Aşk; yalnızlıktan, özlemden
beslenen bir şeydir. Hikâyeleri hep, yoksunluktan, eksiklikten, hasretten
beslenmiştir. Mutlu biten bir aşk hikâyesinin devamını yazmaz hiçbir yazar.
Acının, özlemin, çilenin bittiği yere kadardır asıl hikâye. Aşk; belki felsefik
belki de çağlar arası, önce tinsel sonra tensel bir yolculuktur. Mitolojik
çağdan gelen sevgi ve aşk, orta çağda kabuk değiştirip tinsel bir kisveye
bürünür. Ne mecazî ne beşerî; tüm
aşkların maddî boyutlara evrildiği, sevdadan geçme faslında bu aralar. Ama aslı
sevdadır ve hep öyle kalmalıdır beşeriyette. Aşk parayı, güzeli, yakışıklıyı
bulanda, yata, kata, araba markasına koşanda, tatil yaptıranda. Oysa sevda hala
yalın halde.
Bir
yerde okumuştum : “Genç kadınla, iki dakika önce birlikte olduğu sevgilisi
odadan çıkar çıkmaz, başlayan bir hava bombardımanından, bulundukları ev isabet
alır ve delikanlının gittiği yer çöker. O korkunç anda, genç kadın, yaşadığı
çaresizlik karşısında, aslında pek de inanmadığı Tanrıya sığınır, dizlerinin
üstüne çöküp yalvarmaya başlar. “İnandır beni” der, “ o yaşarsa sana
inanacağım. Ona bir fırsat tanı. Bırak mutluluğuna sahip olsun. Bunu yap
inanacağım sana.” Tanrıyla pazarlığa oturup en çok sevdiğinin yaşaması
karşılığında, onu bir daha hiç görmeyeceğine ant içer ve tanrıya, ”insanlar
seni bir kere bile görmeden seviyorlar, öyleyse birbirlerini de görmeden
sevebilirler” der. Biraz sonra kapı açılır, kadının öldü zannettiği sevgilisi
içeri girer. Kadın sevdiği adama
kavuşmuş ama onu kaybetmiştir. Ve onun
yaşadığını gördüğü anda, biraz önceki pazarlığın ağırlığını fark edip “Keşke
ölseydi” der. Fakat daha sonra, bir insanı görmeden de sevmenin mümkün olduğunu
ve aşkın, bir dokunuşa, bir bakışa, bir sese, bir bedene, bir ümide ihtiyacı
olmadığını düşünür. Arada bir beden olmadan, bir ruhun, bir başka ruha kendini
adamasının aşkı yücelttiğini, gerçekleştirdiğini anlar. Daha sonra iki sevgili
bu konuyla ilgili olarak tartışırlar. Kadın: “İnsan sevdiğini görmeyince aşk
biter mi? Düşünsene Tanrıyı da hiç görmedik ama onu çok seviyoruz” der. Adam: “Ama
benim ki o tür bir sevgi değil Sarah” Tanrıya
inancı iyice kuvvetlenmiş olan kadın: “Belki de başka tür bir sevgi yok
maurice, - sevmeye devam edebilmek için onu görmeliyim- demeyecek kadar büyük
bir iman, büyük bir bağlılıktır aşk” diye cevap verir…. “
Evet işte anlatmak istediğim
tam olarak buydu. Gerçek aşkın, kâinatın yaratıcısının bir mucizesidir. Beşeri
aşktan ilahi aşka doğru bir merhale olduğuna ve cüz-i aşkı tadarak, külli aşka
ulaşıldığı katidir. Âdemin Havva’ya, Mevlana’nın Şems’e, Mecnun’un Leyla’ya, Züleyha’nın
Yusuf’a olan aşklarını düşündüğümüzde bu konu daha da aydınlanmaktadır. Ve
“Yaradılanı sev, yaradandan ötürü” diyen Yunus’a unutmamak gerekir elbette.
Kur’an-ı Kerimi, Mesnevi’yi,
Divanı Kebir-i, Fihi Mafih’i, “Cübbemin altında Allah’tan başkası yoktur” diyen
Cüneyt Bağdadi’yi, “Ene’l Hak” dediği için darağacına gönderilen Hallac-ı
Mansur’u, İbn-i Arabî’yi ve kâinatı okuyorum ve anladım ki:
“Aşk bir heves, bir macera,
bir tutku ve cinsellik değildir. Hele hele bencillik hiç değildir. Kendinden
geçiştir, ben değil biz olmaktır. Hatta biz değil bir olmaktır. "Seven
benim, sevdiğim de ben " diyebilmek, varlığa aşık olarak onu var edene
ulaşabilmek ve onun aşkıyla eriyip yok olabilmektir. Kainatın sebebi, var oluşumuzun
aslıdır aşk. Hz Mevlana’ya sormuşlar “Aşk nedir” diye. “Ben ol da bil” diye
cevap vermiş. Umarım yukarıda dile getirdiğim bu konunun uydurmacılarının artık
akutlaşmış,dil alışkanlığının esiri olarak hitap ettikleri Aşkım kelimesinin hakkını vermeleridir.Aşk; görmeden,temas
etmeden hissetmek,tapmak ve yaşamaksa; lütfen bu kelimeyi hak ettiği şeklinde
kullanalım. Aşk, bir başka varlığa karşı duyulan ve
aynı anda birden fazla varlığa duyulamayan derin sevginin adıdır.
_____________________________________________________
Hani
Mecnun’a, “Vazgeç şu Leyla’nın aşkından” dediklerinde, o, halini anlamayanlara
sitem eder. Sanki o bıraktıkları yerde mi kalmıştır? “Aşkın aldı benden beni”
diyen Yunus habercisi olur âdeta ve der ki: “Leyla diye diye buldum
Mevla’yı/Ben neyleyeyim şimdi Leyla’yı.” İşte bu kadar..
Aşkın da, birçok duygu için söz konusu olduğu gibi, iki yönü var:
biri aşk-ı hakikî, yani gerçek aşk, diğeri ise mecazî, yani geçici aşk.İnsan
birisini delicesine sevse de, sevdiğiyle, sevgilisiyle buluşup ona kavuştuktan
sonra aşkı yavaş yavaş sönmeye başlar. Geçici aşkların külleri er-geç
savrulacaktır. Yine de, o geçici aşk âşığın varlığını erittiği için, “Mecazî
aşk gerçek aşkın köprüsüdür” demişlerdir.Gerçek aşk, Yaratana karşı duyulan
aşktır. Bu dünya gölgeler dünyasıdır. Aynalardaki tecelliye, görüntülere
takılmayıp o aynalarda kendini gösteren güzelliğin kaynağına, gerçeğine ulaşmak
gerekir. Bu aşk güzele değil güzelliğe, tek bir kişiye değil her şeye, Allah’ın
güzel isimlerinin her bir zerrede görünen sanatına, sıfatına, kudretine,
hikmetine, kemaline, lütfuna, hatta kahrına gönülden bir bağlanıştır.Evet, bu
kâinatın yapısında, mayasında muhabbet vardır. Bu çekim alanının içine kalp
taşıyan herşey girer. Onun cazibesine kapılır, kâinat aşkla durur aşkla yürür.
Ve aşkla döner, bir mevlevî gibi.Allah’ın sonsuz güzellikteki yaratışı,
Kendisini bildirmeye olan münezzeh sevgisinden aşk doğmuştur.
Aşk üzerine bazı alıntılar : “Aşk oduna yanmayanın kalbi safi olmaz
imiş. Aşk, insana vakar, ağırbaşlılık,
hatta güzellik verir. Aşkı, aşktan başka bir şey söndürmez. Aşkı akılla yenmek
mümkün değildir. Aşk, iki iken bir olmak demektir. Aşk kılavuz istemez, tek başına yol alır. İnsan
kalbindeki gerçek aşk, dörtnala giden bir attır, ne dizginden anlar, ne ses
dinler. Aşk ile sevgi, hakkın yönünü değiştirirler. Aşkı anlatabilmek için
yeryüzünde var olan dillerden bambaşka bir dil ister. Aşk, Kulübeyi, altından
bir saraya benzetir.İnsan ne kadar büyük ruhlu olursa, aşkı o kadar derin bir
şekilde duyar. İnsanı aşkın güzellikleri yaşatır. Aşk, utanma ve çekinmenin
olduğu yerde vardır.En devamlı aşk, karşılık beklemeden duyulandır. Aşk, gözle
değil ruhla görür.Aşk, dünyanın en tatlı mutluluğu ile en derin acısından
yaratılmıştır.
Aşk; görmekten
çok özlemeyi sever, Dokunmaktan çok düşlemeyi..
Bir makalede
: “ Âşık için sevgili her nesneden ve
lezzetten daha önemlidir. Ve dâima asıl gâye sevgilidir. Zevk¸ Arapça¸ lezzet
ve tad anlamına gelen bir kelimedir. Genellikle tasavvufta manevî haz ve
lezzet; mânâdan duyulan lezzet anlamlarında kullanılır. Ancak bazen insan suyu
içse bile suya kanmak ifadesi başka bir duyguyu anlatmak için kullanılır. Veya
bir güzel manzarayı görmekle müşâhede etmek arasında fark vardır. İşte bunun
gibi âlemde görülen¸ duyulan zevklerin üstünde bir lezzet-i rûhanînin varlığı
âşık tarafından sezilmiştir. Bu zevk manevî zeklerin de ötesinde bir
zevktir.Ehl-i hak ve muhabbet olanlar¸ Allah'a iman etmek (İmân-ı billah)¸ bu
imanın üzerinde en büyük makama yâni mârifetullah'a yükselmek¸ o mârifetullah
içindeki muhabbetullâh'ı keşfetmek ve ehl-i aşk için en kıymetli netice olan
lezzet-i rûhâniye ermek gibi bir meşakkat yoluna tâbi olmuşlardır. Ancak
neticede varılan makam maddî ve mânevî bütün zevk ve lezzetlerin üzerindedir.
Aşk ehli için en büyük azap ise sevgilinin
kendileriyle irtibatı kesmiş olmasıdır. Cefâ bile olsa yârdan gelen cana
safâdır. Nitekim gönül ehli büyük insanlar bu düşünce etrafında hayatlarını
kurgulamışlardır. Başlarına gelen belâ ve musîbetleri Allah'ın kendilerini
biliyor olmasına yormuşlar ve Allah'ın en sevgili kulları peygamberlerin her
birinin hayatlarının sıkıntı içinde geçmiş olmasını örnek göstermişlerdir. Bu
örneklerin en önemlisi ise Abdullah'ın yetimi olarak dünyaya gelmiş ve hayatı
hep sıkıntılar içinde geçmiş olan Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hayatıdır.
İnsanların
en temel meselelerinden biri de ölüm' hakikatidir. Ve ölüm insanın başına geleceğini bildiği halde
en sık unuttuğu hakikattir. Bu nedenle sonsuzluk ve bekâ arzusu Yüce Yaratıcı
tarafından insanın fıtratına yerleştirilmiştir. Çünkü insana bu hissi veren Zât
hayatın ve bekânın da sahibi Zât-ı Hayy-ı Kayyûm'dur. Ancak insan kendini onun
yoluna fedâ ederse gerçek manada ölümsüzlük iksiri olan âb-ı hayâta erişmiş
olacaktır. Bu hissin bir yansıması olarak insanlar¸ edebiyatta da sıklıkla
kullanılan¸ âb-ı hayat suyundan bahsetmişler ve çeşitli vesilelerle ona ulaşma
arzusunu dillendirmişlerdir. Oysaki gerçek âb-ı hayatın Hayy-ı Kayyûm'a kendini
fedâ etmek olduğunu unutmuşlardır. Beyitte¸ Hz. İbrâhim (a.s.)'in kıssasında
ifade edildiği gibi¸ batıp giden ve kaybolan geçici fâni şeylere gönlün
bağlanmaması ifade edilmiştir. Ve Hz. İbrâhim'in kıssası beyitleştirilmiştir. "Fe lemmâ efele kâle lâ uhibbul
âfilîn/Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü¸ Rabbim budur¸ dedi.
Yıldız batınca¸ batanları sevmem¸ dedi." hakikati ifade edilmiştir.
(6/En'âm¸ 76) Hulûsi Efendi (k.s.)¸ ancak o zaman gerçek âb-ı hayata
erişileceği esâsı üzerinde durmuştur.
Âşık
sevgilinin yolunu gözlemekte ve onu görmek arzusuyla yanıp tutuşmaktadır. Bu
nedenle dâima gözyaşı dökmektedir. Ancak buna rağmen sevgiliye kavuşamaz.
Klasik Türk edebiyatı geleneğinde sevgili kavuşulamayan ve ulaşılamayandır.
Zâten bahsi geçen sevgilinin tasavvufî anlamda da Allah olarak düşünülmesi;
aynı ifade zenginliğinin ve mazmunlar dünyasının kullanılmasına olanak
tanımıştır. Yâni şâirin çoğu zaman manevî aşktan mı maddî aşktan mı
bahsettiğini anlamak mümkün olmayabilir. Çünkü dâima¸ görülemeyen ve
kavuşulamayan bir sevgiliden bahsedilmektedir. “ denilmektedir.
Literatür bilgilere
göre; Tasavvufun dilimize armağan ettiği fakat günümüzde bilhassa hanımların
sitem ifadesi için kullandıkları “aşk olsun” deyimidir.. Sıradan insanların
ihtiyaç saydığı şeylerin peşine düşmeyip kanaat tekkesini bekleyen yani kanaat
etmeyi bilen kalender dervişleri “aşk olsun” diyerek övüyor meselâ. Ancak deyimin aslı bu da değil. Mevlevîlerde
selamlaşma maksadıyla da kullanılan “aşk olsun” tabiri muhatap için “Allah aşk
versin aşkını ziyadeleştirsin yaptığın her işi aşkla yaptırsın” makamında bir
duadır. Sitem maksadıyla söylenen aşk olsunda “Allah sana aşkla bakmayı nasip
etsin; çünkü öyle baksaydın bu yanlış değerlendirmeyi yapmaz doğruyu görürdün”
de denilmek istenmektedir..
Varlığın asıl sebebi
kainatın sermayesi “aşk”tır. Öldükten sonra maddi vücudumuzu var eden unsurlar
aslına gidecek beden yok olacaktır. Fani unsurları gerçekte olmayan şeyleri alıp
satmak; kısaca nefsin hevası ve dünyalık peşinde ömür tüketmek tam bir
hüsrandır insan için. Öyleyse beden dükkanının içini aşk ile doldurmalı aşk
almalı aşk vermeli; sevmeli sevilmelidir.
Bu dünyadaki en temel
en önemli vazifemiz Allah’a kulluk etmektir. Dünyanın kendisi de dahil
uğraştığımız diğer bütün işler meşguliyet ve sorumluluklar kulluk vazifemize
zemin yahut imkan hazırlaması bakımından değer taşır. Bu derecede bir kulluk
ise ancak aşkla yaşanır. Çünkü aşk âşık olunana kayıtsız şartsız tâbi olmayı
gerektirir. Aşk varsa kulluğumuzda sadakat ve samimiyet vardır. Aşk varsa her
yerde ve her şeyde yalnızca sevgili vardır. Aşk varsa istikamet vardır; hiçbir
engel aşığı durduramaz. Aşk varsa bilinir ki başa gelen her ne ise O’ndandır ve
O’nun lütfu da hoştur kahrı da..
Gerçek aşk tezkiye edilmiş bir kalbe sahibinin
armağanıdır. Marifetle müşahede ettirilen esma ve sıfatların insanı Tur Dağı
kılmasıdır. Mutlak Cemâl sahibini O’nun sevdiklerini her şeyden ve herkesten
çok sevmektir. Gerçek aşkta aşık maşukuna yakınlaşma gayretini
dizginleyemediğinden “kurban” olmak için can atar. Kapısı bazen Leylâ suretinde
açılsa da mutlaka Mevlâ’ya götüren bir yoldur gerçek aşk. Aşk nedir ne değildir
bahsi uzun. Esasen tarifin izahın faydası da yok. Mevlâna’nın dediği gibi “olup
da görmek” yola koyulmak lâzım. Bu yolun öteki adına tasavvuf demişler. Baştan
sona aşkla kat edilen bir yol tasavvuf. Dergâhlar “aşk olsun” diye açılmış “aşk
mektepleri”.