Her birimiz bir şeyleri acı ya da tatlı bir şekilde yaşayarak tecrübe ederiz. Sabır bu tecrübeleri edinirken gündelik hayat içerisinde en çok ihtiyaç duyduğumuz kelimelerden biridir. Yeri gelir tahammül sınırlarımız zorlanır, canımız yanar ve "Yâ sabır!" der geçeriz. Yeri gelir müjdeli bir haber beklerken, heyecan içerisinde beklemekten bunalır ve gücümüz yettiğince kendimize sabrı telkin ederiz. Değer verdiklerimize sabır gösterir, "naz" etmiş oluruz. Değer ver(e)mediklerimize göstermeye çalışırız da bu sefer "tahammül" etmiş oluruz. Kırmamak için sabreder, susarız; kırılmamak için sabreder içimize atarız. Kısaca sabır; "duyguların kullanım ömrüdür." diyebiliriz.

        Bu kadar çok bilinen ve kullanılan bu kelimenin tarafımızca yeniden izahatına ihtiyaç var mıydı bilemiyoruz fakat, konuyu ayrıca biz de kendi lisanımızca "sabır", "ney" ve "aşk" ilişkisi içerisinde şöyle bir irdelemek istedik. Bu anlamda öncelikle kelimenin sözlük anlamına kısaca bir değinelim.

        Sabır kelimesi, dilimize, Arapçadaki "Sabr" (Tahammül, katlanma) kelimesinden aktarılmıştır. Türk Dil Kurumuna göre ise: "Acı, yoksulluk, haksızlık vb. üzücü durumlar karşısında ses çıkarmadan onların geçmesini bekleme erdemi, dayanç. / Olacak ya da gelecek bir şeyi telaş göstermeden bekleme." olarak ifade edilmiştir.

        Görüldüğü üzere bir anlamıyla da "erdem" olarak nitelendirilen sabrın esas karakteri, kişilerin kendi mizaçlarınca dayanabilme kapasiteleri ile de doğru orantılıdır. Eskiler: "Sabrın sonu selâmettir" diyerek bu erdemin gösterilebilmesi sonucunda insanın selamete (kurtuluş, güven içinde olma, esenlik) erebileceğini ifade etmişlerdir. Bu anlamda karşıt fikir olarak: "Sabırsızlığın sonu da nedâmettir (pişmanlıktır)" diyebilmek de mümkündür.

        Sabır, ayrıca bizler için bir hayat rehberi olan yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim'de de birçok ayette zikredilmiştir. Ra'd Suresi, 24. ayette: "Sabrettiğinize karşılık selam size. (Dünya) Yurdun(un) sonu ne güzel." diye buyrulmuştur.

        Bu girizgâha ilave olarak; bilindiği üzere, icra edilmesi en zorlu olan enstrümanlardan birisi de "ney"dir. Ney'in özellikle öğrenim aşaması oldukça sabır gerektirir. Aynı zamanda bu sabrı gösterebilmiş ve belirli bir aşamaya gelebilmiş neyzenler, içsel yapıları gereği bu kadim saza "aşk" ile "" diyerek üflerler. Biz de buraya kadar ana hatları ile değindiğimiz çalışmamızı biraz daha geliştirmek üzere "aşk" ve "ney" bağlamında detaylandırmak istiyoruz.

***

        Belki biraz iddialı olacak ama kanaat-i acîzâneye göre hayat bir bakıma "sabır"dan ibarettir. Daha doğrusu "hayat sabrın gereğidir" ya da bir başka ifadeyle; "sabır hayatın en büyük gerçeğidir" diyebiliriz.

        Vakti ile bir dostumuz Hac'ca gidip dönmüş ve dönüşünün ardından ziyaretine gittiğimizde bizimle şöyle küçük bir anekdot paylaşmıştı. Yeri gelmişken onu da buraya aktaralım: "Hacda tabii malum büyük bir kalabalık var. İzdiham var. İnsanların hepsi bir değil. Heyecanına yenik düşenler var, mîzâcı sert olanlar var. Nispeten daha mûnis yapıda olanlar var vs.... Biri gelir ayağına basar; biri gelir şöyle bir omuz atar. Durmadan itilir kakılır insan. Tabi tahmin edersiniz ki bazen buna tahammül etmek oldukça güç olur. Bir anda yüz ifadeleri değişir. O ana kadar ihlas ve vecd halinde olan hacı adayı, bir anda kızıp celallenebilir. Sonra istemeden hiddetine yenik düşüp biraz da etki/tepki gereği karşılık vermeye yeltenebilir. İşte tam o sırada bunu fark eden etrafındaki hacılar: "Sabır hacı! Sabır!" diyerek kendisine sabretmesi gerektiğini hatırlatan telkinde bulunurlar."

        İşte görüldüğü üzere insan huşû ve muhabbet üzereyken dahi bir anda tüm duyguları değişip hiddetlenebiliyor. Zaten hayat içerisine şöyle bir baktığımızda, hata yapan insanların çoğunlukla sabırsız davranıp da kendisini kaybedenler olduğunu görebiliriz.

***

        Yazımıza bu noktada şair Nâbi'nin bir beyti ile devam etmek uygun olacaktır. Nâbî bir berceste beytinde:

 "Bende yok sabr u sükûn, sende vefâdan zerre                                                             

   İki yoktan ne çıkar, fikredelim bir kerre."

 

"Bende sabır ve sakinlik kalmamıştır,sende de vefanın zerresi bile yoktur. Bu iki yokluktan ne çıkar bir düşünelim."

        Nâbî'nin bu beytini şerh etmek gerekirse: "" ve "" ekleri lügat manasıyla olumsuzluk belirttiği gibi aynı zamanda "yok" anlamında da kullanılmaktadır. "Tamam  / Nâ tamam  -  Tamam / Tamam değil" gibi... Şair Nâbî "iki yoktan ne çıkar" derken aslında kendi mahlasına atıfta bulunarak sevgiliye: "Bir düşün bakalım sen vefasızsın, ben ise sabırsız. Böyle bir sevgiden ancak yokluk doğar." Derken aslında kendisinin sevgiliye ne denli bağlı olduğunun izahatını yapmış olmakla birlikte, bir yandan da aşkın aslında "bir" olduğunu ifade etmek istemiştir. Ayrıca bunu bir bakıma "vahdet (birlik)" sırrının "kesret (çokluk)" ile anlaşılabilmesi olarak düşünebilmek de mümkündür. Zira aşkın yolu çok olsa da aslında menzili ancak "bir"dir. Ve insan bunun yani "bir"e varmanın adımlarını da ancak "hiç"likle atabilir. Bir başka deyişle insanın kendi nefsinin varlığını "bir" ile nötrleyebilmesi gerekmektedir. İşte bu da ancak insanın büyük bir sabır göstererek kendi nefsini alt edebilmesi ile mümkün olabilir.

        Aşk ve sabır hiçbir zaman birbirinden ayrılamayacak olan ikilidirler. Aşkın olduğu yerde özlem; özlemin olduğu yerde de gösterilen ya da gösterilmeye çalışılan sabırdan söz edilebilir. Aksini kim iddia edebilir ki? Ayrıca aşkın anlamı da ancak gösterilen sabrın mâhiyetinde gizlidir. Kays henüz aşkın sırrına vakıf olamamışken sabırsız davranıp kendisini kaybetti de halde halk içinde adı "Mecnûn"a çıktı. Mecnûn eğer "Leylâ"ya kavuşabilmiş olsa idi orada artık bir aşktan söz edilemeyecekti. Zira "aşkın ömrü vuslat gerçekleşene kadardır." Biz fakir arada bir bazen haddimizi aşarak Mecnûn için "mızmız âşık" tabirini kullanırız. Mum yandığı anda hiç bir ses çıkarmaz ve kendi kendine yanarak erir gider. Bize göre de aşk işte tam olarak böyledir. Mecnun’un kendisini bu denli dile düşürecek derecede paralamış olması, yaşadığı aşkın büyüklüğünü göstermiş olsa da aslında bunu her âşık gibi o da bir şekilde aşikâr edecekti. Mâlum ki "halden ancak hallice olanlar anlar". Hâlbuki gerçekte aşk; İbrahim Aleyhisselam gibi, ateşe atılırken sükûn halinde büyük bir sabır gösterebilmekle yaşanabilmiş demektir. Peki ya sizce günümüzde Mecnûn gibi bir âşık ya da Leylâ gibi bir mâşuk yok mudur?  Bize göre bunun cevabı kesinlikle evet olacaktır. Fakat bizim onları bilmiyor oluşumuz muhtemelen onların aşkı dile düşürmemiş olmalarından kaynaklanmaktadır.   

***

        Birçoğumuzun bildiği üzere "ney" bir ayrılık hikâyesini anlatmaktadır. Peki nedir bu hikâye? Bu noktada hemen Hz. Mevlânâ'nın Mesnevi-i Şerifi'nin ilk ilk beytini hatırlayalım.

“Bişnev in ney çün şikâyet mî küned,
Ez cüdâyîhâ hikâyet mî küned.”

“Dinle neyden, zîrâ o bir şeyler anlatmada,
Ayrılıklardan şikâyet etmededir.

        Bilindiği üzere ruhlar bedenlerden evvel yaratılmıştır. Bezm-i elest (Hak meclisi) denilen makam, aslında her birimizin gerçek "vatanıdır" Fakat sonrasında sırası gelen her bir ruh bir beden içerisinde dünyaya gelerek hayat bulmuşlar ve bulmaktadırlar. Bu anlamda bakıldığında bu dünya hayatı da her birimiz için birer "gurbet" yeridir. Bizler bilelim ya da bilmeyelim, şu alemde gerçek birer gurbetçiyizdir. Mâlum ki bir yerde gurbetten söz ediliyorsa, artık orada ayrılık da gerçeklemiş demektir. Gurbetlik aynı zamanda sılaya hasreti de ifade eder. Bilinir ki hasret olmadan da "sabır" var olamaz.

        Bizler kendi hayatlarımız içerisinde sürekli olarak gerçek vatanımıza kavuşma hayali ile yaşarken, ayrıca büyük de bir sabır göstermek zorunda kalırız. İşte tam da bu yüzdendir ki Hazreti Mevlânâ kendi ölümünü "şeb-i arus" (düğün gecesi / sevgiliye kavuşma) olarak adlandırmıştır. Evvelce dile düşen şu küçük beytimizi de buraya aktartalım:  

Dar-ı fenâ'yı nay gibi hâne-i hicran gördüm;

Dokuz boğum ilmek ilmek aşk-ı hakîkî ördüm.  

        Ney'in hikayesi de tam olarak böyledir. Ney kargısının kamışlıktan (neyistan) koparılması ile birlikte, artık onun için de bir gurbet hayatı başlamış demektir. Ustasının elinde bir ney enstrümanı haline getirilen bu kargı, içerisine nefes veren "neyzen"in nefesiyle bir ayrılık hikayesini anlatmaktadır. Bu yüzdendir ki her "ney"den sürekli olarak bir sızlanma ve feryad sesi duyulmaktadır.

        Yukarıda kısaca değindiğimiz üzere, icra edilmesi en zorlu olan sazlardan birinin de "ney" olduğundan bahsetmiştik. Gerçekten de bu kadim sazın öğrenilmesi büyük bir sabır ve özveri gerektirmektedir. Bu anlamda "ney" için "bir sabır enstrümanıdır" demek hiç de yersiz bir tarif olmayacaktır. Ney'in tekke içerisinde mânâ olarak yer bulmasının yanında ayrıca bu yönünü de es geçmemek gerekmektedir.

        Malum ki tasavvufta "nefis terbiyesi" vardır. Çünkü benliği alt edebilmenin en birinci yolu nefsi köreltmekten geçmektedir. Birer insan olarak bizlerin kendimize zararı dokunan bir çok zaafları vardır. Maalesef ki her birimiz bitmek tükenmek bilmeyen bu arzularımızın esiri olmaktan kurtulamamaktayız. Ayrıca her nefsin sınırsız bir kapasitesi vardır. Nefis verdikçe alır ve bir türlü doymak bilmez.

         İşte bizler nefsin bu arzularına ne kadar engel olabilirsek o kadar kendi gerçek iç sesimizi duyabiliriz. Böylece de kendimizi daha fazla tanıma fırsatı yakalayabiliriz. Malum ki "kendini bilen rabbini bilir" Bunu yapabilmenin yolu da yine büyük bir "sabır" ve "özveri" ile doymak bilmeyen nefsin arzularına karşı koyabilmekten geçmektedir.

        Bu noktada yeri gelmişken yine ney hocam Ömer Erdoğdular'ın derslerindeki sohbetinden bir alıntı yapmak istiyorum.

        "Tekkeye gelen nevniyaz neyzen adayı öyle hemencecik meşke kabul edilmeyip önce bir sabrı test edilirmiş. Bunun için de eline içerisi açılmış fakat perdeleri (notaların çıktığı delikler) açılmamış bir "şah ney"i tutuşturulur ve ona neyden "kaba rast" sesini çıkarması tembihlenirmiş. Tabi talebeden bu istenenin ne kadar zor bir etüt olduğunu neredeyse bütün neyzenler bilirler. Fakat ayrıca bu işe vakıf olmayanlar tarafından da biraz anlaşılabilmesi açısından örneklemek gerekirse: "Hiç yüzme bilmeyen birine en zorlu yüzme stili olan "kelebek stilinde" uzunca bir parkurda tur atması gerektiğini söylemek" gibi düşünülebilir.

        Tabi bu zorlu sınama ile birlikte kimi talebe bir kaç ay çalışır çabalar ve yapamayacağına kanaat getirdikten sonra "bu iş bana göre değil" diyerek çekip gider. Kimisi aylarca; hatta kimisi de yıllarca o sesi elde edene kadar aşk ve sabırla çalışırmış... En nihayetinde de nevniyaz neyzen, ancak kendisinden istenen sesi çıkarabildikten sonra tekkeye kabul edilir ve sonrasında da "ney"indeki tüm perdeler açılarak meşklere başlatılırmış.

        Yapılan bu sabır testi belki kimimize göre biraz acımasızca gibi görülebilir. Fakat bunun o talebeye kattığı maddi ve manevi melekeyi hesaba katacak olursak, aslında ne kadar yerinde olduğunu daha rahat kavrayabilmek mümkün olabilecektir. Tabi hocamız bunu anlattıktan sonra muzip bir gülümseme ile: "Bizler şimdilerde böyle yapıyor olsak, burada bir tane bile talebe kalmaz." diyerek de ilave diyordu.

        Buraya kadar yazdıklarımızı "sabırla" okuma lütfunda bulunduğunuz için her birinize ayrı ayrı teşekkür ederim. Son söz olarak da bir büyüğümden işittiğim şu sözü de sizlerle paylaşmak istiyorum: "Eskiler, "ney"in dili yoktur o yüzden söylediklerine vebal olmaz derlermiş." Biz de eğer sürçü lisan etmiş isek affola. Hatalarımız hakikate tevdi ola.

Selam saygı ve muhabbetlerimle.

Cemil Baştürk

28.11.2020