Hiç şüphe yok ki ölüm, bütün canlılar için en nihai sondur.
Canlılar arasında ise, ölümü tüm detayları ile kavrayabilmiş tek canlı bildiğimiz üzere insandır.

Bu nihai son ile bir gün karşılaşacak olmak bizleri öyle bir dehşete düşürür ki... Çeşitli sembolik kavramlara sığınarak, ölümün reddine dayalı inanışlar geliştirir ve içine düştüğümüz dehşeti öteler, hafifletmeye çalışırız.

Kültürler, dinler, toplumlar, ideolojiler, bireyin yaşam kalımını destekleyici yönde formlanır. 

Öyle ki bu formlar; ölümün dehşeti karşısında ölümsüzlük arayışını teşvik eder... Yaşama dair bir iz bırakmak, varlığını idame ettirmek, canlının var olduğu zaman süresince işleyen bir savunma mekanizmasıdır da demek, bu doğrultuda hiçte yanlış olmaz. 

İnsan davranışları gözlemlendiğinde bireyin, mensubu olduğu topluma-kültüre bağlılığı, yaşanılabilir alanının tehdit altında olması durumumda daha bir kuvvet ile öne çıkar.
Şu bir gerçektir ki; hiçbir birey dahil olduğu toplumu, ırkı, diğer toplumlar ve ırklardan aşağıda görmeye tahammül edemez.
Geleneksel kavramlar neticesinde bireyi özelleştiren içinde bulunduğu toplumun özerkliğidir. Bu özerkliğin içinde özel hissetme algısını ölümsüzlük yanılgısı diye niteleyebiliriz.

İnsanlık tarihinde: bir çok inanışta ölümsüzlüğü kanıksar nitelikte, fiziksel bedenimiz dışında sürdürülebilir bir hayat algısı işlenmiştir.

Bu gibi geleneksel kavramlara bağlı yaşam sürdüren bireyler, hayatlarının düzenli ve hiyerarşik bir sisteme dahil olduğu algısı içerisinde yaşarlar.
Bir çok kavram -ideoloji, kültürler ve dinler- bireyin değersizliğini ortadan kaldırarak yaşamına mistik anlamlar yükler.

Bu durum bireyi mensubu olduğu, toplum içinde sistematik bir işleyişinin parçası haline getirir.

Bireysellikten topluma taşınan bu eğilimi ulusal boyutta ele aldığımızda kendinden olmayanı, karşısında tehdit olarak konumlandıran büyük kitleler ile karşı karşıya kalmak kaçınılmaz bir hal alır.

İşte bu noktada dünya tarihini incelediğimizde, savaşların asıl nedenini kavrayabiliriz.

Bazı dünya liderleri iktidarı elde tutmak uğruna uygulamış olduğu propaganda faaliyetlerini halkının mezhep, kültür ve dini üzerinden manipüle ederek gerçekleştirmiştir.

"En güçlü silah zamanı gelmiş fikirdir." Goethe belki de bu söyleminde propagandanın yerinde ve zamanında kullanıldığında ne kadar etkili olacağını özetlemiştir.

Propaganda; bir fikri, öğretiyi, inancı başkalarına tanıtmak benimsetmek odaklı yapılan, yazınsal-sözel ve benzeri her türlü çalışmadır.
Üzerinde çalışılmış, alt yapısı iyi hazırlanmış, hedef kitlesi belirlenmiş bir çalışma attığını tam isabetli vuran, kusursuz bir silah olarak kabul edilebilir.

Dünya tarihinde ilk olarak 17. yy’da Katolik kilisesinin görüşlerini yayma konusunda etkili olmuştur.

Yaptıkları propaganda sayesinde ün ve hatta zafer kazanmış, dünya ülkelerinden siyasi liderleri yakın tarihimizde anımsıyoruzdur.

Ölüm, yıkım, yokluk ve yok oluşlara yol açan savaşların, kazanan ve kaybeden toplumlar üzerindeki etkileri, hiç tartışmasız dehşet verici boyutlarda olmuştur.

Ölümün göz önünde bulundurulduğu ülkelerde -terör eylemleri- halkın mevcut yönetimin iradesine sıkı sıkıya bağlanması ele aldığımız konular kapsamında kesinlikle kaçınılmazdır.

İstemeyiz ki yaşadığımız topraklarda halkın idaresinden sorumlu liderler, iktidar hırsları yüzünden milletini benzer eylemlere sürüklesin.