“Sizi gidi sizi” 

Badem bıyıklı, dini bütün, vatanperver, kutsal görev adamı eğitim müsteşarı Beytullah Bey bir yandan konuşup bir yandan iştahla ısmarlanan kebabını yiyordu.


“Pişmiş domates biberi az koymuşlar, bilmiyorlar kuzum bu işi, sorsan herkes usta”


Adana kebabıyla kuzu ciğerini lavaşla dürüm yaparken, yanında getirdiği solcu gazeteye göz gezdirdi.

“Şu yazdıklarına bak, ulan komünist özentileri, ulan anarşist vatan hainleri, aile terbiyesi almamışlar ki serseriler, milliyetçi muhafazakâr ailenin elinde yetişselerdi böylemi olurlardı kuzum? Bütün suç ailelerinde canım, ha bide bu gâvur ecnebi komünist ajanlar var ya, memleketimizdeki mekteplere talebe kılığıyla sızıp gençlerimize anarşiyi özendiriyorlar. Değil mi Ahmet Bey?”

Başucunda ayakta bekleyen Defterdarlık dairesi tahsildarı Ahmet Bey; zayıf, sıska, yarı kel, kaytan bıyıklı, yirmi beş yıllık hizmet süresini tamamlayıp emekliye ayrılmasına dokuz ay kalmış, az konuşan, sakin, mülayim bir adamdı.

Müsteşar beyin küçük bakır sürahiden yayık ayranını içip badem bıyıklarını elinin tersiyle silip geğirmesini bekledikten sonra;

“Valla ne yaparsınız, gençler kanları hızlı akıyor, bazen isyankâr oluyorlar beyim”

Sigarasını yakarken, Ahmet beye ince kurnaz bir bakış attıktan sonra;
“Olur mu efendim? Bizde genç olduk. Başımız önde, imam hatipten eve, evden mektebe. Hocamıza, devletimize bir yanlışımız oldu mu? Tahsilimizi tamamladık, sabrettik, mevki makam sahibi olduk hamdolsun.”

Ahmet Bey; müsteşarın lafı nereye getireceğini, biliyordu. Zaman kazanmak ve muhabbeti yumuşatmak için.

“Çay içer misiniz beyim? Bu dairenin çayı meşhurdur. Tavşan kanı mübarek.”

“İçelim bakalım. Tek şekerli olsun. Eh Ahmet Bey ayakta kalma geç otur. Senin çocuklar nasıllar? Tahsilleri nasıl gidiyor?”

“İyidir beyim. İkisininde dersleri iyi. Kız iki, oğlan son sınıfta. Bu sene mezun olacak inşallah.”

“Aynı okuldalar değil mi?”
“Evet, beyim, Türk eğitimdeler”
Çaycı çayları servis ederken bir süre suskunluk oldu.

Ahmet beyin içine bir sıkıntı düştü.

Müsteşar içinden bir sonraki konuşacağı kelimeleri planlar gibi bir süre çay bardağına bakıp karıştırdıktan sonra;
“Mezun olacak diyorsun da, senin oğlan akıllı durmuyor. Yine olaylara karışmış. Rektörlükten yazı geldi. Kaç kere uyarmışlar dinlememiş. Geçen cuma anarşist öğrencilerle rektörlüğü basmışlar. Polis müdahale etmiş. Nedir beyim senin oğlanın alıp veremediği? Baktım burs da alıyormuş. Daha ne istiyor? Derdi ne bunun? Sen baba olarak kulağını çekip konuşmuyor musun?”

“Konuşuyorum konuşmasına da beyim, beni dinlemiyor. Parasız eğitim, eşitlik, gösteri hakkı, düşünce özgürlüğü, falan filan diyor.”

“Bak sende anlıyormuşsun bu işlerden demek ki Ahmet Bey. Anlamasan bunları tekrarlarmısın? Sende destekliyorsun oğlanın düşüncelerini galiba”

“Yok, zinhar ben anlamam o işlerden beyim. Yirmi beş yıllık memurluk hayatımda hiç kimseye saygısızlığım, disiplinsizliğim olmadı. Çocuklarımı da elimden geldiği kadar iyi yetiştirdim”

“Biliyorum cancazım. Seni az buçuk tanırım. Dini bütün bir kardeşimizsin. Memurluk geçmişinde bir gün bile rapor almamışsın. Yıllık izinlerinde bile gidip geliyormuşsun. Devletine milletine verdiğin hizmetlere minnettarız. Yoksa buraya gelmez, Rektörlüğün ricasını kabul eder, oğlunun okuldan uzaklaştırılmasını onaylardık. Ama ben ne yapıyorum? Koskoca eğitim müsteşarı, buraya ayağına gelip, durumu düzeltmeniz için mesai harcıyorum. Bu çocuk kime çekmiş. Konuş aklını başına alsın. Bak mezuniyetine de az kalmış. Yakmasın kendini. Bende bir yere kadar idare edebilirim. Benimde üstüm var değil mi? Emir yüksek yerden gelirse kurtuluş olmaz. Aileden biri mi kışkırtıyor bunu? Hanım ne işle meşgul?”

“Ev hanımı beyim. Eskiden tekstilde çalışırdı. Çocuklar olunca bıraktı. Ailede senin düşündüğün gibi biri yok beyim. Amcaları, dayıları işinde gücünde. Kız kardeşi de aynı okulda hiç bu işlere karışmaz. Sürekli ders çalışır.”

“Kızın iyiymiş, çalışkanmış maşallah. Öyle olması lazım, bu memleket herkese okuma fırsatı veriyor beyim. Okursan, diplomanı alırsan, yüce devletimiz gün gelir sana iş kapısını da açar Hamdolsun. Ama gelgelelim senin oğlan anarşist, komünistlere uymuş kerata. Yok, Sovyet komünizmi, Fransız devrimi, yok Lenin, Mao, yok eşitlik, adalet, yok düşünce özgürlüğü, bak ecnebi özentileri gençlerimizi ne hallere getiriyor. Vatanına, milletine, ümmetine, saygı sevgi gösteren herkese bu memleket ekmek verir kuzum.”

Badem bıyıklı, dini bütün, vatanperver, kutsal görev adamı ve ümmet şaheseri Müsteşar Beytullah bey, üç bardak çayın üçüncüsünün bardağının dibindeki son kalan çayı höpürdetip içtikten sonra; ayağa kalkıpAhmet beyin silkeleyip omzuna tuttuğu ceketini giydi.

“Neyse sözü fazla uzatıpta senin devlete vereceğin mesaiyi meşgul etmek istemem. Oğlanla son kez konuş, aklını başına toplasın, eğitimini yakmasın. Fişlenirse hiçbir okul onu kabul etmez. Emekleri boşa gider. Benim yapabileceğim bu kadar. Senin hatırına elimden geleni yapıyorum. Arada sen olmasan, eski muhabbetimiz olmasa çoktan uzaklaştırma emrini imzalamıştım. Zaman kaybetmeden hemen bu akşam rektörlüğe bir özür dilekçesi yazsın. Olaylara karışmayacağına söz versin. Akıllı olup derslerine çalışsın. Yoksa benden günah gider. O saat üç olmuş. Hadi eyvallah. Daha denetleyeceğim yerler var.”

“Ayağınıza sağlık müsteşar bey, ben oğlanla bir kere daha konuşurum. Her zaman beklerim. Saygılar hürmetler efendim. Güle güle.”

Ahmet Bey müsteşarı uğurladıktan sonra; daktilonun başında bir süre düşündü ve oğlu adına rektörlüğe verilmek üzere bir dilekçe yazdı.
“Pek muhterem Sayın; Türk eğitim üniversitesi rektörlüğüne;”
Rektörlüğünüzün şahsıma uzaklaştırma amacıyla soruşturma açtığını öğrenmiş bulunmaktayım. Bu sebeple saygın rektörlük kurumunuza ve okulunuza karşı, sorumsuz ve saygısızca davrandığım ve bazı kendini bilmez anarşist grupların etkisi altında kalıp, üniversitenizin bazı kanun ve kurallarıyla ilgili, olumsuz gösteri ve eleştirilere katıldığım için son derece pişmanım. Anamın ve babamın telkin ve nasihatlerinden sonra çok düşündüm. Eğer okuldan uzaklaştırılırsam onların üzülüp kahrolacağını biliyorum. Son sınıfta olmam sebebiyle, tahsilimin yarım kalmasını hiç arzu etmediğimi bildirerek,
Bundan sonra kendimi sadece derslerime ve eğitimime adayıp. Bu tür olaylardan uzak duracağıma söz veririm. Yüce rektörlük makamına saygılarımla.
Yılmaz aksu.
İmza: (………………)

Ahmet Bey dilekçeyi yazıp, mesaisi bittikten sonra evine gitti.

Karısı kapıyı açınca moralinin bozuk olduğunu anladı.

“Ne oldu bey yüzünden düşen bin parça”

“Yok, bir şey, Yılmaz geldi mi?”

“Daha gelmedi. Ne oldu hayırdır”

“Fatma?”

“Odasında, ders çalışıyor.”

Akşam yemeğini yerlerken Yılmaz geldi. Yılmaz; yirmi beş yaşlarında, uzun boylu, kirli sakallı, kumral, oldukça iri, yakışıklı bir delikanlıydı. Çocukluğundan beri annesini babasını hep dinler, karşılık vermez, ama sonunda kendi bildiğini yapardı. İnatçı bir yapıya sahipti. Babası oğlunun bu huyunu bildiği için dilekçeyi kendisi yazmıştı. Ama şimdi bunu oğluna nasıl imzalatacaktı. Mutlaka imzalatması gerekiyordu. Bunun için her yolu deneyecekti. Yıllarca dairede dirsek çürütmüş, yememiş yedirmiş, içmemiş içirmiş, iki çocuğunu okutmak için eşiyle birlikte her türlü fedakârlığı yapmıştı. Emeklerinin boşa gitmesini istemiyordu.
Yemekte konuyla ilgili bir şey konuşmadı. Yılmaz odasına çekilince, iki çay doldurup, dilekçeyle birlikte odasına girdi. Karşısına oturdu.
Baba şefkati taşıyan samimi bir ses tonuyla;

“Nasılsın aslan oğlum? Okul nasıl, Dersler nasıl gidiyor? “

“İyi baba bir yaramazlık yok. Gidip geliyoruz işte“

Yılmaz evde okuluyla ilgili konuşmayı sevmezdi, hep kısa keserdi. Babası ne zaman böyle lafa girse, sonunda bir nasihat, bir sitem geleceğini biliyordu.

Oğlunun nabzını yoklayıp, konuşmak için uygun zaman olduğunu hisseden emektar Ahmet bey;

“Bu gün daireye eğitim müsteşarı Beytullah Bey geldi. Ezelden tanırım. Seninle ilgili konuştuk. Okulda bazı olumsuz şeyler olmuş. Rektörlük müsteşarlığa yazı yazmış. Senin ve bazı arkadaşlarının okullarından uzaklaştırılmanı istiyorlarmış. Koskoca müsteşar ayağıma kadar geldi. Rektörlüğe özür dilekçesi yazsın. Affedecekler, akıllı olsun, eğitimine devam etsin dedi.”

“Ya öylemi dedi müsteşar bey? Ne suç işlemişimde af dileyecekmişim?”

“Rektörle konuşmuşlar oğlum. İnat etme. Bak ben senin yerine dilekçeyi yazdım. Hadi imzala da bu iş uzamasın. Emeklerimiz boşa gitmesin. Ben sizi bir memur maaşıyla böyle işlere bulaşın diye mi okuttum. Babanı üzme, hadi imzala canım oğlum. Bak hakkımı helal etmem.”

Yılmaz dilekçeyi okurken yüzü sinirden kıpkırmızı oldu. Babasını çok seviyordu. Üzülmesini istemiyordu. Onun bu güne kadar evlatları için ne çileler çektiğini biliyordu. Hepsine bizzat şahit olmuştu.

“Tamam baba. Sen üzülme. İmzalar yarın teslim ederim.”

“Aslan oğlum, ha şöyle akıllı ol. Bu işlerin sonu yok oğlum. Herkes yerinde kalır, kimseye bir şey olmaz. Sonunda olan sana olur.“

Ahmet Bey içinde derin bir rahatlamayla televizyonun karşısına geçip, haberleri izlemeye koyuldu.

Yılmaz babasının yazdığı dilekçeye bakıp bakıp güldü. Bu gülüşte mutluluk yoktu. Umut yoktu. Hayal yoktu. Özlem yoktu. Çaresizlik ve isyan vardı. Sinirinden ve acısından gülüyordu.
Birden içindeki ateş tutuştu, alev aldı, yangın oldu, büyüdü. İsyankârlığı ve direnci gözlerine yansıdı. Babasının eline hüzün ve şefkatle tutuşturduğu müsveddeyi buruşturup çöpe attı. Yeni bir dilekçe yazdı.

“Türk eğitim üniversitesi rektörlüğüne;”
Şahsıma açmış olduğunuz soruşturmadan ve şikâyet ettiğiniz devletimizin müsteşarının babamla konuştuğundan yeni haberim oldu. Koskoca müsteşarın neden babamın görev yaptığı daireye gittiğine bir anlam veremedim. Babamı bu işe karıştırmanız, bu ülkenin gençlerinin farklı düşüncelerine önem vermediğinizin, saygı duymadığınızın, fikirlerini önemsemediğinizin apaçık göstergesidir. Oysa gelip benimle konuşulsaydı; saygıdeğer devlet büyüğümüze; samimi bir şekilde yönetiminizle ilgili dertlerimizi, sorunlarımızı anlatabilirdik. Mesela; çok değerli memleketimizin, çok değerli zatına; neden okulunuzda stant açamadığımızı? Neden bazı kültürel ve sanatsal etkinliklerimize izin vermediğinizi? Neden sizin tekdüze dünya görüşünüze ve düşüncenize aykırı, dergi, çıkarıp, dağıtamadığımızı? Neden gerici, yobaz, faşist, ümmetçi cemaat, tarikat ve grupların her türlü etkinliklerine izin veripte, bizlere vermediğinizi? Neden bizim fikirlerimize saygı göstermediğinizi sorabilirdik. Ama soramadık. Çünkü devletimiz sağ olsun; Hiçbir zaman bizim görüş ve düşüncemize saygısı ve tahammülü olmadı. Ve bundan sonra da olmayacak gibi görünüyor. Yönetiminizle, devletimizle, hükümemizle ilgili en ufak eleştiride bile hemen “Komünist, Anarşist, vatan haini “damgası yapıştırıyorsunuz. Bizler; sizler gibi düşünmek ve yaşamak zorunda mıyız? Aykırı fikirlere neden bu kadar tahammülsüzsünüz? Devlete sırtını dayayıp, Yüksek makamlarınızda oturup, yüksek maaşlarınızı alıp, döner sermayeden nemalanıp, yazlıklarınızda, villalarınızda yaşayıp, lüks arabalarınıza binip, rahat koltuklarınızdan konuşmak elbette kolaydır. Zor olan bizim yaptığımız gibi kısıtlı ve zor imkanlarla haksızlıklara, sorumsuzluklara, eşitsizliklere karşı savaşmaktır. Sizinde ders notlarımdan görmüş olduğunuz gibi başarılı tahsilimi tehlikeye atıp, babamı ve annemi üzmek pahasına bu haklı mücadeleme devam edeceğimi, sizlerin tehditlerinizden de zerre kadar korkmadığımı ve bir santim dahi geri adım atmayacağımı arz ederim.
Türk eğitim üniversitesi, öğrencisi: Yılmaz Aksu.
İmza: (yılmazaksu)

Sonra nemi oldu? Sonrasını zaten biliyorsunuz…

(Serdal göçmen) 2018