Şaşırdı birden. O çuvalla yem
getireceğimi bekliyordu besbelli. Merakla sordu:
_ Bu kadarcık mı?
_ Bu kadarcık ama yüzlerce böcek!
_ Valla ben elimi sürmem.
_ Daha görmedin ki.
_ Olsun böcek diyorsun ya.
Böcek türlerinden çok korkardı çocuklarım. Kesekâğıdının ağzını açar açmaz
yemin bir tanesi nasıl sıçradıysa oğlumun yüzüne yapışıverdi. Kızlarım:
_ Ciddi olamazsın baba! . Diyerek odalarına kaçtılar.
Kızılca kıyamet kopmuştu evin girişinde... Hala birkaçının canlı kalışına ben
de şaşırmıştım doğrusu. Alıştırdım hepsini, yemin zararsız, mazlum bir böcek
olduğuna. Ertesi sabah malzemelerimizi alıp, pür telâş Karayolları parkından
denize indik. Antalya’nın amatör balıkçıları orada avlanıyorlardı. Falezlerin
keskin kayalarının arasından taş merdivenlerle yaklaşık otuz metre iniliyordu
aşağıya. Uçsuz bucaksız masmavi Akdeniz’in, yılların yıpratamadığı yaşlı
falezlerle kucaklaştığı yere.
Biz son beş basamağı inmedik. Oturup merdivenlerde oltamıza yemleri takıp
salladık sulara. Misinayı sallıyoruz denize, birkaç dakika sonra geri
çekiyoruz, yemler yenmiş, oltalar bomboş. Yemleri tekrar takıyoruz, sallıyoruz
sulara, oltalar yine boş. Yüz gramlık yemle o gün balıkları bir güzel yemlemiş
olduk. Bereket etrafımızda kimseler yoktu. Olsalardı ne kadar gülerlerdi
halimize düşünmek bile istemiyordum. Büyük bir moral çöküntüsüyle eve döndük.
Kızlarım merakla:
_ Baba, hani yakaladığınız balıklar? Soruları biraz da alaylı idi.
_ Çok küçüktüler denize geri döktük.
_ Eee... Koca denizde hiç mi büyük balık yoktu.
_ Bilmem, herhalde bugün büyük balıklar mesaiye çıkmamışlardı kızım.
_ Hah... Hah... Hah...
Haklıydılar, koca Akdeniz bu. Hiç mi büyük balık yoktu yani. İyi de biz
küçüğünü de görememiştik balıkların. Fazla vakit kaybetmedim. Oğlum da fena halde
sükûtu hayale uğradığı için ertesi gün tek başıma ve oltayı almadan gittim aynı
yere. Çaktırmadan kimselere, diğer balıkçılardan görerek bir şeyler öğrenmek
istedim. Bir tanesi geldi, orta yaşlı, uzun boylu, siyah yün örgü takkeli.
Benim gibi saçlarına ve bıyıklarına aklar düşmüş, güleç yüzlü kibar bir
balıkçı.
_ Selâmünaleyküm!
_ Aleykümselâm beyefendi!
_ Kafanızı dinlemeye mi?
_ Eh sayılır...
_ Ben de hep o niyetle gelirim. Hem de yıllardır gelirim. Birazda yakaladım mı
balıkçıkları... Akşama nevalem hazır… Onun için çok severim ben bu şehri.
_ Aynen, ben de öyle... Haydi rastgele!
Bir yandan bekliyorum merakla ne yapacak diye. Balık tutabilecek mi? Yoksa
benim gibi Akdeniz’in balıklarını mı besleyecek? Pazar çantasını açtı, çıkardı fırından yeni
aldığı tazecik ekmeği. Bekliyorum, hoppala böcekleri ne zaman çıkaracak ki
diye. Yok, öyle bir şey… Taze somun ekmeğin içini iki parmağıyla iri arpa
şehriye şekline getirdi, taktı oltalarına, salladı misinasını denize. Aradan
bir dakika geçtiyse geçti. Beş tane balık çırpınarak geldi ellerine. Hayret
ettim, ama fazla önemsemez bir tavırla:
_ Bugün denizde balık bol olmalı!
_ Yoo... Her zamanki gibi…
_ Öyle mi?
Adam yarım saatte, beş kiloluk naylon kovasını doldurdu irili ufaklı
balıklarla. Çok hoşuma gitmişti gördüğüm bu manzara. Kendi kendime;
“Antalyalıların bir oyununa geldim herhalde bana bir sürü paraya bir avuç böcek
sattılar. Hâlbuki bu balıklar ekmeğin içini daha çok seviyorlarmış besbelli”
diye mırıldandım. Akşamı iple çekmiştim. Oğlum okuldan gelir gelmez kenara
çektim. Büyük bir edayla:
_ Gökhan, ben bugün balığın nasıl yakalandığını öğrendim oğlum. Ablaların
duymasın, yarın onlara güzel bir sürpriz yapalım tamam mı?
_ Tamam da. Nasıl olacak bu iş?
_ İşte orasını hiç sorma.
_ Baba, ne olur söyle.
_ Yarın oğlum.
_ Peki, böcekleri aldın mı?
_ Böcek möcek yok.
_ Solucan mı topladın?
_ Solucan, molucan da yok.
_ Baba, Allah’ını seversen söyle. Nasıl olacak bu iş, merak ettim be?
_ Oğlum ısrar etme. Yarın öğrenirsin. Ertesi sabah malzemeler çantamızda.
Doğruca fırına gittik, büyük bir neşeyle. Tazesinden bir somun ekmek aldık,
koyduk çantamıza. Oğlum merakla:
_ Baba, kahvaltıyı sahilde mi yapacağız?
_ Hayır oğlum.
_ Peki, bu ekmek neyin nesi?
_ O bu işin cilvesi.
_ Ne cilvesi?
_ Balık yemi oğlum, balık yemi...
Gülmeye başladı gevrek gevrek.”Gülme” dedim. Anlattım oğluma bir önceki gün
yaptığım balıkçılık gözlemlerimi. Aynı yere gitmiştik yine. 17-18 yaşlarında
bir delikanlı, falezlerin yaşlı ve yorgun kayalıklarının gölgesinde oturmuş,
bir elinde kutu bira, diğerinde bir sigara. Soran olmuş gibi attı ortaya bir
laf:
_ Tam gününde geldin be amca. Bugün deniz balık kaynıyor.
Delikanlının adap, erkânı pek hoşuma gitmediği için olmalı ki, ters bir cevap
verdim:
_ İyi, iyi… Sana soran olmadı!
Biz oğlumla daha önce de durduğumuz taş merdivenlerde oturduk. Demir
korkulukların yanında açtık çantamızı. Bir de naylon poşet koyduk yanımıza
balıkları doldurmak için. Aynı kibar, takkeli balıkçı gibi, ekmeğin içini arpa
şehriye biçimine getirip taktım oltalara, salladım Akdeniz’in sularına. Biraz
sonra misinayı çektim ki, yedi sekiz santim boyunda, orta parmağım büyüklüğünde
tek bir balık çırpınıp geliyor. Altı oltanın beşi boş, biri dolu… Bu ne ki diye
bakakaldım şaşkın, şaşkın. Bira içen delikanlı patavatsız bir şekilde:
_ Likkoz yakaladın babalık, hadi gene iyisin, iyisin... Diye gürledi.
_ Sana ne lan dedim. Sen önüne bak, biz de biliyoruz herhalde Likkoz (!)
olduğunu…
Gerçekte bilmiyordum tuttuğum balığın adını ama bozuntuya da vermiyordum hani.
Tekrar doldurdum oltaları, saldım sulara. Bir süre sonra yine çektim. Aman
Allah’ım o da ne? Çirkin, koyu kahverengi bir garaip... Yengeç desem benzemez.
Istakoz desem hiç değil. Ucube bir yaratık! İçimden istedim ki şu bira içen
delikanlı bunun adını da bir söylese. Varsın patavatsızca olsun. Dileğim kabul
oldu sanırım. Zaten çenesi durmuyor ki zıpırın. Yine atladı kum balığı gibi:
_ Sende de amma şans varmış be amca. Bula, bula vatoz mu buldun?
Bu kez bozuntuya vermeden delikanlıyı işletip vatoz hakkında bilgi almaya
çalıştım...
_ Adını biliyorsun da, nasıl pişirildiğini de biliyor musun bari? Tavada mı iyi
olur yoksa ızgarada mı?
_ Amca... Sen benle dalga mı geçiyorsun?
_ Dalga denizde olur oğlum.
_ Geç onları geeç. O balık zehirli, yenir mi hiç? Üstündeki dikenler battı mı
bir yanına, uyuz olursun alimallah!
_ Yok ya... Biz de biliyoruz o kadarını. Hadi sen kendi işine bak!
Hemen kayaların yanında çevreyi hoyratça kullananların bıraktığı bir karton
kutuyu yırtıp vatoz denen ucubeyi oltadan çıkarıp tekrar denize attım.
Delikanlı duramadı. Gene atladı:
_ En iyisini yaptın be amca...
Ben delikanlı ile fazla laubali olmak istemiyordum. Konuşsan akşama kadar
susmayacak; ”biz işimize bakalım oğlum” dedim. Tekrar doldurdum oltaları, bir
daha, bir daha, bir daha derken, koca somunu bitirdim... Oğluma dönerek:
_ Toplayalım oğlum oltamızı. Bitirdik yine Akdeniz’in balıklarını…
Diyerek oltayı çekmeye başladım. O da ne? Misina bir türlü gelmiyor. Oğlum
atıldı bu kez:
_ Ne oluyor baba? Cavs mı yakaladın?
_ Herhalde birkaç tonluk bir balık yakaladık oğlum.
Delikanlı gene atıldı:
_ Kayalara takılmıştır be amca. Oltayı biraz Sal da geri çek.
Kudüm/süz dedim içimden. Bardak kadar çocuk, biralı, sigaralı geçti karşıma ukalalık
edip duruyor. Git ağzına iki patlat. Ama sanırım doğru söylüyordu. Antalya’nın
sahilinde cavsın işi neydi? Olsa, olsa kayalara takılmış olmalıydı bizim
oltalar. Ben oltayı birkaç kez salıp çektim ama kurtaramadım. Netice misina
koptu. Elimde kalan kısmını da sardım sarmaladım attım mavi sulara. Tuttum
oğlumun kolundan:
--Gel oğlum dedim. “Unu edicisine, ekmeği
yiyicisine...” Bu iş bizim
Harcımız değilmiş! Gördün işte... Antalya-1994
Sanırım biraz uzun geldi...bölüp devamı var demeyi de uygun
görmedim lezzetinin alınamayacağı düşüncesiyle...
bir yanlışlık yapmışsam affola...selam ve saygılarımla...HŞT