Dişiliğin kayıtsız şartsız bütün egemenliğini temsil eden bakışları gözlerime değdi an... Esaretin aslında ‘hürriyet’ olabileceğine inandırmıştı beni. Ve o dudak kıvrımlarında ki geniş coğrafya, bütün ömrüm boyunca arzu ve isteklerime fazlasıyla cömert olarak yer verecekti.
Saçlarının her bir telinin bir diğerine uyumu, sanırsın sessiz senfoni orkestrası.
Hiçbir kelimenin ifade edemeyeceği güzelliğe sahip, masallardan bildiğimiz o peri kızı... Masalların aslında masal olmadığı masalını bana anlatmak için gönderilmişti sanki.
Hiçliğe taktığım yazdan kalma sonbahar günlerinden bir gün.
Sağ el başparmağımın avuç içine gelen tarafına Kiril alfabesi ile 3biN ("N" ters yazılıyor ve üstünde yarım yatık hilâl şeklinde küçük bir işaret daha var) Latin alfabesiyle "zie" diye yazılıp, Çerkezce zii okunan ve dilimize çevirdiğimizde "hiç" anlamına gelen dövmeyi yaptırmak üzere; Kadıköy’de şu an ismini hatırlamadığım bir dövmecide soluğu almıştım. Yaptırdığım dövmenin sonraları canımı sıkan tarafı “Aaa bakayım ne yazıyor orada?” diyenlere "hiç" desem de üç bin diye okunması oldu. Beyin bu ya... Anlamsız bulduğu her şeye illâ bir şeyler yakıştıracak. Aslında anlamıyormuş gibi bakınca ben de anladım, anlamadığım yazının üçbin gibi okunduğunu. Ama artık takmıyorum. Üç bin diye okuyup ukalaca "hımmm üç bin, neyi ima ediyor?” sorusuna "hiiiiç" diyebiliyorsam, demek ki her anlamda da aynı anlamı ifade edebiliyormuş.
Neyse... İşlemi bitirip dışarı çıktığımda artık gerçekten de bir "hiç" olduğumu kendime kanıtlamanın verdiği gururu yüzüme takınarak, Kadıköy’den Beşiktaş’a dümeni kırdım. Hiçliğimi de münasip bir yere demirler, bi ufak içerim diye geçirirken aklımdan, aldığım mesaj yalnız olmayacağım sinyalini verdi.
Bahçeşehir Üniversitesi kampüsünün sahil tarafında buluştuk İbo ile.
Bilenler bilir. Gerçi şimdi her uğradığımda isyan ediyorum... Kimsenin kimseye bulaşmadığı, herkesin yiyip içip eğlendiği iskeleyi boydan boya kapatıp sanırım şehirlerarası deniz hattı olarak istimlak etmişler.
İbrahim koyu Beşiktaş taraftarıdır.
O gün de maç için gelmiş Beşiktaş’a.
Gelmişken de iki duble bir şeyler içeriz demiş.
Biraz soluklanıp kısa bi hoşbeşten sonra, Ahtapot restoranın balık pazarı tarafındaki masalarından birine yerleşip demlenmeye başlamıştık.
Çapraz karşı masada ise bakışı bakışımı kesen o peri kızı, sonsuz kere aklımı alıp bütün dikkatimin kendi üzerinde olması gerekliliği oturuşunda oturuyordu. 
Zarafet abidesi bu peri kızına, ömrü boyunca refakat etme görevini ifa etmeye talip olduğumu beyan edemezsem eğer bi ömür vicdan azabı duyarım diye kendime verdiğim gazdan mütevellit, atak yapmak üzere kafamda planlar çizmeye başladım. Daha önce benzer görevlerde yer almıştım. Tecrübem de vardı.
Ama bu gibi mekânlarda hiçbir bayana askıntılık etmemiştim, böyle mekanlarda bu işlerin nasıl yürüdüğü hakkında da hiçbir bilgim yoktu. Masasına gitsem olmaz, içkili bir ortamda içkili birinin bir başka masaya iştiraki ancak davetle mümkün olabilirdi. O da tanışıklık varsa tâbi. Giriştiğim ticari eylemlerde işe yaramayan ticari zekâm acaba şimdi işe yarar mıydı?
Tâbi ki yaramazdı.
Elinde papatya taçları ile masanın yanından geçip giden çocuğu görünce tasarladığım bütün planları iptal edip çocuğun peşine İbo’yu taktım.
- Dinle İbo. Bahşişi çocuğa ver ve sıkı sıkı tembihle: Peri kızının arkasından yaklaşacak papatya tacını başına takıp hiçbir şey söylemeden kıvrakça uzaklaşacak oradan. Tamam mı?
- Tamam abi ayarlarım ben!
- Hadi bakalım. Tembihle haa! İşini bitirince bizim masaya gelmesin.
- Tamam.
Çocuk geliyor... Tacı perinin başına değdirdiği an, peri kıvrak bi hareketle yakalıyor, ne yapıyorsun sen gibi bakışlar falan atarak engelliyor çocuğu.
Çocuk beceremediği kutsal görevine, mahcubiyetini de ekleyerek elindeki tacı muhatabın masasına, "yapamadım abi kahretsin" bakışını da bizim masamıza bırakıp uzaklaşıyor. İkinci deneme; aynı çocuk, aynı sonuç. Yaklaşık az sonra üçüncü deneme; çocuk oyuncu değişiyor, lanet olsun sonuç değişmiyor ve beceriksizliğimiz masanın üzerinde biriken taçlarla bütün mekân sakinlerine resmediliyor. 
- Bu komik durumdan kurtulmanın bir çaresi olmalı İbo.
- Nasıl olacak abi?
- Çiçekçi miydi o geçen?
- Evet abi.
- Olum git yakala şunu, bu defa toparlayalım lan bu işi.
- Ne adamsın abi yaa! Peki plan ne?
Plan çok basit... Çiçekçi abla periye bir gül bırakıp gidecek.
Sahne:
Çiçekçi abla geliyor, gülü uzatıyor. Peri kızı kendine uzanan güle, güle güle bakmakta. Al! Almıyor. Ver abla, veremiyor. Neyse ki, başarmak zorunda olduğunu hissettiği kutsal görevi tamamlama azmi, bir diğer seçeneği ortaya çıkarıyor ve masanın kenarına bırakıyor gülü. Gül yerçekiminin azizliğine uğrayarak hayallerimle beraber yere düşüyor. Bütün bunlar olup biterken zaman da bizi geride bırakıp akıp gidiyor. Alkolün verdiği cesarete sığınarak masasına gidip halimi arz etmek için fırsat kolluyorum lâkin peri kızı ve arkadaşı çoktan hesabı ödeyip yüzünde taşıdığı tebessüme, sadece özel günlerde eklenecek bi başka tebessüm katarak, hayal ettikçe hâlâ hissettiğim esintisini bırakıp kalabalığa karışarak uzaklaşıyor. Ben; yıkılmış gönül saltanatımın aptal hükümdarı olarak, bir daha bu işlere bulaşmamaya ant içiyorum.