Yenilmez bir ordu gibi dizilmiş aydağların eteklerinde, incebel yolunda bir toz bulutu yükseliyordu. Toprak yol az serin çam ormanına girince toz bulutu dağıldı. Güneş tepede bağdaş kurmuş ovayı kavuruyordu. İki yanı gür çamlarla çevrili dar orman yolunda sarı efe akkara kısrağını dörtnala koşturuyordu. Sekiz on kilometre geride daha büyük bir toz bulutu yükseliyordu. Sarı efe peşindeki tüfekli beş atlıdan kaçıyordu. 

Beş atlının biri Harun ağa, bıyıkları yeni terlemiş ağanın küçük oğlu Hasan, ağanın sağ kolu, has adamı Mehmet çavuş ve adamları Sait ile Bekir'di. Onlarda atlarını çatlatırcasına koşturuyorlardı.
Sarı efe; orman yoluna girince azıcık serinledi. Atı da kendisi de yorgunluktan ve susuzluktan perişan haldeydi. Kuşluk vaktinden beri kaçıyorlardı.

Sarı efe; Yirmili yaşların ortalarında, saçları altın sarısı, kısa boylu, kirli sarı sakallı, kalın sarı kaşlı, kalın boyunlu, geniş omuzlu, çevik biriydi. İyi güreşirdi. Bu yörede nice yiğitlerin belini yere getirmişti. Kaçmaya alışkındı. Ezelden de jandarmalardan defalarca kaçıp dağlara sığınmıştı. Onu hep ağası kurtarmıştı. Ama şimdi durum farklıydı. Jandarmalara dağlarda izini kaybettirebilirdi ama Harun ağa vazgeçmezdi. İyi iz süren adamları vardı. Ağayı iyi tanıyordu. Bir zamanlar fedailiğini yapmıştı. Cesur, atak, becerikli, kavgadan kaçmayan sadık adamıydı. Ağa ne görev verse sorgusuz yapardı. Ağası için adam vurmuş, haraç toplamış, iz sürmüş, avrat kaldırmıştı. Ağa onu sever, oğullarından ayırt etmezdi. Şimdi babası gibi bildiği ve sevdiği ağanın can düşmanıydı.

Harun ağa; Elli beş atmış yaşlarında, esmer, uzun gür sakallı, gür kıvırcık saçlı, orta boylu, iri yapılı, ikisi kuma üç karısı, ikisi erkek altı çocuğu olan, buraların en büyük toprak ağasıydı. Koskocaman çiftliği vardı. Çiftliğinde otuza yakın insan yaşıyordu. Gaddar ve acımasız olmasına rağmen, her yerde sözü geçerdi. Seveni az düşmanı çoktu. Cesur ve gözü pekliğiyle nam salmıştı. Gençken vurmuş, vurulmuş, mahpus yatmıştı. Herkes korkuyla karışık saygı duyardı. Dağdaki eşkıyadan, bayırdaki yiğit efelerden, kasabadaki kaymakamdan, karakoldaki jandarmadan tut, her yere eli kolu yetişirdi. Ataları da ağaydı. Bu ellerde ağalık soydan gelirdi.

...Burnundan sıcak buhar bulutları üfleyen Kısrak, sıcaktan çatlamak üzereyken akan derenin ıslattığı otların kokusunu aldı. Şaha kalkıp kişnedi. Efe dizginlerini gevşetti. Kulağını dikip, kişneyerek efeyi sırtından attı. Yol ağzından yokuş aşağı dereye indi. Başını suya sokup kana kana içti. Efe berbat haldeydi. Atından düşüp, yokuş aşağı yuvarlanmış, her yanı yara bere içinde kalmıştı. Dereye doğru yuvarlanırken, bacağına sivri bir kıymık girmiş kemiğe dayanmıştı, Kötü yaralanmıştı. Kıymığı büyük bir acıyla çıkardı. Kirli gömleğini bacağına sıkıca sardı. Bereket kanaması bir süre sonra durdu. Sürünerek dereye vardı. Berrak akan soğuk suyun içine yattı. Serinleyip kendine geldi. Zihni açıldı.

Hava kavurucu sıcaktı. Yaprak kıpırdamıyor, çam ağaçları güneşten emanet aldıkları rutubeti dışarı üfleyip havayı daha nemli ve dayanılmaz hale getiriyorlardı. Kısrak suya doymuyor arada nefes alıp kişneyip tekrar içiyordu. Efe peşindekileri düşündü. Bir an önce toparlanıp, kaçmalıydı. Burada yakalanmaya, niyeti yoktu. Ölmek istemiyordu, Daha yaşayacak yılları, görecek günleri vardı. Bir süre dinlendikten sonra toparlandı. Yaralı sağ bacağı fena sızlıyordu. Yuları çekti. Kısrak huysuzlandı, gitmek istemedi. Sert bir kırbaç vurdu. At çaresiz boyun eğdi. İzini kaybettirmek için bir süre engin derenin içinden gittikten sonra, karşı kıyıdan, üstteki yola çıktı. Arkasındakilerle arasındaki mesafenin daraldığını biliyordu. Kaçmak zorundaydı. Ters yöne geçmişti. İzini biraz olsun kaybettireceğini düşündü. Su iz bırakmazdı.

Bir kaç saat kadar daha at sürdükten sonra, hava yavaş yavaş karardı. Yaz güneşi kendini usulca sakladı. Arayı epeyce açmış olmalıydı. Aydağların eteklerinde kaya dibinde küçük bir yarık gördü. Burada bir kaç saat dinlenecek sonra kaçmaya devam edecekti. Gelen olursa tetikte olsun diye atını uzağa, yol ağzına bağladı. O kadar yorulmuştu ki bacağının acısına rağmen, kucağında tüfeğiyle çalı çırpının üstünde derin uykuya daldı.

Şafak vakti yüzünde patlayan sert ve acımasız tekmeyle acı içinde uyandı. Gözlerini açtığında Mehmet çavuşla adamları tüfeklerini üzerine doğrultmuş. Başında avını yakalayıp sahibini bekleyen av köpekleri gibi dizilmişlerdi. Oysa biraz uyuyup, dinlenip uyanacaktı. Uyanamamıştı. İşte şimdi yanmıştı. Derin uykudan uyanıp tüfeğine davranamamıştı. Katli vacipti. Kendini en acı ölüme hazırladı.

Çaresizce;

-Etme çavuş kıyma bana, doymadım genç ömrüme, sen benim bubam gibisin, ağam gelmeden bırak gideyim.

-Onu ağanın oğlunu vurmadan önce düşünecektin kavat, şimdi ölümlerden ölüm beğen Sarı Efe, yolun sonuna geldin. Nereye kadar kaçacadın? Seni bulamaz mıyım sandın? Buraları avcumun içi gibi bilirim. Benden eyi iz süren vaamı len ovada?

Bir süre sonra Harun ağayla küçük oğlu da geldi. At sırtında bitkin düşmüşlerdi. Ağa Efeyi görünce kanlanan gözleri fal taşı gibi büyüdü. Hışımla atından inip;

-Ulen soysuz köpek, ulan kahpe kancık, sen benim oğlumu nasıl vurursun len?

Elindeki kırbaçla yerde yatan efeye sertçe vurmaya başladı. Efe birkaç kırbaç darbesinden sonra artık acı hissetmiyordu. Her yanı uyuşmuştu. Ağa yorulup kan ter içinde kalıncaya kadar, efeyi kırbaçladı. Efe hiç konuşmadı, konuşmak istemedi. Acıdan ve yorgunluktan bayılmıştı. Bir süre uzakta bekleyen Hasan; Elinde doldurduğu kırma tüfeğiyle gelerek;

-Buba gurban olam, izin ver, ağamın öcünü alayım, vurayım şu kahpeyi, gayri yaşamak haram bu dürzüye.

Ağa; 

-Dur hele uyansın, hıncımı almadan vurmayın iti, kolay ölüm yok bu dürzüye.

Yediler, içtiler, dinlendiler, Sarı Efe uyanınca, Ağa;

-Bağlayın dürzüyü, çiftliğe götürecez, daha yapacağım var bu soysuza. Kolay ölüm yok buna, ciğerimi yaktı gavat, inim inim inletecem soysuzu.

Efeyi bağlayıp, atına yükleyip, yola koyuldular. Akşama doğru çiftlik yolunda jandarma yol kesmişti. Yamaçtan inerken, uzaktan jandarmaları gören Ağa;

-Siz onu orman yolundan gizliden çiftliğe götürün. Jandarma görmesin. Elimden kimse almasın o iti.
Bir süre jandarmalarla sohbet eden ağa, çiftliğe geldi. Efeyi ahırdaki direğe bağlamışlardı. 
Efe; Ağanın oğlunu vurduğu anı hatırladı. Yaşıt olmalarına ve aynı çiftlikte büyümelerine rağmen, ezelden beri araları kötüydü. Hiç geçinemezlerdi. Babasının efeyi çok sevmesinden dolayı, efeyi çok kıskanıyordu. Bir kaç kere atışıp kavga etmişlerdi ama işlerin bu noktaya geleceğini kim bilebilirdi. O uğursuz gün, tüfekle üstüne gelmişti. Efe'nin çiftlikten kovulmasının sebebi de oydu. Sonra aynı kıza tutulmuşlardı. Kız Efe'yi seviyordu. Efe'ye zarar gelmesin diye ikisine de yar olmamış, gözü yaşlı yaban ellere gelin gitmişti. Bu olaydan sonra sürekli birbirlerini suçlamış, can düşmanı olmuşlardı. Ağa bunların hepsini bildiği halde doğal olarak oğlundan yana çıkmış, sarı efeyi çiftlikten kovmuştu. Bu olaydan bir süre sonra efe çiftliğe gelmişti. Harun ağa ve adamları çiftlikte yokken. Hüseyin'le karşılaşmış, yine atışıp dalaşmışlar, kavga büyüyünce efe tüfekle üstüne gelen Hüseyin’den önce davranıp onu vurmuş, arkasına bakmadan kaçmıştı.

Cesur ve yiğit sarı Efe, yılarca malları beslediği, tomruk ve yem, odun yüklediği, çatısını tamir ettiği, geniş ahırın direğine bağlı, uçurumun kıyısında, ölümü bekliyordu.

Bir kaç atın ayak sesi, küçük ağanın vurulmasından sonra az yenilip az konuşulan çiftlikte bir anda sesleri, çoğalttı. Kadın ve erkek sesleri birbirine sarıldı.

Harun ağa belinde tabancasıyla tek başına ahıra geldi. Yaralı efeye baktı. Mikrop kapıp, iltihaptan şişen bacağını gördü, bacağın durumu çok kötüydü. Efenin umurunda değildi. Nasıl olsa ölecekti.

Ağa; 

-Ulen kahpe, seni öz oğullarımdan ayırmadım, seni tumansız, bubandan alıp, besledim, sahip çıktım, has adamım bildim, kaç kere jandarmaların elinden aldım. Cevabın bu muydu len?

Sarı Efe başını yerden kaldırmadan, acı dolu ses tonuyla;

-Ağam bende seni bubam bilip saydım, sana heç hıyanet etmedim, senin oğlan başlattı her şeyi, önce o davrandı tüfeğine, ben gendimi, kolladım. Güçüklükden beri ondan iyi at sürdüğümden, kama salladığımdan, tüfek attığımdan, güreştiğimden; benim ilen dalaşır, kıskanırdı. Sevdiğim kızı, sırf inadından bana yar etmedi. Gözü yaşlı ellere getti. Lakin bütün bunlara rağmen, inan ki vurmak istemedim ağam. O başlattı. Ben vurmasam o beni vuracadı.

-Keşke vuraydı len, gettiğinden beri ne çiftliğe gelip durursun, ne gelirsin ikide bir, bilmez misin Hüseyin senle dalaşır. Ben seni niye kovdum bilmez misin?

-Ağam çocukluğum burda geçti. Burayı çok seviyom. Napem, ağaçlarda, çiçeklerde, mallarda, toprağında emeğim va özlüyom.

-Yeter gayri bu gader sohbet, sen dua et'te oğlum kurtulsun.

Efe'nin gözleri açıldı, ruhu aydınlandı, ağrıları azaldı.

-Ölmemiş mi ağam? Çok şükür Rabbime.

-He ölmemiş gomada diyola, gardaşı, anası, herkes yanında. Şindi bende gediyom. Dua et ölmesin. Sen de mezarını kazarsın.

-Güle güle, şükürler olsun, inşallah iyileşir ağam.

Ağa gidince hizmetli Ayşe bacı gizlice efeye yiyecek içecek getirdi. Ayşe bacı Mehmet çavuşun avradıydı. Orta yaşlı, kısa boylu, tombul bir kadındı. Çocuğu olmamıştı, efeyi oğlu gibi severdi. Ağzına börek uzattı. Efe'nin bir şey yiyecek, durumu yoktu. Bacının elinden su ile ayran içti. Hüseyin ölmesin diye Rabbine dualar edip, yalvarıp durdu.

Sabah Ayşe bacı Efe'ye sıcak süt getirdi. Küçük Ağa’nın komadan çıktığını, durumunun iyiye gittiğini haber almıştı. Efeye sevinç ve heyecanla anlattı. Sarı efe rabbine şükürler etti. Bir an için, açlığını, susuzluğunu, ağrılarını, sancılarını ve yorgunluğunu, unuttu.

Akşamüstü ağa çiftliğe geldi. Oğlu iyileşmeden Efe'yi çözmemelerini, sadece su verip, yemek vermemelerini, ellerinden kaçırmamalarını emretti. 

Ayşe bacı ahıra su götürme, süt sağma bahanesiyle koynuna yiyecek sokup efeye gizli, gizli yediriyordu. Efe beş gündür burada perişan ve bitkin bir halde direğe bağlı oturuyordu. Bacağı su toplayıp şişmiş pantolona sığmıyordu.

Ayşe bacı; Sundurmada usul usul nargile içip, kara kara düşünen ağanın sedir ağacından sehpasına, bakır semaveri koyduktan ve demli ve karanfilli kaçak çayını doldurduktan sonra;

-Ağam, kızmazsan bir diyeceğim var.

-De hele bacım hayırdır?

-Halil Efe'nin bacağı fena şişmiş, su toplamış. Doktora varmazsa kangren olcak. Günahtır, yazıktır, onca emeği var üstümüzde.

-Benim koç gibi oğluma yazık değil mi bacım. Benim oğlum iyileşmeden heç karışmayacaksınız! Ölürse ‘de ölsün bacı.

Üç gün sonra, öğlen vakti Ağa oğlunu kasabadaki hastaneden çiftliğe getirdi. Küçük ağa; Az yürüyüp, Yiyip içip konuşabiliyordu, karnındaki yara iyileşiyordu. Akşam küçük ağayı kontrol için kasabadan doktor geldi. Efe'yi çözüp, ahırda samanların üstüne yatırmışlardı.
Doktor; efenin şişmiş ve su toplamış bacağına da baktı.
-Kötü mikrop kapmış, erken teşhis edilmemiş, o yüzden ilaç tedavisi çözüm olmayabilir gibi görünüyor, Acilen kasabaya götürmemiz gerek, bacağı kesmemiz gerekebilir.

Ağa; Efe'nin kasabadaki hastaneye götürülmesine izin vermedi. Doktora ne yapacaksa burada yapmasını söyledi.

Doktor; iki saat sonra kasabadan başka bir Doktor ve ameliyat malzemeleri ile geldi. Çavuşun evinde; uzun ve hararetli tartışmalardan sonra; Efe'nin bacağını dizin bir karış üstünden kesip alıp gittiler.

Efe; İki gün sonra kendine geldi. Kesilen bacağına bakmadı. Bakmak istemedi. Üç gün daha yattıktan sonra kalktı. Ayşe bacının kendisi için yaptırdığı koltuk değneklerini aldı. Elini yüzünü yıkadı. Giyindi. Atını hazırladı.
Ağa'nın huzuruna vardı.

Ağa sundurmada oturmuş, nargile içiyordu. Eksik bacaklı Efeyi görünce hiç tepki vermedi, görmezlikten geldi, istifini bozmadı.

-Ağam Hüseyin nasıl iyileşti mi biraz?

-Düzeliyor, düzeliyor, seni görmesin sen yol al gayri.

-Ben'de vedalaşmaya geldim ağam, gidiyom gayri, oğlunun bedelini ödedim Bacağımı verdim. Yine ’de affet beni ağam, hakkını helal et te sılama gidem.

-Benden yana helal olsun, de get gayri.

-Eyvallah ağam sağlıcakla.

Sarı Efe; tek bacağıyla atına binemedi. Yardım edip bindirdiler.
Güneşin yavaş yavaş batışı gibi kesik bacağının gölgesinden uzaklaşan Sarı Efe'nin lakabı o günden sonra Eksik Efe oldu.

Yazan: Serdal Göçmen