ÖMER
Bir orman köyünün orta halli sakinin oğludur: Öksüz Ömer. Ağacı
bol, gürgen, palamut, ceviz, çam, yarpuz kokulu maki bitkisinin bolca olduğu
küçük bir köyde yaşamaktadır.
Köyün ortasından bir dere akar ve tam yerleşim yerinde ikiye
ayrılır. Ömer’in babasının evi, bu derenin hemen yanı başında yüksekçe bir
yerde kuruludur.
Ömer çocuklarını aslında o köye hiç götürmemişti. Çünkü kuş
uçmaz, kervan geçmez bir yerleşim yeriydi. Hep uçurum kenarlarından uzanıyordu
bu köyün yolları. Arabası da vilayete sabah gelip akşam gidiyordu. Ömer
hikayesini oğluna hep gözyaşları içinde anlatırdı. Ömer’in oğlunun ismi
Ufuk'tu. Ömer’in oğlu Ufuk 9-10 yaşlarındaydı.
Ömer işten eve geldiğinde oğlunu kucaklayıp dizlerine
oturtur, ‘’Bunları yaz oğlum Ufuk derdi.’’
Ve başlardı hayat hikayesini anlatmaya. Hem ağlar hem anlatırdı, baba
Ömer. Gözyaşlarına küçük oğlu Ufuk’ta dayanamaz eşlik ederdi. Annesi de bu
duruma çok sinirlenir dayanamazdı. Sonra başlardı, babasının gelmişine
geçmişine oğlu Ufuk’u neden ağlattığına söylenir, dururdu.
Küçük Ömer iki veya üç yaşlarında annesini kaybetmiş, öksüz
kalmıştı. Ömer’in babası Ali Dede çocuklu olan dul biriyle evlenmişti. Babasının birkaç
hanımı olmuş hepsi de ölmüştü. Ömer de bir anadan bir babadan doğan tek evlattı.
Yani, hanımından kalan tek çocuğuydu. Yeni evlendiğinde üvey oğlu Kemal
anasının arkasından gelmişti. Babası yoktu. Ömer’den büyüktü.
Ömer hep kötülüklerle dolu yaşamını hatırlıyordu çocukluğundan
kalan. Çünkü hiç iyi günü olmamıştı baba ocağında. Ömer binbir güçlüklerle nasıl büyüdüğünü
hatırlamadan 5-6 yaşına gelmişti. Artık az da olsa işlerden anlamaya
başlamıştı. Kemal abisiyle artık dağa oduna gider, evin ve akrabalarının mallarına
çobanlık yapmaya başlamıştı. Gücünün
yettiği işlerde çalışmaya koyuluyordu. O çok küçük bedeniyle her işe yetişmeye
çalışıyordu. Okul da yoktu ki köyde ; okula gitsindi.
Yine böyle bir gün
hayvan otlatmadan geldiklerinde; çok acıkmış abisiyle beraber evde de
yiyecek yemek bulamamışlardı. Bu arada sürülerinin içinde amcasının ve
komşularının hayvanlarını da otlatıyorlardı. Evde yemek bulamayınca; çağrılmaları
üzerine komşu eve gitmişlerdi yemek yemeye. Komşu kadında bulgur çorbası (ayranla
bulgur karışımı çorba) pişirmiş, sofra hazırlamıştı. Çocuklar yemeklerini
yemiş, karınlarını doyurmuştu. Tam
kalkacak iken Ömer’in analığı, Kemal’in anası üzerlerine gelmişti. Hışımla
girmişti odaya. ‘’Vay efendim! Siz neden yemek yiyorsunuz burada?’’ Diye. İyice bir bunları dövmüştü.
Yetmemişti demek ki; kulaklarından tutup eve getirmişti. Aynı çorbadan hemen
kendi de yapmıştı, hem de koca bir tencere.
Oturtmuştu her ikisini de sofranın başına ‘’İlla da
yiyeceksiniz.’’Demişti.
Kemal, anasının sıkıntılarına dayanamamış biraz yiyip kalkmıştı. 1-2 yumruk darbesiyle kurtulmuştu dayaktan. Ama vay bizim Öksüz Ömer bi'çare sofraya oturduğu andan itibaren hem dayak yemiş hem yemek. Nasıl mı? Artık yalvarıyormuş ‘’yiyemiyorum.’’ Diye, analık ya ‘’Yiyeceksin! Olmaz mutlaka yiyeceksin. Bu tenceredeki çorba bitecek." Diyormuş. Üvey ağabeyi Kemal yalvarıyordu. ‘’Artık yeter ana, vurma! Bu çocuk nasıl bitirsin, bu kadar çorbayı? ‘’ Diyordu. O çorba Öksüz Ömer’in ağzından, burnundan gelinceye kadar işkenceyle yemesini sağlamıştı o dayak. Bu işkenceyi öz oğlu bile durduramamıştı.
Kim bilir? Yaşı ya beşti, ya da altı. Ana öz olmayınca el
kadar çocuk oluyordu, koca bir adam.
İşte böyle bir çocuktu, Ömer.
Üstü başı perma perişan soğuktan vücudunu koruyacak bir
kazağı bile yoktu. Kış ayı Ömer ile ağabeyi hayvanların peşinde koşuyor, ormanda hayvanları yemletiyordu. Hava o kadar sert ki; kar bastıracak sanki. Rüzgar buz
gibi esiyor, hava kararıyor, hayvanlar dağılmış Küçük Öksüz Ömer hangisine yetişecek şaşıyordu. O taraf senin,
bu taraf benim hayvanlar kaçışıyordu. Hayvan olmalarına rağmen onlar da
anlıyordu havanın dehşetini ve korunacak yer arıyorlardı sanki. Küçük Ömer
hayvanlarını toplayıp bir an önce eve dönmek istiyordu fakat nafile, hayvanları
kaybetmişti ormanda ve korkuyordu.
Hayvanlarını merak eden amcası, hayvanlarına çoban tuttuğu Öksüz
Ömer’in peşine düşmüştü. Hayvanların her biri bir yere kaçmış,
dağılmış ve Ömer hayvanları toparlayamamıştı. Başına gelecekleri tahmin ederek
saklanmıştı. Bunları üvey ağabeyi gözyaşları içinde korkusundan susarak gözlemliyor, Ömer’e yapılacakları çözmeye çalışıyordu. Küçük Öksüz Ömer’i amcası saklandığı
yerde bulmuştu sonunda. Çocuk tir tir
titriyor ama nafile onun korkusunu soran yoktu? Adam tutturmuş ‘’Hayvanlarım
nerede, neden toplayıp getiremedin?’’ Derdindeydi.
Ömer’in amcasının elinde kırılmaz bir sopa bir de odun
tahrası vardı. Ömer’in üzerine üzerine yürüyordu; ‘’Seni öldüreyim mi? Hayvanlarım
nerede? Çabuk topla getir.’’ Diyordu.
Küçük Ömer önde, amcası arkasında elinde tahra ve koca kırılmaz bir sopa ile dağ başında Ömer’i kovalayıp duruyordu.
Küçük Ömer, anasının ölümünden sonra el alemin çobanı olmuştu.
O kadar korkmuştu ki; üşümeyi bile
unutmuş, kendini kurtaracak bir yer arıyordu. Amcadan kaçarken bir de baktı ki eve dar düşmüş. Olayı üvey anasına anlatamaz, babasına hele hiç anlatamaz. Çünkü bir de onlardan dayak yeme korkusu vardı. Evine bile giremedi.
Havanın güzel olduğu günlerde kerpiç ve taş karışımı örülü çamur sıvalı evin arkasına dere
yamaçlarından, ormandan toplayıp getirdiği ‘’Hartlap’’ dediği ağacın dallarını üst üste koyup biriktirmişti. Kışın sobada yakılması için. İşte
onların arasına girdi, Küçük Ömer. Orada
üç gün üç gece kaldı. Korkudan ne açlık geldi aklına ne de susuzluk. Yeter ki
dövmesinlerdi onu sövmesinlerdi ona.
‘’Çavdarın Gediği’’ dediği yer zor bir geçitti. Hele de kış aylarında fırtına, ayaz, kar, boran zamanı. Bunun yanında bir de çığ felaketi vardı. Yanında da yabani hayvanlar düşünülürse insanların durumu ne kötüydü. Çünkü hayvanları burada kaybetmişti Ömer. Amcası ve diğer hayvan sahipleri de daha bulamamıştı hayvanları üstüne üstlük Ömer de ortalıkta yoktu hala. Ömer’i merak eden de yoktu aslında. Hayvanlarını düşünmekteydi herkes.
Kar yağıp hava durulunca hayvanlar
eve gelmişti kendiliğinden. Küçük Öksüz Ömer de çıkmıştı saklandığı
yerden. Ama çilesi bitmemişti, daha. Hesabına
düşen dayağı yiyecekti. Hem amcadan, hem babadan, hem de üvey anadan.
Bu arada Adana’da yaşayan teyze oğlu Vedat, ziyarete gelmişti. O da yeni yetişip gelen genç bir delikanlıydı. Fakat olaya bizzat şahit olmuştu. Ne de olsa kan çekiyordu, teyzesinin biricik oğluydu Küçük Ömer. Yapılanlara karşı Vedat'ın yüreği acıdı Küçük Ömer’e. Amcasının ve babasının ellerinden Küçük Ömer'i almak istedi fakat vermediler. Teyze oğlu Küçük Ömer’e yapılanları affetmedi ve Ömer’i kaçırdı, baba ocağından.
Vedat, yaşadığı şehre Ömer’i de teyzesinin yanına getirdi. Teyzesinin eşi genç yaşta vefat etmişti.
Kendi oğluna ve Küçük Ömer’e hem ana hem de baba olup koruyup kolladı. Vedat adında abisi vardı artık Küçük Ömer’in.
Ömer 7-8 yaşına gelmişti. Köy çocuğuydu, becerikliydi. Verilen işi gücü yettiği kadar yapabiliyordu. Teyzesinin hiçbir geliri yoktu. İkisini de okutamazdı. Mehmet abisinin de bir mesleği yoktu. Teyzesi, Küçük Ömer’in meslek sahibi olmasını istiyordu ve bunu bir köşker yanına çırak verdi. Ustası Küçük Ömer’e çok iyi davranıyor ve O’nu sahipleniyordu.Yaşı küçük olmasına rağmen geleceğini de düşünerek sosyal güvencesini yaptırmıştı. Ömer’in bunlardan haberi yoktu. Yıllarca da olmayacaktı. Ta ki emekli oluncaya kadar.
Velhasıl çok uzun
yıllar önce, uzak bir dağ köyünden gelip yerleşmişti bu kente. İmkansızlığın
yoksul yokuşlarını yıllarca tırmandı, Küçük Ömer. Zaman zaman elleri, zaman zaman yüreği kanadı. Tırnaklarıyla
tutunduğu bu hayatta kimsesizdi. Onu yaşamaktan ya da yaşamdan hiçbir şey
koparamadı.
Yıllar yıllar sonra Küçük Ömer genç yaşta evlenmiş çol çocuk sahibi
olmuştu. Öksüz Ömer yuva kurmuştu. Ömer’in babası ve üvey annesi Küçük Ömer’i
bulabilmek için bir köye çoban bile durmuştu. Yıllarca o köyün büyük baş
hayvanlarını otlatmışlardı.
Bu arada Ömer bir toptancı yanında terzi olmuştu. Yaptığı
işte çok beğenilen bir ustaydı artık. ‘’Ömer Usta."
Yıllar sonra babası ve analığı bitap bir şekilde bir gün iş
yerini bulmuşlar ve bulunduğu iş yerine gelmişlerdi. Ömer’i sordular ve görmek istediler.
Velhasıl Ömer çıkagelir hoş beş edip hasretlik
giderildikten sonra Ömer bunların aç olduğunu anlar ve ikramda bulunur. Açlıklarını giderdikten sonra üvey anne dedi ki, "Ey oğul ben zamanın
birinde sana böyle kötülük yapmıştım hakkını bana helal eder misin?" diye sordu. Bunun üzerine Ömer önce kızardı, sonra sarardı. Sanki o koca adam ağlayacak gibiydi. Birdenbire
ayağa kalkıp babasının ve analığının ellerinden öptü, ortaya muhteşem bir
manzara çıktı.
SON
Emeğine yüreğine sağlık Melek hanım tebrikler kutluyorum günün yazısını ve yazarını
Teşekkür ederim Murat Bey. Saygı ve selamlarımla
"ÖMER" başlıklı yazımı günün altın yazısı olarak gündeme alan Edebiyatyolu yönetimine teşekkür ederim. Saygı ve selamlarımla