Dünyanın dönüş hızı mı artmıştı bilinmez ama bazen zamanın eskisine nazaran daha hızlı aktığını hissediyordum. Ömür elimizden kayıp gidiyor biz arkasından bakakalıyorduk. 
Yaprakların sararıp düştüğü mevsimlere gelmiştik. Ekimin son haftalarına doğru hızla yaklaşıyorduk. O gün İstanbul’dan çok yakın dostum gelecekti. Bütün hazırlıklarımı yapıp havaalanına gittim. Beklemek çok zor ama zamanı da ileri sarmak da elimizde değildi. Derken bir uçak indi, evet İstanbul uçağıydı. Nihayet arkadaşıma kavuşacaktım! 
Bir süre sonra hasretle birbirimize sarılıyor olduk.
Güle oynaya eve geçip nefis bir yemek yedikten sonra yaylada kalma kararı aldık. Apar topar hazırlanıp arabaya atladık. Eşim ve kızım arkada, dostum Serap yanımdaydı. Eski tip arabamızla maceralı yayla yolculuğu başlamıştı. Şansımıza radyoda güzel şarkılar çalıyordu. 45 dakika süren keyifli yolculuğun ardından Çayırbağı tabelası bize göz kırptı ve yemyeşil doğası hepimizi büyülemeye başladı. Arkadaşıma gösterebildiğim yerleri anlatıyorum, Şahinkaya, karabdal yaylası, Şoroğma, Kozneşa, Kale deresi derken havanın hızla kararmaya başladığını fark ettik. 
-Bizim mahalleden gidecek olursak yolumuz çok uzar. En iyisi kestirme yol olan Kozneşa’dan gitmek. Diye fikir sundum. 
-Hayatım emin misin? Kozneşa’nın yolları karmaşıktır biz tam bilmiyoruz oraları. Diye cevap verdi Sezer. 
Dostum Serap da:
-Navigasyon açarız. Deyince hepimize mantıklı geldi ve direksiyonu Kozneşa istikametine kırdım. Navigasyonu açtık dereye kadar sağ salim gittik. Derenin karşısına geçer geçmez sokak lambaları söndü. Biraz ilerleyince hiçbir yerde ışık olmadığını fark ettik. Bütün köyün elektriği gitmişti… 
-Allah bilir ne zaman gelir elektrik. Diye hayıflandım. Duru da oflayıp puflayarak:
-Tabletimin şarjı biterse napıcam ben anne ya? Diye sordu. 
-Mumla şarj ederiz kızım. Deyip öptü babası kızını. Serap’a hızlı bir bakış atıp:
-Karanlıktan korkmazsın değil mi kanka? Diye sormam üzerine 
-Kim ben mi korkacağım? Diye cevap verip kahkaha attı Serap. 
Sezer koltukların arasından öne doğru yaklaşıp:
-Ayşegül sen Serap’ın ne kadar çılgın olduğunu unuttun herhalde. Deyince hepimiz kahkaha attık. 
-Düşünsenize karşımıza ayı çıkıyor Serap arabadan inip ayıyı kovalıyor.
-Delidir yapar! 
-yaa kötüyü konuşmayın anne! Negatif enerjiyi kendimize çekmeyelim.
- Ayet-el Kürsi’yi ezberletemedim sana, enerjileri su gibi ezberledin. Yok pozitif enerji yok çekim yasası yok Merkür retrosu yok Jüpiter eğrisi… diye çıkışınca:
-Anne bunlar gerçek ama. Diye karşılılık verdi hazırcevap kızım Duru.
Bu şekilde neşeli neşeli muhabbet ederken navigasyon bir yandan komut veriyordu:
-500 metre sonra sağa dönün.
-500 metre sonra sağa dönersek direkt berzah âlemine intikal ederiz lan! Uçurum değil mi orası? Diye sordum. Eşim çenesini hafifçe kaşıyarak:
-Bu navigasyon bizi yanlış yere götürüyorsa? Daha önce başımıza gelmişti. Diye sordu. 
-Hay Allah buraları da hayatımda hiç görmedim. Nere geldik biz acaba? Sokak lambası ve başka ışık da yok. 
Arabayı durdurup dışarı çıktık, zifiri karanlıkta yolumuzu kaybetmiştik sanki. Hiçbir yer görünmüyordu, Allah’tan hava kapalı değildi gökyüzüne baktığımızda samanyolu galaksisini net bir şekilde görebiliyorduk. Tekrar arabaya bindik ve yolumuza devam ettik. Bir tümseği geçtikten sonra ağaçlarla dolu bir yola girdik. 
-200 metre sonra sola dönün. 
-200 metre sonra solda ne var Allah bilir. Diye söylendi Sezer. 
-Andromeda galaksisi bekliyorum ben. Dedi gülerek Serap. Ağaçların içinden geçtikten sonra bizi karşılayan kuru, sık ve büyük ağaçlar. 
-bu ağaçları hayatımda ilk defa görüyorum. Dedi eşim. 
-Normalde kurumuş ağaçları çoktan kesip alması lazım köy halkının. Deyip arabayı durdurdum. El fenerini alıp aşağı indim. 
-Siz de gelir misiniz tek başıma korkuyorum. Deyip çağırdım arabadakileri. Koşar adımlarla yanıma geldiler. Ağaçları incelemeye başladık hepimiz. Kalın dalları vardı, kocakarının erimiş kollarına ve bacaklarına benziyordu ve çok tuhaf bir enerji alıyordum bu tuhaf ağaçlardan. Bu ağaçların dalları yolu tünel gibi sarmıştı. 
-Buradan çayır yüklü kamyon geçebilir mi? Diye sordum.
-Geçemez. Diye cevap verdi eşim. Serap hafifçe bana sokulup:
-Ayşegül bence arabaya binip gidelim. Derken Sezer ağaçların fotoğraflarını çekiyordu. 
-Az bekleyin gideriz. Dedi. Üstümüzdeki dalları gösterip:
-Şu sarmaşık kısımları da çek. Dedim. 
Kızım arabanın camından kafasını çıkarıp: 
-Gitsek mi artık? Diye bağırdı. 
Hızlıca arabaya bindik yolumuza devam ettik ama yollar çok kötüydü, yavaşlayarak gitmek durumunda kaldım. Radyo kapalıydı, ölüm sessizliği hâkimdi. Eşim çantadan birkaç çikolata çıkarıp birer tane verdi. En azından mutluluk hormonlarımız salgılanmış olurdu. 
-En kestirme yol bildiğimiz yoldur. Dedim. 
-Ben sana demiştim bu yollar karmaşık diye. Dedi eşim. 
-Bir maceraya ihtiyacımız varmış demek ki… 
-Anne, baba hava rüzgârlı mıydı? Diye sordu kızım. 
Serap Sezer ben birbirimize bakıp hep bir ağızdan:
-Hayır. Dedik. 
-Ağaçların dalları hareket ediyor! Diye bağırınca arabayı durdurdum. Hepimiz arabadan inip ağaçlara baktık herhangi bir hareket göremedik. 
-hayal gördün herhalde kızım dedi Sezer. 
-Hayır, kesinlikle hayal görmedim baba! Diye bağırınca durup beklemeye başladık. Hala bir şey yoktu. Birden hava kapatmıştı, sis usul usul bize doğru geliyordu. Uzaklardan kurt ulumaları, baykuşun gizemli ötüşü yüreğimize korku bırakmıştı.  
Serap:
-Bence devam edelim yolumuza arkadaşlar. Deyince gaza bastım. Ama tuhaflık devam ediyordu. Eşim sürekli arkaya bakıp duruyordu. En son:
-Bu ağaçlardan hiç uzaklaşamadık neden acaba? Diye sordu. Serap bana bakıp:
-Ayşegül ağaçlar yürüyor. Deyince ben hafif gülüp:
-Yüzüklerin Efendisi filminde değiliz ha. Dedim. Ama mantıklı gelmişti. O ağaçlardan her şey beklenirdi. Çiftetelli bile oynayabilirlerdi çünkü çok tuhaflardı! Ne kadar gidersek gidelim ağaçlardan hiç uzaklaşamıyorduk. Duru korkuyla babasına sokulup ağlamaklı sesle:
-Baba ağaçlar bizi takip ediyor. Dedi. Ben de tek kaşımı kaldırıp:
-Duru sana fantastik filmleri yasaklıyorum! Diye çıkıştım. Ama bir yandan korku bütün vücudumu sarmıştı. Serap’a baktım ilgiyle dışarıyı seyrediyordu. 
-Ayşegül, sanırım ağaçlardan ses geliyor. Der demez ağaçların bağırdığını hepimiz duyduk. Ben vitesi 3’e taktım gaza yüklendim bozuk yollardan en fazla bu kadar hızlı gidebiliyorduk. 
Hepimiz korkuyla bağırıyorduk, Duru ağlıyor babası sakinleştirmeye çalışıyordu ama işe yaramıyordu. 
Deprem olurcasına yer küre sallanıyordu, arabanın içinde bir o yana bir bu yana savrulmamak için emniyet kemerlerimizi bağlamıştık.
-Serap sakın korkma kanka, kurtulacağız bu deli ağaçlardan. 
-Nerden geldim buraya lanet olsun! 
-O ağaçlar bizi yer mi acaba? 
-yetişirse yer. Deyip vitesi 5’e taktım hoplaya zıplaya gidiyoruz. 
-benim böbrek taşları tamamdııır! Diye bağırdı Sezer. 
Ağaçlar o kadar hızlı koşuyor ve bağırıyordu ki arabayı durdurup teslim olmamız an meselesiydi. Rüzgâr sesinden ne söylediklerini de anlayamıyorduk.
-600 metre sonra sola dönün. 
-senin de vereceğin yol tarifinin koordinatlarına sokayım deyip mobil veriyi kapattım ve navigasyon sayfasından çıktım. Sis yüzünden görüş alanımız çok daralmıştı. Nereye geldiğimizi anlamak epey vaktimizi alacaktı. Bir dereden yukarı çıktığımızı anımsıyorum sonrası sis yüzünden belirsizdi. İzimizi kaybetmeyi de başarmıştık ayrıca. 
-Çok şükür kaçmayı başardık. Dedi Serap. Sezer camdan dışarı bakıp: 
Sanırım Şoroğma’ya geldik Ayşegül. Buraları da biliyoruz şimdi eve gidebiliriz. Herkes iyi mi? Diye sordu. 
Hepimiz bir ağızdan “evet” deyiverdik. Sis yavaş yavaş dağılıyordu. Yaşadığımız korkuyu bir ömür unutamayacaktık. Muhtemelen Serap’ın son gelişiydi. Böyle olsun istememiştik. 
Ama benim açımdan iyi bir şeydi bir nevi. İleride roman olarak yazardım yaşadıklarımızı, yok satardı belki. Hatta ve hatta filmini bile çekerlerdi. 
10 dakika sonra evimizdeydik. Hava çok soğumuştu, hemen sobayı yaktık çay yaptık. Yorgunluğumuz ne zaman biterdi bilinmez ama canavar ağaçlardan kurtulmanın verdiği dayanılmaz hafiflik bize kanat takmıştı. 
-Serap bu yaşadıklarımızı sakın ailene anlatma yoksa bir daha buraya gelmene izin vermezler dedi sezer gülerek. 
-Yok yaa ben yine gelirim çok güzel bir anıydı. Diye cevap verdi Serap. 
Birden pencerenin tıklandığını duyduk, emin olmak için hepimiz dikkat kesildik. Evet, pencereye vuruluyordu. 
Sezer çekine çekine pencereyi açtı ki ne görelim, o fantastik ağaçlar! Hemen pencereyi kapatıp uzaklaştık ama ağaçların sesi duyuluyordu. Yalvarır gibiydi ses tonları:
-Nolur bizi dinleyin! Çok korkuyoruz, çok acı çekiyoruz. Size zarar vermeyeceğiz. Deyince korka korka pencerenin önüne gittik. 
-açın nolur! camı açtık ve:
-Neler oluyor? Diye sordu Serap. Ağaçların en yaşlı görüneni bitkin bir şekilde pencereye daha da yaklaşıp:
-Göründüğümüz gibi korkunç değiliz biz. Bütün insanlar ve hayvanlar bizden korkup kaçıyor ama bizim bir derdimiz var. Derman arıyoruz. Dedi üzgün bir ifadeyle. 
-Anlatın dinliyoruz. Dedi Sezer. 
-bizler binlerce yıldır hayattayız. Çok güzeldik eskiden, çiçekler açardı dallarımız, şifa veren meyvelerle dolup taşardık vaktiyle. İnsan ve hayvan oğluna binlerce yıl hizmet ettik. En son bize zehirli bir böcek dadandı, muhtemelen doğa düşmanlarının işiydi bu. Ve bu bizim soyumuzu kuruttu. Yıllardır acılar içinde kıvranıyoruz, yoldan gelip geçen insanlardan yardım istiyoruz ama konuştuğumuzu hareket ettiğimizi görünce korkudan kaçıyorlar. Deyince hepimiz üzüldük ama bizden istedikleri şey neydi merak ediyorduk. 
-Bizim yeniden eski halimize gelebilmemiz için sizin yardımınıza ihtiyacımız var. 
-nedir? 
-bizi kışlık odun olarak kesmeniz, yakmanız ve küllerimizi ağaçsız yerlere savurmanız. Zümrüdü Anka kuşu gibi küllerimizden yeniden doğup eskisi gibi dünyamıza faydalı olmaya devam edeceğiz. Diye cevap verdi. Hüzünlü bakışları söylediklerinin doğru olduğunu kanıtlar nitelikteydi. Hepimiz birbirimize baktık. 
-Annem bu sene ormana gitmekten kurtulur. Dedim, gülüştük. Bu fantastik ağaçların isteğini yerine getirmek için ertesi gün kollarımızı sıvadık ve çalışmalara başladık. Ağaçları keserken mutluluktan gülüştüklerini duyuyorduk. Bu durum bize ölümün aslında son değil yeniden doğuş olduğunu göstermişti. 
O günden sonra ölümle ilgili tüm olumsuz yargılarım, korkularım yerini güzel düşüncelere bırakmıştı. 
O ağaçların bir adı yoktu ama bizim için artık Zümrüdü Anka ağacıydılar bundan böyle. 
Onlar küllerinden yeniden doğup dünyamıza hizmet ettikleri zamana geldiklerinde bizler ve torunlarımız, torunlarımızın torunları dahi çoktan toprak olacaktık. Bizden sonraki gelecek nesle fayda sağlamış olmamızın verdiği huzurla kabrimizde mahşer gününe kadar bekleyecektik.
 Bir ağaca yardım eden dünyaya yardım eder, dünyaya yardım eden geleceği kurtarır.