Herşey fani̇
Hiç toplumu yok gibi? Anasının
gözbebeği. ‘’Cemil’im dedi mi? ‘’ Bir kaç tane Cemil birden çıkıyor
ağzından. Cemil dışarıya çok iyi biri herkesler sayıp seviyor, saygı
gösteriyor. Kendi akrabalarına misafir olduğunda da aynı ilgi ve alakayı
görüyor. Hatta daha fazlasını diyebiliriz.
Yeğenlerini severken o kadar haşin
davranışlar sergiliyor ki! Çocuklar ne sevildiğini ne de yerildiğini anlamakta
çok zorlanıyorlar. Neden sorularını duymak güç değil? Çünkü, çocukları
kulağından kerpetenle yanına ya da yakınına çekerek getirecek
kadar, soyut davranışlar sergiliyor. Çocuk ise çaresiz, endişeli ve
ağlayan gözlerle çevresinde kendini bu deli adamın elinden kurtaracak kimseleri
aramakla meşgul. Kulağındaki acının farkında bile değil. Herhangi bir kimseye
misafir olduğunda
ilk
yapacağı iş küçüklere el öptürmek olurdu. O kadar titizdi ki elini de
öyle salya sümük öptürmezdi. Temiz öpene de elini öptürmesiyle çekmesi bir
olurdu. Pisliği hiç sevmez, üzerine toz kondurmazdı. Oturacağı
sandalyeyi, kolunu koyacağı masayı saatlerce silinmesini bekler hatta
‘’şurasını burasını da temiz sil diye ikazlarda bulunurdu, silen kişiye.
Evine girdiğinde ilk işi ayakkabılarını
çıkarıp güzelce siler dolaba koyardı. Evinden çıkarken de aynı titizlikle
dolaptan sildiği ayakkabısını alır aynı işlemi yaparak defalarca silerek
giyer , dışarı çıkardı. Kıyafetlerine de aynı derecede titizdi. Elbise
fırçası mutlaka elinin altında olacaktı. Elbiselerini giydikten önce ya
da sonra mutlaka fırçasını kullanır. Özellikle de bunu yaparken eşinin
yardımını isterdi. Gözünden kaçırdığı bir toz lekesinin olup olmadığını hissetmemek
için.
Arabasına binerken de aynı titizliği
devam ederdi. Tıpkı bir evin içine giriyormuş gibi. Başta ayakkabılarına
bakardı. Tozlu topraklı ise mutlaka temizler binerdi. Park yapacağı yere
çok dikkat eder, park yerini özellikle seçerdi.
Ara sıra çocukluğunu geçirdiği köye gider, hasret giderirdi. Köyünde bir ağabeyi bir de garip bacısı vardı. İhtiyar babasına bakan anası yıllar önce vefat etmiş. Bin bir zorlukla ‘’baba ocağının kapısı kapanmasın’’ diyerek getirdiklerdi bacılarını.
Köye
vardığı zaman bacısından ilk isteyeceği tavuk yemeğiydi bir de
‘’tırşık’’ yemeğini çok severdi. Tavuk yemeğini de mutlaka bulgur pilavıyla ve
yufka ekmekle isterdi. Öğretmen olduğu için genellikle hafta
tatillerinde ya da resmi tatillerde gelmek nasip olurdu. Gelmeden
evvel varsa eğer görev yaptığı yerin portakal bahçesinden ya da
gitmişlerse karısının memleketinde taşlı kayalı yöreplerinden
tırşık pancarı da toplar getirirdi, bacısına. Eniştesi bu pancarı çok güzel
kıyıyordu. (Bıçakla doğramak). Öbür işlerinde olduğu gibi bu tırşık pancarı
yemeğinin de çok büyük doğranmışını sevmiyordu. İnce kıyılmışını çok severek
içiyordu. Bacısı da bu yemeğin ekşitilerek yapıldığı için ekşimesini güzel
yapıyordu.
İşlerinde gösterdiği tüm titizliğini tüm
yemeklerinde de gösterirdi. Ne olursa olsun tırşık pancarı yemeğini
kaynatılmış olarak sıcak sıcak içmeyi seviyordu. Ağzına alınca, dilinin ya da
boğazının yandığı hiç umurunda değildi. Yemek masası, yazın mutlaka
bahçeye hazırlanır, gözleri önünde oturacağı masa da sandalye de mutlaka
defalarca kendi kontrolünde silinirdi. Yer fıstığını da çok severdi. Hem
kavrulmuşunu sever hem de çiğ olarak tüketirdi. Anlayacağınız tam köy çocuğuydu. Her sözü küfürlüydü ama yabancılara ya da hoşlaşmadıklarına karşı.
Televizyonda herhangi bir program izlese sanırsınız karşısında biri var da sohbet ediyor gibiydi. Hoşuna gitmeyenlere de
ver yansın hiddetlenirdi. Bir gülüşü vardı ki hiç anlaşılmazdı bu gülüş yürekten mi yoksa kendini zorlamak mı dersiniz. Kaba bir gülüş, bu. ‘’Ha, ha, ha!.’’ Deyip
geçer gibi.
Evet, iki çocuğu var. Ama kendi de bir çocuk öyle olunca evde üç tane çocuk var gibi eşine göre. Her seferinde toplumda
ya da sakin ortamlar da en ufak bir konuda kalbini kırdığı eşinin bebekler gibi
baktığı kocası Cemil Bey. Çocukluğundaki gibi anasının cicilemesini eşinden de bekleyen
bu koca adam, birden büyüyüveriyor, kırıyordu karısının kalbini her seferinde. O ise gayet alttan
alıyor, işi bozuntuya vermiyordu. Eşi oldukça sabır göstererek kırıkları tamir etmeye, dökülenleri
toplamaya özen gösteriyordu.
Karısına zorba mı zorba bir adamdı bu Cemil Bey. Ama nasıl oluyordu da bu adam dışarı da bu kadar sevilebiliyordu acaba? İnsan merak etmeden de edemiyordu.
Cemil Beyin çocukları büyüdükçe köye gelmeleri de azalır
oldu. Köyde, hasta cenaze ya da düğün davetiyesi almadıkça gelmiyordu artık.
Ara sıra çok özlem duyduğu zamanlarda köye gelir olmuştu. Çocukları
üniversiteye başlayınca aralıklar daha da azaldı. Hele de bacısının yanına hiç
uğramaz oldu. Gelirse abisinin yanına geliyor, görecekleri kimseleri
görüp gidiyordu artık. Yatıya da kalmıyordu eskisi gibi. Önceleri çocukları
küçükken ne kadar da çok kalırdı, oysa. Bilinmez belki de bacısına
kırgınlıkları vardı. Babasının evine ‘’anneleri ölünce kapımız kapanmasın’’
diyerek zorla getirdikleri bacısını kirada oturtmamak istememeleri değildi
elbet amaçları. Anneleri ölünce, babaları kimsesiz kalmasındı kaygıları. Yıllar geçmişti bu olaylar yaşanalı…
Şimdilerde bazı tadsız olaylar gündeme gelir oluyordu. Ama esas mesele şimdilerde çıkıyordu ortaya. Bir gün yine Cemil Bey sağlıklığı yerinde iken yine bir
ziyaretinde topluca otururlarken garip bacısı gardaşına şöyle demişti. ‘’Yahu,
gardaşım takım komşularıyla baş edemez oldum. Takımı hep beri beri iteliyorlar,
müdahale edince de kavga çıkarıyorlar. Önayak olsanız da şu bahçeyi
mirasçılarına verseniz ben de şu kenar köşeye evimi yapsam, bu bekçilikten kurtulsam.’Diye söz etmişti. İşte o oldu. Ondan sonra Cemil Bey bacısıyla ilişkilerini
sıfırladı. Ama kadın haklıydı. Tamam kendinin başına vuran, ne ekip
biçiyorsun? diyen de yoktu. Ama yine de mirastı işte.
Çocukları büyümüş, o da ele karışacak duruma
gelmişti, artık. Gardaşı bunu kabul etmemişti. Üstelik kendisinin gösterdiği
bahçe kenarına da ‘’Oraya ben ev yaptıracağım" Diyerek de itiraz
etmişti. İşte bu olaydan sonra canı ciğeri gardaşı, onu ziyaret etmez
olmuştu. Buna ne kadar canı sıkılsa, içerlese de ‘’Canı sağ olsun!’’
demekten öteye geçemiyordu. Çocukluk, gençlik anılarını hatırladıkça da
kahroluyordu, bacısı. Sonra için için yanıyordu. Çünkü o kadar güzel ve
seviyeli bir bağlılıkları vardı ki ancak şahit olmak gerekirdi.
Cemil Beyi bacısı ve anası elin tarlalarından
topladıkları başakla okutmuşlardı. O günlerin rezillikleri aklına geldikçe de
kaldıramıyordu bu durumu, kahroluyordu için için.
Çalışmak için yaz, kış demezler ırgatlık
yaparlardı. "Aman oğlumuz okusun aman gardaşım okusun diye dur durak
bilmezlerdi, Cemil Bey için. Cemil Beyi de bir gün götürmezlerdi tarlaya, yanlarında.
Yani evde bir dediği iki olmayan bir delikanlıydı,
bu adam. Kendisinin okuyup bir meslek sahibi olmasından başka hiçbir seçenek
sunulmayandı Cemil Bey. İşte bu yüzdendi, şımarıklığı. Bir ikincisi de çok sevilmesiydi, elbette. Ters tepki mi yaptı ne? Acep bilinmez ya da iki gardaş olmalarından mıydı? Neden kaynaklanıyordu
acaba birbirine bağlılıkları.
Bacısını kasıp kavuranda bu kadar çok sevmiş olmasıydı, kardeşini. Bazen yüreğine tak dediği şeyler vardı elbet, işte o zaman ‘’elimden baktığım helal hoş olsun ama miras hakkımı helal etmem’’ derdi, içi kan ağlayarak. Aralarında bir soğukluk vardı, adı konmamış.
En büyük ağabeysi sessiz sakin hiç kimsenin fikirlerine müdahale etmeyen ancak kendi
fikirlerini icrata geçiren ( isterse o da) bir adamdı. İşlerine hiç kimseyi
karıştırmazdı. Sessizliği onun koruma kalkanıydı sanki, bu yüzden hiç kimse
karşısında konuşamazdı.
Aradan günler, aylar, yıllar gelip geçiyordu böyle dargın, yürekler yorgun, diller suskundu. Bu nasıl kahırlı bir
hayattı. Ne kadar da bacı, gardaş dışarıya bildirmeseler de yüreklerindeki
bu sorunlu yorgunluğu yaşıyorlardı ikisi de.
Hayat bu, mutlaka bir şekilde birbirlerini
aradıklarını sunacaktı onlara.
Cemil Bey çok zaman hasta oluyor. Bacısına
duyurmuyorlardı. Birileri el altından söyleyecekti de duyacaktı. Diğer
akrabaları geçmiş olsunlarına hep habersiz gidiyorlar haber
vermiyorlardı. Bacısı olayların farkında olmasına rağmen hep tetikte
bekleyendi. Olayları gözlemliyordu. Kendisinin hiç arayanı soranı yoktu, buna
da kızıyordu. Oysa o da hastalanıyordu. Ameliyatlara giriyor, çıkıyordu. Bu
yüzden sürekli hastalığı artıyordu. Gardaşı; duysa dahi üstüne almıyor ‘’Bende
o kadar hastalıklar çektim, bacım beni hiç yoklamaya geldi mi ki?’’ Diyerek o
da kinleniyordu. Lakin bir gün gardaşı çok ciddi bir şekilde rahatsızlaşıp
yatağa düşünce öleceğinden korkan diğer akrabaları bacısını gelip kendi
arabalarıyla götürdü, gardaşının yanına.
Gittiğinde Cemil Beyin eşi görümcesini
mütevazı bir şekilde yine aynı saygı, sevgi çerçevesinde güler yüzle karşıladı.
Cemil Bey yatak odasında yatıyor, kimseyle görüştürülmüyordu.
Doktoru Cemil Beyi bu şartla göndermişti evine.
Cemil Beyin bacısı başka bir odaya alınarak
hoş beş edildi, hal hatır soruldu. Bu arada Cemil Bey hakkında eşi görümcesine hastalığı konusunda bilgi verdi. Cemil Bey de yatak odasında uyuyordu ve
uyanması beklenildi. Uyanınca bacısı yanına vardı. Gardaşı Cemil, öylece
yatıyor hiç konuşamıyordu. Vücut dili bir şeyler söylemekteydi. Bacısı
elini uzattı, yatakta gardaşının elinden tuttu. Elleriyle onun ellerini
avuçlarına sardı, tıpkı küçüklüklerindeki gibi. İkisinin de gözleri,
birbirlerinin gözbebeklerinin içine bakıyordu. Şimdi sadece ikisinin de vücut
dilleri konuşuyor ve suskundular. Oda da ikisinden başka kimse
yoktu. Oda çok sakin ve sessizdi. Elleri şimdi ablasının avuçları içinde ve
ikisinin gözleri de birbirinin gözeri içinde, Cemil Beyin o pamuk elleri de. İkisinin
de gözleri sessizce yaşarıyor, ikisi de birbirinden gözyaşlarını saklayamıyordu. Her
ikisinin kirpiklerinin ucundan tıpır tıpır yaşlar dökülüyordu. Bir müddet
böylece kalan bacısı sonraları biraz biraz teselli konuşmalarıyla kasvetli
ortamı dağıtmaya çalıştı. Biraz da eski gençlik yıllarından anlatarak moral
vermeye çalışıyordu. Epey böyle devam ettikten sonra ziyaretini
‘’ben tekrar gelirim, gardaşım’’ diyerek sonlandırdı. Gardaşını öylece
yatakta çaresiz bir şekilde görmek onu da bedbaht etmişti. Olan dermanı da
kesilmişti. Buruk bir vaziyette vedalaşarak dönecekti evine.
Oğlunu kızını birkaç yıl önce evermiş olan Cemil Bey, şimdilerde hep onların yanına giderek zamanını geçiriyordu. Hastalığı da tetkik altındaydı. Çocukları büyük illerde yaşadığı için tedavisini oralarda sürdürüyordu. Bacısı da sürekli hastaydı. Uzakta da olsa şimdi ara sıra telefonla arayıp soruyordu kardeşini.Ortam biraz yumuşamış gibiydi.
Cemil Bey kışın
çocukların da yazın da deniz kenarındaki yazlık evindeydi. Hem çocukları
da gelip kalıyorlardı yanında. Yazlık için bir yere gitmiyorlardı. Hepsi Cemil Beyin yazlığında toplanıyorlardı. Bu da Cemil Beyin çok hoşuna
gidiyordu, elbet. Lakin bir ayağı hep hastanedeydi. Bütün akrabalarıyla hep
irtibattaydı.
Bacısı yine çok az aranıp sorulanlardandı ama
hasetlik yok elbet. Bacısı elinden geldiğince arayıp sormakta,
gardaşını. Lakin çocukları ise ilgisiz. Küçüklükten gelen bir soğukluğu
yaşatıyorlardı yüreklerinde. Annelerine seslenemiyorlardı. Çünkü o Cemil
Beyin ablasıydı. Gardaşı vazgeçilmeziydi…
Çocukların bu davranışları yersizdi lakin
büyümüş de olsalar yaptıkları çocukluktu işte. Aslında ortada kötü bir niyet ya
da yapılmış kasıtlı bir şey yoktu. Dayılarının kendilerini
hep hakir görmelerinden şikâyetçi idiler sadece.
Bu adam kendi akrabalarının bir kısmına da
böyle değil miydi? Onun ki sadece duygusallıktandı. İlgi kuramamasından
kaynaklanan ben büyüğüm dayıyım demesinden kaynaklanıyordu. Ben, ben, ben hep ben! Düşüncesinden
kaynaklanıyordu. Onlar da çocuktu bunu anlamakta zorlanıyorlardı.
Yol gösterenleri de yoktu. Ana, baba cahildi. Yaşadıkça öğreneceklerdi
hayatı.
Cemil Bey’in hastalığı günden güne artıyor, o hastahane benim bu hastahane senin dolaştırılıyordu. Vefa dolu karısı Hep yanındaydı. Zamanında kendisine yaptığı kötülüklerin hiç önemi yoktu. Yeter ki; kocası tekrar sağlığına kavuşsun derdindeydi. Cemil Bey son zamanlarda bir felçlik geçirmişti. Daha sonraları elleri, ayakları titrek hale gelmiş diz kapaklarından ameliyat olmuştu. Derken, bazı vücut fonksiyonlarını iyiden iyiye kaybetmişti. Bu nedenle iyice yatağa bağımlı hale gelmişti. Daha sonra aklı da gidip gelmeye başlamıştı. Ama karısı kendine ne kadar iyiydi. Adeta onu bir bebek gibi besliyor, koruyor ve temizliyordu. Her türlü fedakârlığı hiç esirgemeden yapıyordu. Sanırsınız evinde elinin altında bir bebek vardı. Bu kadın, harikulade bir insandı. Böylece hastalığı tam bir buçuk, iki yıl sürdü Cemil Bey’in. Tüm zamanlarını uyuyarak tüketiyor olmuştu.
Bütün akrabaları, yeğenleri sık sık ziyaret
edemeseler de telefonla arıyorlardı. Sağlığını, sıhhatini
soruyorlardı. Bir zaman sonra Cemil Bey çok hastaydı ve hastaneye kaldırmışlardı.
Hastanede bir ay sürecek bir yoğun bakıma alınmıştı.
Hastalığı artınca, elleri ve ayaklarındaki titremeler daha da aktif hale gelir.
Bu yüzden o hiç kıyamadığı arabasını bir kazaya sebebiyet vermemek için eşi ve
çocukları Cemil Beyi bir şekilde arabanın satılmasına razı etmişlerdi. Buna çok
üzülmesine rağmen razı olmuştu o'da.
Dolmuşlar da, ticari taksiler de rezil olmamak
adına işlemiyor muydu sanki. Tutu koyduğu arabası yoktu artık. İstediği zamanlarda gezmek
için olsa bile arabasını yanı başında bulamayacaktı. Bir müddet ailecek
üzülseler de sonra bu duruma alışmışlardı karı koca. Bu ihtiyaçlarını başka
şekillerde tamamlamayı da öğreniyorlardı. Muhtaç değillerdi çok şükür ikisi de
memur emeklisiydiler , maaşları vardı.
Durumu iyice ağırlaşmıştı Cemil Beyin. Bir zaman sonra o
koskoca güzelim evinin içinde dahi gezinemez olmuştu, sadece tek
bir oda da bir kanepenin üzerinde gece gündüz uyumakla geçiriyordu
zamanını. Çünkü aldığı haplar sürekli uyumasına sebep oluyordu.
Bir gün acil bir şekilde hastaneye kaldırıldı. Hemen yoğun bakım odasına
alındı, üst üstte kalp kriz geçirdi fakat inatla yeniden yaşama döndü. Bütün
akrabaları günlerce yoğun bakım odasının önünde gözyaşı döküp, dua ederek
beklediler. Her gün bir seveni ziyaret saatlerinde yanında idi. Bazen umut
dolu bazen de umutsuzca çıkıyorlardı yoğun bakım odasından. Her zaman ki
gibi yeniden hayata sıkıca tutunacak hep beraber evlerine gidecekleri umudu
ile. Bu tüm akrabalar içinde ve bacısı Zehra içinde geçerliydi.
Zehra’nın kızı Nida annesinin gardaşını bir
kez yoğun bakım odasında da olsa görmesi gerektiğini annesinin beynine
yerleştirmişti. Belki de bu dünyada son canlı görüşün olabilir anne diyerek onu ikna etmişti. Böylece annesi de gardaşını yoğun bakım odasında son kez öylece aletlere bağlı upuzun yatarken görmüş oldu. Gardaşını o halde o oda da
öylece yatarken gören Zehra ana o anda afalladı, sendeledi, sersemledi. Ama kendini
bırakmadı, direncini koruyarak gardaşının yattığı ranzanın yanında dikildi
kaldı öylece. Gardaşını üzgün gözleriyle baştanbaşa süzdü.
Cemil Bey’in bilinci yerinde uyumuyor,
gözleri açıktı fakat hareket edemiyordu. Bacısı Zehra'yı, görünce hemen tanıdı.
Biraz öylece bakıştılar. Cemil Beyin gözlerinden iki damla yaş süzüldü.
Yanaklarından kayarak kulaklarına doğru aktı.
Zehra; gardaşının ellerini avuçları arasına
alarak, gözlerinin içine bakarak teselli etmeye çalıştı. Bu arada Zehra’nın
gözleri de yaşardı. Kirpiklerinin ucundan yanaklarına doğru gözyaşları süzüldü. Gözyaşları, sessiz ve umutsuzcaydı.
Cemil Bey hissediyordu sanki bacısı Zehra’nın
kendisini bu dünyadaki son görüşü olduğunu. Gözyaşları ikisinin de
coşmuştu bu arada. Bu olay birkaç dakika içinde cereyan etmişti aralarında aslında. Oysa
ne kadar uzun gelmişti onlara, bu iki dakika. Zehra anada hastaydı, zor
ayakta durabiliyordu. Daha fazla dayanamadı. Sendeledi, sersemledi sonra umutsuzca çıktı, yoğun bakım odasından. Yoğun bakım odasının kapısında bekleyen akrabaları
ise yalvaran gözlerle bir umutlu söz müjde beklemekteydiler.
Umutsuz dahi olsa umut yükleyerek söyledi
sözlerini Zehra ana kapıdakilere, iyi şükür. Birkaç gün daha geçti, böyle umutlu
umutsuz. Nihayet Cemil Bey hayata gözlerini yumdu.
Yoğun Bakım odasından canlı çıkamadı, sevenlerine sevinç olamadı, maalesef. Sevenleri helak oldular. Tam da torunlarını sevip hayatını yaşayacağı zamanda hayata gözlerini yummuştu. Tüm dostları evine toplanmıştı defin için.
O gün hava bulutluydu. Gökten
boşanırcasına yağmur yağıyordu. Toprak iyice çamurlaşmıştı zor kazılıyordu.
Kabri kazılırken çadır çekildi. Şimdi kendi bir tabutun
içinde ve bir beyaz kefene sarılı idi. Ortalık ise çamurdu.
O tozu toprağı evine, elbiselerine,
arabasına ve diğer eşyalarının üzerine hiç kondurmayan bu insan,
çamur deryası içinde kazılmış bir mezara konacaktı. Bunu düşündükçe gözyaşları
daha da coşan Zehra ana hıçkırarak ağlıyor kendine hâkim olamıyordu. Biz
insanız, faniyiz, her şey insanlar içindi oysa. Ne kadar tozu toprağı sevmesek
de topraktan geldik toprak olacaktık yine.
Cenaze için uzaktan yakından gelen misafirleri
o kadar çoktu ki Cemil Beyin öldüğüne inanamıyorlardı. Ne kadar da
üzülmüşlerdi duyunca. Daha duymayan arkadaşları bile vardı. Günlerce sevenleriyle
doldu taştı evi yas tutuldu, Kuranlar okundu ardından.
Yedi kırkından sonra; duvardan duvara genelde
kendinin kıyafetleriyle dolu olan gardırobundan dört elden boşaltılan
eşyaları, takım elbiseleri toplanıp büyük poşetlere yerleştirildi. Bir
yandan da ayakkabı dolabı boşaltılıyordu. Karısı iç çekiyordu bu arada ‘’bunca
kıyafet alma, ayakkabı alma’’ dediysem de dinletemedim. Sonrasında bana hak
verdi ‘’tamam bundan sonra almayacağım’’.Diyerek söz vermişti .’’ Şimdi hangisini giydi? Hepsi yepyeni, hele şu İstanbul’dan yeni aldığı spor
ayakkabısını hiç giymedi. Şunu giymedi, bunu giymedi.’’ Diyerek ovunuyordu.
Elbiseleri açıldıkça, Atatürk rozetleri
çıkıyor. ‘’Aman, Allah’ım! Bu adam, Atatürk’ü ne çok seviyormuş? Diye
düşündürüyordu orada bulunanları.
Oturma odasının başköşesinde Atatürk’ün
çerçevelenmiş resmi bulunmaktaydı. Köydeki evinde de öyleydi aslında, bacısı taşınana
kadar. Rengârenk takım elbiselerinde kullandığı yaka mendilleri, kravatları,
sade, çizgili, Ecevit şapkaları bunlarda rengârenk tıpkı takım elbiseleri,
kemerleri gibi. Bunların hepsi dört elden ayrılarak büyük büyük poşetlere hüzün
dolu bir şekilde yerleştirildi. Eşi tekrar söylenmeye başlıyordu.‘’Bu kadar çok
kıyafeti ne yapacaktın, Cemil Bey?’’ Diyerek gözyaşlarına hâkim
olamıyordu. Çok da haklı sanırım, elliye yakın takım elbise yerleştirilmişti
poşetlere. Yetmiş ya da yüze yakın kıyafet poşetlenmiş durumdaydı.
Çocukları ve yakın akrabaları da hatıra
olarak alıyorlardı eşyalarından bazılarını. Bir yakınının rüyası üzerine bir
poşet kıyafet daha hazırlanarak Peygamberler diyarı Şanlı Urfa’ya hediye olarak
gönderildi.
Arkadaşları ve yakın akrabaları yedi kırkında
tekrar bir araya gelip Yasini Şerif ve diğer surelerden okuyarak yâd ederek
ruhuna bağışladılar. Tam da üç ayların başlangıcı ve Peygamber Efendimizin
doğum günü yaklaşırken vefat etmişti.
İnsanoğlu ölünce unutulmuyor. Sadece öldükten
sonra ki yangın yavaş yavaş soğuyordu. Akıllarda kalan hatıralar hatırlanır
oluyordu gün geçtikçe. İşte yakınları, eşi, çocukları ve arkadaşları da
bunu yapmışlardı. Allah Rahmet Eylesin, yakınlarına Rabbim sabır versin. Demekle yetiniyordu dostları.
SON… Melek
avcı çoşkun
"Her Şey Fani" yazımı Günün seçkisi olarak gündeme alan EdebiyatYolu yönetimine tşk ederim. Saygı ve selamlarımla
Hikaye çok uzun tümünü bir seferde okumak zorluyor insanı, konusu güzel anlamlı, başarılı bir anlatım, keşke bölümlere ayırıp eklerseydiniz mutlaka herkes okurdu. Tebrik ederim gün seçkisini sevgilerimle...
Bölünmüş hiç birşeyi sevmiyorum adaşım. Güzel yorumun için çok tşk ederim. Saygı ve selamlarımla