Yaşanmış bir Hızır hikâyesi


BABAMIN HIZIR İLE KARŞILAŞMASI

      Not: Bu hikâye babam tarafından bizzat yaşanmış, belgesi de olan bir karşılaşmadır.
       Her ne kadar bu buluşmanın yaşandığı yılı kesin olarak belirliyemesem de, ben dört-beş yaşlarımda veya daha altında iken ve benden küçük iki erkek, benden büyük ise bir kız kardeşimin olduğu yılların birinde, Erzurum ilinde ve çevresindeki Kargapazarı dağlarında bir kış mevsiminde, havanın açık, gökyüzünün pırıl-pırıl olduğu dondurucu bir soğuğun hüküm sürdüğü bir AREFE gününün gecesinde (yani Kurban bayramı sabahına yakın biz zamanda) babam tarafından bizzat yaşanmıştır.
       Erzurum ve çevresinde yaşayan halk, bayram akşamını (yani, her iki bayram günü gelmeden önceki gece) hiç uyku uyumadan geçirmek bir adet ve dini bir görev ve gelenektir. Bu gece ibadet yapılarak, bayram yemekleri ve diğer hazırlıkları yapılarak ayaküstü geçiştirilir. İşte, yaşanmış hikâyemiz de böyle bir gecede geçmektedir.
     Sabah namazına yakın bir saatlerin birinde, annem bütün ev işlerini bitirmiş ve çevre köylerin birinin yeni yapılmış camisinin alçı işlerini yapmak üzere gitmiş ve hâlâ geri dönmemiş babamın, geri dönmeyişinden çok kuşkulanıp üzülmekte; fakat elinden de hiç bir şey gelmediği için, çok endişeli olarak ve büyük bir merakla evde babamı beklemektedir.
    Birden bire babamın bizim evim kapısının dışından, kapıyı eli ile çalması yerine acı acı bağırdığı duyar ve uykulu gözlerle önce şaşkın şaşkın bir şey anlamaz. Sonra sesin gelmesi devam edince, ani bir kararla kapıya doğru hızla koşar ve kapıyı açınca yeni bir şok dalgası daha yaşar. Çünkü babam, bir atın üzerinde yığılmış bir vaziyette inlemekte ve anneme de sadece, “bana yardım et..” sözünü bile zorlukla mırıldanmaktadır.
     İlk şaşkınlığı geçen annem, babamı atın üstünden indiremeyeceğini anlayınca koşarak bitişik komşumuz Cemil efendinin kapısını elleri ile yumruklayıp “yetiş, cemil efendi bir yetiş..” sözleri ile komşusunu yardıma çağırmasını duyan zaten uyanık bulunan diğer komşular bir anda bizim kapının önünde toplanıp, atın üstünde inleyen babamı dehşetli gözlerle inceledikten sonra aceleyle attan indirip yatağına taşırlarken; babam da, uzun süren acısının tesiriyle daha yatağına varamadan bayılır.
     Bir tarafta Erzurum’un korkunç soğuğu, bir tarafta dört küçük çocuk ve bir diğer tarafta ise yatakta ölü gibi yatan babamın hali annemi, şaşkınlığının üstüne bir de ani bir panik dalgasına sokar.
    Artık sabah ezanı okunmaya başladığı için, komşuların erkekleri evden birer ikişer ayrılırken, eve dolmaya başlayan cahil komşu kadınların, moral vermek yerine  “BAYRAM GÜNÜ BAŞINA BU DA MI GELECEKTİ?..” ve benzeri velveleleri, annemi iyice yıpratır…
         Camiden dönenler kurbanlarını kesip bayramlaşırken, annemin ağlamaktan şişen gözleri artık görmemekte ve kapımızı çalanlara dahi açıp bir cevap veremez bir halde, yatakta yatan babamın başında dönüp durmaktadır.
       Bir de benim ve diğer kardeşlerimin uyanması sonrasında, annemin ağlamasına katılmamız sonucu evin hali tam bir curcunaya dönmüş ve bu hal, ikindi ezanına kadar devam etmişti. Çünkü ikindi ezanı okunurken babam, aniden kıpırdamış ve sonrada gözlerini açınca anneme, “ gözlerin neden kızarmış ve şişmiş, ben neredeyim, beni buraya kim getirdi, DEDE nerede?..” gibi sorular sormuş ve sonra da, “ben niye yerimde kıpırdayamıyorum, beni kim yatağa bağladı?..” gibi tutarsız sorularla sevince hüzün, karışarak sürüp gitmişti…
     İkindi namazından dönen komşuların, babamın uyanması duymaları ile evi yeniden doldurmaları, babamın ayağının kırık ve belinin incindiğini tespit etmeleri ve acele ile sınıkçı İskender’i çağırmaları çok kısa sürede olmuş; sınıkçı İskender acele bir tavuk kesip derisini babamın ayağına sarması, incinen belini de tereyağı ile sabun kıymığı karışımı ile ovması.. babamı biraz kendisine getirmiş, bir de “davşan gani” (tavşan kanı) çay içince, kendisini biraz toparlayıp ve başından geçenleri anlatmaya başlıyor.
Köy camisindeki işimi, üç gün önce bitirdim. Köylünün verecek parası olmadığı için her ev biraz yağ, biraz peynir ve biraz da buğday vermesi kararlaştırıldı. Yağ, peynir ve buğdayın toplanması işi uzadı. Bayram gelince, ben de toplanan mevcut yağı, peyniri ve buğdayı bana emaneten verdikleri bir atın terkisine attım ve akşam üzeri yola düştüm. Gece yarısına kadar Kargapazari dağlarının üstüne kadar çıktım. Bir ara atın ayağı, üstünü karın örttüğü buzlu bir yere gelince at kaydı ve yar’dan aşağı yuvarlandı. Ben uyandığımda ayağım, başım ve bir de belim çok feci ağırıyordu. Yerimden hiç kıpırdayamıyordum. Atım az uzakta ve tam karşımda acı acı kişniyor ve yerde bana doğru bakarak çırpınıyordu. Artık, sonumu geldiğini anladım. Nefesimi çok zor alıyordum. Derin bir nefes alıp Allah’a yalvardım. Ne dediğimi hatırlamıyorum… yalnız, Allah'ım atımı da bu acıdan kurtar dediğimi hatırlıyorum. ”
    Aradan ne kadar zaman geçtibilmiyorum. Sağ omuza bir el dokundu ve (yöresel şive ile) tatlı bir ses duydum. “Ne oldi evladım. Attan mı düşdün?..” Boğazımdan karnıma doğru akan ılık bir su döküldü zannettim. Sadece, “emice, sen de kimsen?” diyebildim. Önce ay ışığından yansıyan gölgesi, sonra kendi geldi önümde durdu. Bizim caminin imamı gibi giyinmiş ama rengi beyaz. Aynen başındaki taşıdığı büyük bir sarığın rengi gibi. Elbisesi de, saçı ve sakalı da, yüzü ve kavuğu da.. bembeyaz ve ay ışığında parıl parıl parlıyordu.        Yere eğildi. Bismillah.. dedi ve beni kaldırıp karın üzerine oturttu. Sonra kişnemekten yorulup, sadece inleyen atımın yanına gitti. Önce anlını,sonra boynunu okşadı. Ya Allah.. diye bir nare (nara) attı. Sesi karşı dağlardan yangılanıp geri geldi. Atı, kuyruğundan tuttuğu gibi aniden ayağa kaldırdı. Kuyrukla beraber atta da ayağa kalktı. İniltisi kesilmiş ve uysal uysal kişnemeye ve sağ ayağıyla yerdeki karları eşelemeğe başladı. Dede, atın kopan yularını bana gösterip, “cebinde heç (hiç) ip var mi?” dedi. “Yok, nereden olsun” dedim. Elini cüppesinin cebine soktu. Alacalı bir gazıl (keçi kılından yapılmış ip) çıkardı. Atın kopan yularını o gazıl ile bağladı. Atı yanıma getirdi. Elimi tutup atın ön bacağını yukarıdan aşağıya doğru üç defa okşattı. At, kedi yavrusu gibi uysallaşmışdı. Sonra bana döndü ve “GALHIP ATA BİNEBİLECEK MİSEN?” dedi. “Yoh, nereden galhayım. Ayağımınan, belim dutmir ki..” dedim. Sağ elini başıma koydu. Sonra sol elini sağ elinin üstüne koyup her iki elini aşağıya doğru kaydırarak, şakaklarımdan aşağı omuzlarıma, sonra belime ve bacaklarıma sürerek ayak uclarından çıkdı. Tekrar bir defa daha, “Bismillah.. ve Ya Allah..” diye bağırmasına, dağlar yeniden ses (yankı) verdi. Benim belimden tuttu ve bir çocuk kaldırır gibi kaldırıp bir seferde atın üzerine yerleştirdi. İçimde yeni bir umut doğdu.             Çocuklarım ve karım gözlerimin önüne geldi, bir an önce onlara kavuşma ateşi içimde yanıp tutuşdu.
Bana döndü ve “NASISAN, BİREZ DAHA EYİMİSEN” dedi. “EYİYEM, EYİ EMİCE” dedim. Atın yularından tutarak önden çekmeye ve daha önce yuvarlandığımız tepeye doğru doğru tırmanmaya başladı… Az sonra yuvarlandığımız yeri bile geçmiştik ki, durdu ve bana “yolumuz burada ayrılıyor. Sen kendi yoluna, ben kendi yoluma. Bak evladım.” dedi ve sonra şu sözleri üç defa tekrarladı. “Sakın sen sen ol, atın yularına bağladığım bu bu gazılı sakın ha sakın gaybetme. Buna gözün gibi bak..”
Ay çıkmış, etraf pırıl-pırıl ve çıt yok. Soğuk ve temiz bir hava genzimi yakıyor. Atın ve dedenin nefesini bile duyuyorum. Dede, atın arkasına doğru yürüdü ve atın kalçasına şaplak atıp, “HAYDİ YALLAH” diyen sesini duydum. Vedalaşmak için boynumu zorlukla döndürüp, başımla bir selâm vermek istedim. Dede yok olmuştu. Boynumun ağrısını unutup sağa sola dönüp etrafa iyice baktım. Fakat benden başka kimse yoktu. Saçımdan, ayaklarımın tırnaklarına kadar ürperdim. Ama gördüklerim bizzat yaşadığım gerçekti ve dede birden yok olmuştu. Şok olmuştum. Fakat, evin yolunu tutmaktan başka yapılacak bir şey yoktu ve Erzurum’a yaklaştıkça ağrılarım gittikçe attı. Evin kapısına kadar geldiğimi zar-zor hatırlıyorum. Gerisini, ben bilmiyorum, fakat siz zaten biliyorsunuz.
    Annemin yüzü ilk defa biraz gülmüş. Bitişik komşuda pişen çay tepsisi, gülen gözleri biraz daha neş’elendirdirmişti. Mahallenin muhdarı Akçaköylü Seracettin emi gelmiş, hikâyeyi dinlemiş ve gazıli merak etmişti. Gidip yulardan gazılı açıp getirdiler. Herkes inceledi. Kimse bir şeye benzetemedi. Ayni herkeste bulunan bir gazıl parçası diyip gülüşdüler.
   Evden en son karşı komşu Hüsam dayının ak sakallı babası Şerafettin dede ayrıldı. Ancak gitmeden anneme kapının yanına çağırıp, sıkı sıkı tembihlemiş. “Hanım gızım. Annaşılan o ki, Lütfü ustamızı gurtaran Allahü Tealâ, gönderdiği ise Hızır aleyhisselâm’dır. Hızır aleyhisselâm’ın size hediyesi olan bu gazıl’i çok eyi sahla ve sahın kaybetme. Çünkü,Hızır aleyhisselamın  bu gazıl'ı evine bereket getirecek. Kaybettiğin zamandaysa bu bereket uçup gidecek. BUNU HEÇ BİR ZAMAN AHLINDAN ÇİHARTMA EMİ GIZIM.” dedi ve babama selâm verip gitti.
Annem bu gazıli uzun yıllar sakladığını ve bu süre içinde evimizde bir bolluk ve bereket yaşandığını, çok zaman sonra ise  bir gün ortadan kaybolduğunda ise, çok üzülüp ağladığını, yine eski sıkıntılı günlere geri döndüğünü bizzat kendisi yaşayıp öğrenmiş ve biz çocuklarına anlatmıştı. Fakat artık iş işten geçmiş ve GAZIL kaybolmuştu. Hızır aleyhisselâm’ın babama olan bu hediyesinin hikâyesinin bereketi de böylece bitmişti. Bize miras kalan ise sadece, Hızır aleyhisselâm ile buluşan/ karşılaşan şanslı bir babanın, şanslı evlatları olmaktı.

Mürsel Münevveroğlu