Dondurucu kış mevsimi soğuğunda iki haftalık izin alıp köye çıkmıştım. Tatilimi köyümde yapıyordum. Huzur demek Köy demekti benim için. Karla örtülü çam ormanını ve dağları izlemek benim ruh sağlığıma iyi geliyordu. 

Bir öğle vaktinde telefonum çaldı arayan kıymetli dostum Serap’tı.

-“Efendim Serap?”

-“Kız Ayşegül nerdesin?”

-“Köydeyim.”

-“Ne köyde mi?” diye şaşırınca ben de şaşırdım. 

-“Evet de noldu?” diye sordum.  

-“O zaman biz dönelim.” 

-“Nereye? Noluyo Serap?”

-“Şey biz sana sürpriz yapmak istedik Fatma ile. Trabzon’a geldik.” Diye cevap vermesiyle ben şok oldum. Saate baktım, 12:05’ti. 

-“Serap şuan Akçaabat’ta mısınız?”

-“Evet. Ak Caminin ordayız.”

-“Süper, Trabzon tarafına ilerleyin Çayırbağı dolmuşları olacak. 1 Dolmuşuna binin gelin.”

-“Aa olur kız.” Deyip kapattı.  

Hala şaşkındım. Ama benim için çok iyi oldu, arkadaşlarıma köyümü gezdirecektim. Karda yürüyecektik, kardan adam yapacaktık, kartopu oynayacaktık. Bu tatil hepimize iyi gelecekti. 

***

Tatilimizin 3. Günü hava çok güzeldi, yollar açılmıştı. Çal mağarasına gitmeye karar verdik. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra yola koyulduk. Neşeli bir müzik ve hoş sohbet eşliğinde yarım saat sürecek yolculuğumuzun tadını çıkarmaya başladık. 

-“Ayşegül, çal mağarası dedin dedin bak gidiyoruz.” Dedi Fatma. 

-“Çal mağarası bizim köyümüzün ve Güzel ülkemizin önemli mağarasıdır. Dünyanın en uzun ikinci mağarasıdır. Sonu da bilinmiyor ayrıca.” Dedim.

Yarım saat sonra Çal mağarasının önündeydik. Giriş için biletlerimizi alıp içeriye daldık. 

Mağaranın içinden dere akıyordu, gezintimizi derenin üzerine yerleştirilen tahtalarla yapılmış yollarla gerçekleştiriyoruz. Kızlar adeta büyülenmiş bir şekilde seyrediyordu mağaranın içini. Yer yer sarkıtlar, şelaleler, küçük göller, mağaranın duvarlarının ıslak yapısı, ışıklandırılmış bölümleri derken başka odacıklara giriyoruz, o odacıklar diğer odacıklara bağlanıyor adeta bir labirent gibi. O kadar ilerlemişiz ki ışıklandırma olmasa kaybolduğumuzu düşüneceğiz. 

Kızlar bir yandan fotoğraf çekiyor bir yandan video çekiyor bir yandan da bana sorular soruyordu. 

Ben kendi halimdeydim aslında kafam dalgındı biraz. Telefona baktım 3 cevapsız çağrı vardı. Annem aramış da duyamamışım. Tam geri dönecektim ki telefonda şebeke yoktu. 

-“Kızlar ne kadar ileri gitmişsek telefon çekmiyor.” Dedim. Serap atıldı:

-“Ney oha o kadar gittik mi len?”

-“Evet o kadar gitmişiz.”

-“Geri dönsek mi?” diye sordu Fatma. 

-“Siz bilirsiniz kızlar.” Dedim. Serap doyumsuz gibiydi. 

-“Biraz daha yürüyelim döneriz.” Dedi. Biz de bir şey demedik. Üzerinde adımlarımızı attığımız tahtalar sanki daha sağlamdı, daha önce kimse ayak basmamış gibiydi. Derken bir gürültü duydum ve döndüm, Fatma düşmüş. Yanına koştuk:

-“Ah be kuzum, dikkat etsene. Önüne bakarak yürü biraz.” Diye kızdım. 

-“Ya Ayşegül o kadar da dikkat ettim ama inanır mısın sanki bişey asıldı pantolonuma.” Diye cevap verince ürperdik.

-“Kızlar ben tırstım ha” deyip arkasına baktı Serap.

-“Amma da korkak çıktınız ha.” Diye söylendim. Çantamdan bisküvi çıkarıp kızlara uzattım. Oturduk sessizce atıştırmaya başladık.

-“Kızlar biz çok yürüdük, aşağı yukarı  1 saat falan oldu.”

-“Bişe olmaz Ayşegül.”

-“İnşallah. Arada ekşın macera da şart tabi.” 

Derken mağaranın içindeki ışıklar söndü, hepimiz bir anda ayağa fırladık. 

-“Anasını babasını” diye bağırdım, sesim mağaranın içinde yankılandı. 

-“Sakin ol manyak, oturun gelir şimdi elektrikler.” Deyip oturdu Serap. Fatma bana sokuldu ve:

-“Ayşegül, korkuyorum ben. Çıkalım burdan.” Dedi.

-“Tamam, telefonlarınızın şarjı ne kadar?” diye sordum.

-“Benim yüzde 15 kalmış.” Dedi Serap. 

-“Benim de— aaa telefonum yok!” diye haykırdı Fatma. 

-“Yirmağa düştü heralde ehehe” dedim güldüm. 

-“Ayşegül şakanın sırası değil, telefonumu bulalım.” Deyip düştüğü yere doğru yavaşça yürüdü ve dereye indi, eliyle bir süre yokladıktan sonra telefonunu buldu. Ama hayal kırıklığı yüzünden okunuyordu:

-“Telefon mefta kızlar.” Dedi. Bizim de moralimiz bozuldu. O an karanlıktaki korkumuzu unuttuk Fatma’yı teselli etmeye başladık.

-“Servise verirsin yaparlar üzülme”

-“En kötü ihtimal yenisini alırsın canım.”

-“Bu telefon bana hediye alınmıştı kızlar.”

Bir süre olduğumuz yerde sessiz kaldık. Zaman hızla ilerliyor, biz mağaranın içinde asırlar deviriyorduk. 

-“Gidelim kızlar.” Dedim ayaklandık ve yürümeye başladık. Birbirimize tutuna tutuna çıkış yolu arıyoruz. Mağaraya girdiğimiz neşeden eser kalmamıştı bizde. Sarkıtlar dikitler buz duvarlar ilgimizi çekmiyordu. Tek derdimiz vardı o da bu mağaradan kendimizi dışarı atmak. Ama öyle görünüyordu ki bu mağaradan çıkışımız kolay olmayacaktı. Kızlar bir yandan söyleniyordu ben sessizce dinliyordum. 

-“Ne biçim hizmeti var burasının” dedi Fatma.

-“Bu elektrik işine de bi alternatif sunmaları lazımdı.” Diye devam etti. Hak verdim aslında. Bizden başka ziyaretçi de yoktu, oradan kıllanmalıydık.

-“Zaten Türkiye’de ne yolunda ki?” 

Kapkaranlık mağaranın içi bizim de içimizi karartıyordu, sanki yürüdük yürüdük yerin dibine girdik.  Ortam da daha ısınıyordu, magmaya mı indik diye düşünmeden edemiyordum. 

-“Kızlar bişey söyleyeyim mi?”

-“He.” 

-“Ben küçükken cehennemin yerin dibinde olduğunu sanıyordum. Hani bizi gömüyorlar ya oradan direkt cehenneme gideceğiz sanıyordum.” Dedi  Serap. Fatma’yla birbirimize bakıp güldük. 

-“Mantıklı”dedik bir ağızdan.

-“Kızlar, bir şey diyeceğim ama korkmamanızı tavsiye ederim.”  Dedim ama gözlerimin önü kararıyordu. 

-“Galiba biz kay-“ 

Aradan kaç dakika geçti ya da kaç saat geçtiğini hatırlamıyorum. Ayıldığımda kendime gelmem birkaç dakika sürmüştü. Kapkaranlık mağaranın içinde mahsur kaldığımı da sonra sonra anladım.  Kafam acıyordu. Acıyan yerime dokundum, bir ıslaklık vardı, kanamış olmalıydı. O esnada kızlar geldi aklıma ve ayağa fırladım:

-“Kızlar”diye seslenirken etrafıma bakındım. Yoktular. Tırstım.

-“Serap? Fatma?” sesim mağaranın içinde yankılanıyordu. Elimi cebime attım telefonumu aldım, el fenerini aktifleştirip etrafıma bakındım tekrar. Biraz adımladım bulunduğum yerin etrafını, diğer bölümlere baktım. Şelalelerin olduğu odacığa koştum yine yoktular. Seslendim, sesimi yükselterek tekrar seslendim. Yerlere bakmaya başladım, tahtaların bittiği bölüme gelmiş olduğumu fark ettim. 

-“Demek buraya kadar yol yapabilmişler.” Diye fısıldadım. Umutlarım tükenmek üzereydi, ne yapacağımı şaşırmış haldeydim. Nereye kaybolmuş olabilirdi bu kızlar. Dalgın dalgın mağaranın ilerisine yürümeye başladım. Nefes almakta zorlanıyordum, telefonumun şarjı da bitse çıldırırdım. 

Bir takım sesler duymaya başladım. 

-“Hay Allah!” 

Emin olmak için kulak verdim; evet yanlış duymamıştım sesler vardı. Yabani hayvan sesleriydi muhtemelen. Yalnız değildim, İşitsel halüsinasyon değildi kesinlikle!  Daha dikkatli yürüyordum ve bir yandan kendi kendime konuşuyordum:

-“Ya kızların başına bir şey geldiyse? Aman Allah’ım!” bu düşünceler beni mağaranın içinde delirtebilecek güçteydi. Bir kez kötü düşüncelere bulaştım ya artık peşimi bırakmazlardı! Kızları bulana kadar rahat edemezdim!

daha hızlı yürümeye başladım, yabani hayvanlar da umurumda değildi gözümü karartmıştım.

-“Kızlar! Serap! Fatma!” sesim öyle yüksek ve keskindi ki bir yarasa sürüsü soluğumu yalayarak geçti yanımdan. Öyle sinirliydim ki umursamadım bile.

-“Bekleyin arkadaşlarım, sizi kurtaracağım!” dememle dengemi kaybedip düştüm. Tam ayağa kalkacakken derin bir homurdanma duydum.  Tüm iman kuvvetimle:

-“Bismillahirrahmanirrahim!” diye bağırdım ve geri döndüm. Bir şey göremedim.  Ne olduğuna bakıyordum ki omuzuma bir şeyin değmesiyle birkaç adımlık mesafeyi çığlık atarak atladım! Ne olduğunu görmemiştim tir tir titremeye başladım, soğuk soğuk terledim. Derin bir nefes alıp arkamı döndüm ki ne göreyim! Hayvan mı desem yaratık mı desem, dondum kaldım.  Türünü çözemediğim bu yaratığın balık gibi pulları vardı. Kertenkele gibi ayakları, balığa benzer kafası vardı. Çizgi romanlarda tarif edilen bir dinozor gibi elleri vardı. 

-“Sen nesin böyle” diye fısıldadım.  Merakla süzmeye başladım, o da beni süzüyordu. Hayatımda böyle bir şey görmemiştim. 

Adam sindirebilecek bir büyüklükteydi. 

-“La bu arkadaşlarımı yemiş olmasın!” diye geçirdim içimden. Vücudum elektriğe kapılmış gibi titriyordu. Ben içten içten delirmenin yolunu tutmuşken karşımdaki yaratık dile gelmesin mi?

-“Burası neresi?”

-“Vuşşşş” yok artık bu rüya olmalıydı. Ya da delirmiş olmalıydım! Bu kadar kolay delirebiliyor muydu insan? Hiçbir şey anlayamadım. Bir şarkı takıldı o an dilime:

-“Sana sevdanın yolları, bana tımarhaneler”

-“Ne diyon?”

-“Abi git başımdan sen konuşamazsın.” Deyip geri geri yürümeye başladım. 

-“Nası konuşamam, ben de insan değil miyim?” 

-“Değilsin.”

-“Aaa”

Bir de şaşırmıştı. Yok yok bu olanlar gerçek olamaz! Arkamı döndüm hızlı hızlı yürümeye başladım. 

-“Heo dursana kız. Bana bak! Korkma benden kız. Ben Van Gölü canavarıyım.”

-“Yuh anasının manda gözü” 

olduğum yerde kaldım. 

-“Sakin ol hele, bi konuşalım evladım.”

-“Evladım mı? Pekala, madem tımarhane yolu gözüktü bana, deli gömleğimin M beden olmasını isteyeyim hastane personelinden.”

-“Ne diyosun ya?” 

-“Bi sus Allah aşkına bi sus! Sen konuştukça ben batıyorum.” Evet, masallarda bile olmayan bir canavarla tartışmaya başlamıştım. Derken okkalı bir tokat yedim suratımın orta yerine. Olmayan aklım bir 10 metre gitti geldi. Evet, bir canavar bana tokat atmıştı.

-“Kendine gel! Büyüğünle nasıl konuşman gerektiği öğretilmedi mi sana?” azar işitiyordum. 

-“Büyüğüm mü? Mahmut dede? Sen misin?”

-“Mahmut dede kim? Ben Van Gölü Canavarıyım. 1000 yaşındayım.” Hooop bir yaşıma daha girdim hayırlı uğurlu olsun.

Kendime tokat attım, yok rüyada değildim. Derin bir sessizliğe gömüldük Canavarla, ikimiz de mağaranın kuru duvarlarını inceliyorduk. 

-“Sarkıtlar” dedim. “Bir mağaranın olmazsa olmazı.”

-“Aynen.” Dedi.

-“Bu mağara çok uzun. Ucunu bulan olmamış. Nerden çıktığı bilinmiyor.” Diye devam ettim.

-“Ben ucunu bilmem, Van Gölünde bir çukur keşfettim o çukura girince kendimi burda buldum.” Dedi.

-“Vay be, yer altı sularıyla geldin yani.”

-“Aynen kanka.”

-“Kanka mı?”

-“Sen bir canavarla konuştuğuna şaşırmıyorsun da Canavarın kanka demesine mi şaşırdın?”

-“He la.” Gülüştük. Ortam rahatlayınca gerginliğim geçti. Çantamdan bir ekmek ve domates çıkarıp Van Gölü Canavarına uzattım. 

-“Allah razı olsun kanka” deyip aldı ve yemeye başladı. 

-“Sevdim seni ha” deyip güldüm. 

-“Bana doğruyu söyle, arkadaşlarımı sen yedin değil mi?” diye sordum. Çiğnediğini yuttuktan sonra gözlerimin içine baktı ve:

-“Kız ben insan yemiyom, mideme oturuyor onlar.”diye cevap verdi. 

-“İki kız arkadaşım vardı”

-“Lezbiyen miydiniz?”

-“Yuh öyle değil. Normal arkadaş, kanka yani.”

-“Ha. Ee?”

-“Onlar İstanbul’dan geldiydi, gezdireyim dedim buralarda. Bizden başka da kimse yoktu. Bayağı ilerleyince elektrikler kesilmesin mi?”

-“Yok artık! Ee?” 

-“Eesi ararken sen çıktın karşıma işte. Gerisini biliyorsun işte. Ee senin hikâyen nedir? Anlat.”

Van Gölü Canavarının gözleri doldu, ağlayacak gibi oldu; derin bir nefes alıp anlatmaya başladı:

-“Ben 1000 yıldır hayattayım, yüzyıllar yalnız yaşadım. Türüm yok oldu, tek başıma Van Gölünün içinde gariban gariban yaşadım. Sonra yüz yıllar sonra bir yumurta buldum, ona sahip çıktım işte. O yumurta kırıldı, evladım dünyaya geldi. Öyle mutlu ve mesuttum ki anlatamam. Ama gel gör ki, mutluluğum uzun sürmedi. Benim yavrum kayboldu. Bir sabah uyandığımda yanımda yoktu, her yere baktım. Balık komşulara sordum hatırlamadıklarını söylediler. Sonra beni buraya getiren çukuru gördüm. Dedim ki çocuktur meraktan girer o çukura, daldım. Sonra kendimi burda buldum.” Ağlıyordu, evlat acısı çektiğini görünce dayanamadım sarıldım ona. 

-“Bulacağız.” Dedim.

-“Bulacağız elbette, senin arkadaşlarını da bulacağız.” diye fısıldadı. Birbirimizden güç alarak sağ salim mağaradan çıktık. Gün ışığı gözlerimizi kamaştırdı. Ama önümüzde bekleyen öfkeli kalabalığı fark edemedik. Ellerinde kazmalar, tüfekler, sopalarla burunlarından soluyorlardı.

Ne oluyor demeye kalmadan ikimizi yakaladılar. Van Gölü Canavarını bir tarafa beni diğer tarafa götürdüler. Neye uğradığımızı şaşırdık.

-“Ne oluyor yahu?” diye bağırdım. Van Gölü Canavarında tık yoktu, korku dolu bakışlarla etrafını süzüyordu. 

-“Van Gölü canavarını yakaladık sonunda! Yüz yıllardır beklediğimiz an geldi çattı. Meydanlar kurulsun!” diye bağırdı biri. 

-“Hey biriniz açıklayın!”

-“Sen sus zibidi” diye bağırdı.

-“Kimsin ulan sen kimsin! Kim oluyorsun da bana bağırıyorsun ulan!” diye haykırmamla suratıma tokat yemem bir oldu. Kendimden geçtim. 

Gözlerimi açtığımda Karanlık bir odadaydım. Biraz kendime gelince demir parmaklıklı kapıdan nezarethanede olduğumu anladım. 

-“Noluyor yahu? Burda ne işim var? Hey, Memur Bey!”

Bir memur geldi uzun uzun beni süzdü ve karşıma oturdu:

-“Çay kahve?”

-“İstemiyorum!” 

-“O zaman lafı dolandırmayacağım, bana gerçekleri anlatacaksın.”

-“Pardon? Hangi gerçekleri?”

-“Yeme bizi, haydi anlat.”

-“Neyi?”

-“Van Gölü Canavarını.”

-“Ha, Van Gölü Canavarıyla çal mağarasında tanıştık.”

-“Tanıştınız mı?”

-“Evet tanıştık.”

-“Kaç kişiydiniz?”

-“Sadece ikimiz vardık. Başka kimse yoktu.”

-“Çeten diyorum, kaç kişi?”

-“Ne çetesi ya?”

-“Ayşegül, bana bak. Ben senin gibilerini elekten geçirdim, lafı dolandırma, anlat kurtul.” Deyince ben kahkahayı bastım. Keyiften değil de sinirden gülüyordum. Memur bey sakince bana bakıyor notlar alıyordu. 

-“Memur bey bana bakın, benim dâhil olduğum bir çete yok! Öyle işlere bulaşmam ben!”

-“Ya demek sen yalnız çalışıyorsun? ”deyince yerimden fırladım.

-“Memur bey şaçmaladınız ama ha!” diye bağırdım. 

-“Sakin ol Ayşegül. Otur lütfen. Bana şimdi mağarada olanları anlat.” Deyince derin bir nefes aldım ve oturdum. 

-“Arkadaşlarıma mağarayı gezdiriyordum, çok yürümüştük. Bizden başka deli de yoktu oralarda, aksilik bu ya elektrikler kesildi! Mağaranın içi de labirent gibiydi, kaybolduk. Sonra ben bayıldım, ayıldığımda arkadaşlarım yoktu. Onları aramaya koyuldum ki karşıma Van Gölü Canavarı çıktı.”

-“Ee?”

-“Sonra Van Gölü Canavarı dile geldi ben uzun süre şokluk yaşadım.”

-“Dile mi geldi?”

-“Evet, bayağı dile geldi, sen ben gibi konuşuyordu.  Bana çocuğunu kaybettiğini ve onu bulabilmek için yeraltı sularıyla çal mağarasına kadar geldiğini söyledi.”

-“Yok artık!Ee?”

-“Hatta 1000 yaşında olduğunu da ekledi.”

-“Yok ya?”

-“Oturduk sohbet ettik, ona ekmek ve domates verdim yedi. Arkadaşlarımı yiyip yemediğini sordum o da bana insan yiyemediğini söyledi.” Memur bey okkalı bir kahkaha attı. Anladığım kadarıyla anlattıklarımın hiçbirine inanmamıştı. Ağlayacak gibi oldum.

-“Sosyal medya paylaşımlarından anladığım kadarıyla sen bir yazarsın. Bu da iyi hikâyeydi ama. Hayal gücün çok iyi, hayran kaldım.”

-“Ne hayal gücü ne hikâyesi ya?” deyip hüngür hüngür ağlamaya başladım. Memurun umurunda değildi, çıktı gitti. 

O günden sonra her gün hücreme geldi aynı soruları sordu, aynı cevapları aldı. 1 Hafta sonra yine geldi, bu sefer gülümsüyordu. 

-“Ayşegül” dedi neşeli bir ses tonuyla. Ben de sevindim bir an:

-“Evet”

-“Senin suçlu olmadığın anlaşıldı.” Deyince olduğum yerde zıpladım sevinçle:

-“Oley be! Nihayet! Şükürler olsun Allah’ım! Bugün çıkıyor muyum yani?”

-“Evet tabi ki.” Demesiyle yanında üç tane sağlık personeli belirdi. İkisi yavaşça koluma girdi. Ne olduğunu anlayamadan sol koluma iğneyi yedim. Çok geçmeden kendimden geçtim. 

Ayıldığımda aydınlık bir yerde olduğumu fark ettim bu sefer. Başımda beyaz önlüklü birisi vardı. Tam ayağa kalkayım derken kollarımın bağlı olduğunu fark ettim. 

-“Çıkarın şu deli gömleğini!” diye bağırdım. Beyaz önlüklü hanım efendi gülümsedi ve yanıma çöktü:

-“Sakin ol yavrum.” Diye fısıldadı. Gözlerinin içine öfkeyle bakıp:

-“Nasıl sakin olayım? Çözün beni lütfen.” Deyince kırmadı beyaz önlüklü hanım efendi. 

Bir yandan başımı okşuyor bir yandan kadife sesiyle bana moral vermeye çalışıyordu:

-“İyi olacaksın yavrum, sana inanıyorum.”

-“Nerdeyim? Neden buradayım?”

-“Psikiyatri kliniğindesin yavrum, bizim kanatlarımız altındasın, yakında çıkacaksın burdan.” 

-“Tımarhanede olduğumu anladım zaten doktor! Üzerimdeki deli gömleğiyle okulda olamam herhâlde! Hangi hastanede olduğumu söyleyin bana!” diye çıkışınca ayağa kalktı ve odadan çıktı.  Çıkarken “derin bir vaka” dediğini duydum.

Bir çal mağarası macerası neler açmıştı başıma. Arkadaşlarımı kaybettim, Van Gölü Canavarıyla karşılaştım ve sohbet ettim, öfkeli halkın gazabına uğradım, hapse düştüm ordan da akıl hastanesine kapatıldım. Uzun lafın kısası pişmiş tavuğun başına gelmedi benim başıma gelenler. Herhalde fırına sürecekler beni en son. Aklım Van Gölü canavarında ve arkadaşlarımda kalmıştı. Arkadaşlarıma ne olmuştu acaba? Van Gölü Canavarına köy halkı ne yapacaktı? Merak içinde odanın içini turluyordum.

İçimi sıkan bu hastanede günlerim günlerimi kovalıyordu, elimden gelen bir şey yoktu. Telefonum alınmıştı benden, haber alabileceğim başka bir materyal de yoktu. Sıkıntıdan saçlarım dökülmüştü. Her gün hap, iğne, psikoterapi vardı. Bunların hiçbirine ihtiyacım yoktu. Bana kimse inanmıyordu, ağlamaktan helak olmuştum. 

Canıma tak ettiği bir gün bu tımarhaneden kaçmaya karar verdim. Ama nasıl kaçacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Daha önce bir yerlerden kaçma girişiminde bulunmadığım için ilk kaçış hikâyem hüsranla sonuçlanabilirdi. Ama ben gözümü kararttım bir kere, hiçbir şey dostum Van Gölü Canavarından ve arkadaşlarımdan daha önemli olamazdı. O andan itibaren strateji planlarımı düşünmeye başladım. Öncelikle Hastanenin koridorlarını, odalarını giriş ve çıkışlarını ezberime kaydettim. Sonra kalem ve kağıt alarak kaçış yolumu çizdim. Bant ve demire ihtiyacım vardı onları temin etmek de zor olmadı. Sabah ya da gece personellerden birini etkisiz hale getirip onun kıyafetlerini giyecektim ve elini kolunu bağlayıp ağzını bantlayarak  çizmiş olduğum kaçış rotasını izleyerek planımı hayata geçirecektim. İlk kaçış planım olduğu için fena sayılmazdı. Eğer her şey yolunda giderse en ünlü aksiyon filmlerindeki kaçış senaryolarına taş bile çıkartabilirdim. Kalbim küt küt atıyorken sakin kalmanın yollarını arıyordum. Uslu görünmeye çalışıyordum, doktorumla hep olumlu ve umutlu konuşuyordum. Her şey iyiye gidiyordu. 

Gün geldi çattı. Gece 12’yi 5 geçiyordu. Koridorlar sessizdi. Bir tane personel gördüm ve onu gözüme kestirdim. Tam aradığım gibiydi, çelimsiz güçsüz görünüyordu. Kolayca alt edebilirdim. Yavaş yavaş benim odama yaklaşıyordu, hazırda beklemeye başladım. Elimde demir parçası vardı odama girer girmez kafasına yiyecekti.  Heyecanla beklerken sessizce yanımdan geldi geçti. Planımı mahvetmesine izin vermemeliydim.

-“Hey” diye seslendim. Döndü ve bana baktı:

-“Ne var?”

-“Ben kendimi kötü hissediyorum. Gelebilir misin?” 

-“Tamam geliyorum gir içeri.” Ben hemen geri çekildim ve sessizce beklemeye başladım. İçeri girince kapıyı kapatır kapatmaz demirle kafasına vurup bayılttım.  Hemen üzerindeki kıyafetleri çıkardım giydim bendekileri ona giydirdim. Ayılınca bağırmaması için ağzını bantladım. Ellerini ve ayaklarını bağlayıp sessizce odadan çıktım. Şansıma kimsecikler yoktu rahatlıkla kaçabilirdim. Yüzümü eşarpla kapatınca kimse tanıyamazdı. Öncelikle telefonumu bulup aldım.  Hastaneden çıkıp biraz ilerleyince köye çıkmaya karar verdim ama nasıl? Derken bir araba gördüm, onu çalsam fena olmazdı. Ama dürüst olacaktım, sahibi iyi birine benziyordu. Yanına gittim ve ricada bulundum. Bir kadın olduğu için güvenmek geldi içimden. 

Başıma gelen her şeyi anlattım olduğu gibi. Kadın bana inanınca çok mutlu oldum.

-“Vah kardeşim vah, seni ve dostlarını kurtaracağım. Ama bu geceyi benimle geçirmeni istiyorum canım. Yalnız yaşıyorum benimle kalır mısın bu gece?” diye sorunca sevinçle “Tabi ki” dedim. 

Yarım saat süren yolculuktan sonra ıssız bir kır gibi bir yere geldik. Çok ev yoktu civarda. Bu beni ürküttü biraz.

-“Şehir bu tarafa doğru büyüyor.” Deyip evin kapısını açtı.  Mutfağa geçip yemek yedikten sonra oturma odasına buyur etti beni.

-“Canım benim sen otur, ben mutfağı toplayıp geliyorum.” Dedi. 

10 dk. sonra yanıma geldi ve sohbete devam ettik. Telefonuna gelen bildirimler dikkatimi çekti. Çaktırmadan göz ucuyla baktım, telefonun ekranına gelen mesaj bildiriminde: “Konum at da arayayım hastaneyi.” Yazıyordu. Ama önemsemedim. 1saat sonra kapı çaldı:

-“Hay Allah, bu da nesi? Geliyorum canım.” Deyip kapıya yönelmesiyle benim jeton düştü. İçerdeki seslere kulak verdim ayağa kalkıp:

-“Nerde o?” diye soruyordu bir erkek sesi.

-“İçerde oturuyor buyrun geçin.” Diye cevaplıyordu kadın. Ben masanın üzerindeki arabanın anahtarını aldım ve ilk gördüğüm pencereden atlayıp arabaya bindim ve gazladım. Artık nereye olursa olsundu! Tekrar deliler yurduna dönemezdim. Lanet kadın beni fena kandırmıştı, onun melek yüzüne aldanmıştım. Bana kimse inanmıyordu ve bu beni kahrediyordu. 

Arabada kadına ait cüzdan ve yüklü miktarda banknot vardı. Resmen kurtarıcım olmuşlardı. Trabzon merkeze girmeden Maçka kavşağına döndüm ve bir benzin istasyonunda arabanın benzin deposunu doldurdum ve yola devam ettim.  Zigana dağına vardığımda saat epey ilerlemişti. Arabayı durdurdum ve etrafı kolaçan etmeye başladım. Derken birisi cama vurdu:

-“Merhaba Hanfendi.”

Artık başıma gelen onca şeyden sonra şaşırmadım ve cama vuran kadınla sohbet etmeye başladık. Tesadüf odur ki bir grup olarak Van’dan Van gölü canavarı için gelmişlerdi. Arkeolog ekip de Van Gölü Canavarının ne kadar önemli olduğunu vurguluyordu. 

-“Van Gölü Canavarının şuan Çayırbağı köyünde Kızıl dere ırmağında bekletildiğini öğrendik.  Ne yapacağımızı kara kara düşünürken siz çıktınız karşıma.” Dedi ekibin lideri Ahmet Bey.

-“Kızıldere Irmağında olduğunu nerden öğrendiniz?”

-“Facebook’ta birisi paylaşmıştı, köyde olan biten her şeyi duyuruyor. Fotoğraflarla birlikte paylaşım yaptı.”

-“Ben orayı biliyorum. Gidelim kurtaralım Van Gölü Canavarımızı!”

-“Hemen olmaz durun, önce sağlam bir tezgâh kurmalıyız. Van Gölü Canavarını sadece sizin köydekiler değil, Van’dan gelen canavar avcıları da koruyor. Van Gölü Canavarı Anadolu toprakları için çok önem arz ediyor. Öldürülmeden kurtarmamız gerekir. Biz 15 kişiyiz seninle beraber 16 kişi olduk, bunu başarabiliriz.” 

-“İnşallah.” 

Sabaha karşı köydeydik. Dağları dolaşa dolaşa varmıştık köye dikkat çekmeden. 

Profesörün planı şöyleydi: 

-“Van Gölü canavarını evinde tutan kişiyle konuşup yüklü miktarda para vadedecektik, karşılığında Van Gölü Canavarını Amerikalı Bilim adamlarına vermesini sağlayacaktık. Sonra da Kaçacaktık.” 

-“Amerikalı bilim adamı da ben olacağım, yanımda 3 asistan olacak. Sen görünmeyeceksin tabi ki. Helikopteri ayarladık arabayla helikopterin yanına gideceğiz Sonra ver elini Van Gölü. ”dedi. 

-“Hiç de ekşın yok” dedim.

-“Evladım daha ne ekşını arıyorsun?  Başına gelmeyen kalmamış doymadın mı ekşına?” deyince hepimiz güldük. 

Saat sabah 7’ye gelince bizimkiler adamın kapısını çaldı. 

*** 

1 saat sonra Van Gölü Canavarıyla koşa koşa geldiler. Van Gölü canavarı beni tanımıştı. Sarıldık ağlaştık.

-“Hepinize teşekkür ederim! Ama çocuğumu da kurtarın ne olur!” demesiyle hareket ettik.  

-“Ulan Van Gölü canavarı.”dedim sırtına vurdum. 

-“Senin yüzünden başıma gelmeyen kalmadı Allah’ın cezası. Konuştuğunu söylediğimde kimseler inanmadı bana. Tımarhaneye kapattılar beni.” Deyince bir kahkaha tufanı koptu.  Çok geçmeden helikoptere bindik saatler sonra Van Gölündeydik. Van Gölü Canavarının bize minnet dolu bakışlarını unutamıyorum, gözleri doluydu.

-“Size bir hayat borçluyum. ”demesiyle gölden sesler geldi. Van Gölü Canavarının yavrusu çıkmıştı gölden.

-“Baba!” 

-“Evladım! Yavrum! Deyip uzun uzun sarıldıktan sonra beraberce suya daldılar. Suyun oluşturduğu şekil bir kalpti. Bize bu şekilde teşekkür ve veda etmişti. Hepimiz ağlıyorduk.

Telefonumun çalmasıyla kendime geldim. Arayan beni şok etmişti. Serap’tı.

-“Alo?”

-“Ayşegül, Nerdesin?”

-“Asıl sen nerdesin len? Yaşıyor musunuz?” 

-“Evet. İhehe. Evde yoksun.”

-“Bekleyin bir yere ayrılmayın. Geleyim de görün.”

-“Gel kız Çal mağarası maceramız yarıda kaldıydı.”

-“Gösterecem size çal mağarasını bekleyin hele.” 


-“Hocam, sizde bir değnek vardı değil mi?”

-“Tabi, buyrun. Keyifle kullan.” 

Bu değnek hayallerime dokunmuştu, köye dönünce kızlara da dokunacaktı.