Card image cap
Gözüm düşüyor

İhtiyar adam kerpiç damın içinde gezinip durdu. 

Duvardaki eşinin resimlerine takılıp kaldı gözleri 

bir süre derin bir iç çekti…

 

”Hey gidi Ferhat Ali heyy ! 

Hey gidi günler ! 

Nerede o daldan dala atlayan gençlik yılları, 

tuttuğunu koparan, o mutlu baharlar, mutlu yazlar, 

nerede etrafında fır dönenler ? ,

Şimdi şu evde tek başına, kimsiz, kimsesiz. 

Sesine ses veren yok. 

Ölsen kim duyar?”

 

Aynaya baktı bir süre, avurtları çökmüş, alnında derin çizgiler. 

Saçı, sakalı uzamış, yüzü kırış kırıştı. 

Gözlerinde derin ve korkunç bir hüzün vardı.

Yaşadığı mutlu günleri düşündü Ferhat Ali. 

Eşi Gülizar geldi gözlerinin önüne. 

Yüzünde acı bir ifade belirdi. 

Göz çukurlarından yanaklarına doğru 

damla damla yaşlar süzüldü birbiri ardına …

Bir ömür bütün güzellikleri birlikte soluklamışlardı, 

birlikte göğüs germişlerdi zorluklara. 

Üzüldüklerinde beraber ağlamışlardı, 

sevindiklerinde beraber gülmüşlerdi.

 

Çocukları olmamıştı ama bütün dedikodu ve 

beraberliklerini bozmak isteyenlere inat 

daha çok perçinlemişlerdi sevgilerini. 

Neler yaşamamışlardı ki hayatta, 

bu yalan dünyada neler görmemişlerdi ki. 

Ayırmaya kalktıklarında kimse onların 

yüreğini yakan tertemiz sevdalarını düşünmemişti. 

Oysa onların sevdaları her şeyin üstünde, evlilikten de öteydi. 

Söz vermişlerdi sevdalarına, daha önemlisi birbirlerine.

 

 

Gülizar’sız hayat yoktu ihtiyar adam için, 

onsuz yaşayamazdı, bu Gülizar için de öyleydi. 

Sevgilerini içlerine gömüp birbirini bırakamazlardı. 

Aldırış etmemişti kimsenin sözüne ihtiyar adam, 

ayrılmamıştı Gülizar’ından. 

Çünkü yaşarsa onun için yaşayacaktı, sevdası için yaşayacaktı. 

"Çocuğu olmuyorsa salt Gülizar mı suçluydu 

belki de kabahat kendisindeydi de." 

Her defasında İsraf ettikleri, 

kaybettikleri güzellikler karşısında birbirilerinin gücüne inanarak, 

sarsılmaz sevgilerinin sağlamlığına dayanarak 

üstesinden gelip sürdürmüşlerdi hayatını.

 

 

En zor koşullarda bile sevgiyi, mutluluğu kazanma 

ve perçinleme yolunda hep aynı rüyayı görmüşlerdi, 

hep aynı sızıları duymuşlardı yüreklerinde, 

aynı pişmanlıkları yaşamışlardı.

Bedenleriyle değil, yürekleriyle aynı yolu yürümüşlerdi. 

Hiç ihanet etmemişlerdi yüreklerine... 

Hiç ihanet etmemişlerdi sevgilerine... 

İki ihtiyar yalnız kalınca tek bir şey söylemeden 

birbirlerine bakakaldılar:

 

Yüreği kan ağlıyordu ihtiyar adamın. 

Yaşlı kadın gözleri açık 

hiç kıpırdamadan yatağına büzülmüş yatıyordu. 

İhtiyar adam bu ölümüne sevdiği kadının yanına uzandı. 

Yaşlı kadın boynunu uzatıp yüzünü okşayan eline değdirdi. 

“Zavallı hayat arkadaşım benim artık ikimizde de iş kalmamış” deyip 

derin bir iç geçirdi ihtiyar adam...

 

 

İhtiyar adam hayat arkadaşını bekleyen

büyük acıyı düşünüyordu... 

Şimdiden bu acıyı yüreğinin taa derinlerinde duyuyordu. 

Perişan durumuna, yaşlılığına, 

çektiği acıya yanıyor, elinden bir şey gelmediği için de kahroluyordu. 

İlk kez yüreği bu kadar sancıyordu.... 

İlk kez bu kadar çaresiz hissediyordu kendini. 

Doktorların bir kaç aylık ömrü kalmış demelerine karşın, 

inanmak istemiyordu bi-türlü bu sonuca. 

Ölünecekse de beraber öleceklerdi...

  

Dışarıda durmadan şimşekler çakıyordu, 

sessizliği bozan bu gürültüyü duymuyorlardı bile.

 Anılarına gömülmüşlerdi her ikisi de. 

Gözlerini alabildiğine uzanan karşı dağlara dikmişlerdi. 

Sönmeye yüz tutmuş anılar uyanıyordu her ikisinin belleğinde, 

çok gerilerde kalmış mutluluk günleri canlanıyordu.

 

 

Dalgınlığı dağılmıştı yaşlı kadının, 

ince bir hüzün soluk yanağından bükülüp 

dudağının kıvrımına iniyordu. 

Yüzünün inceliğini, solukluğunu okşadı, 

elmacık kemiğindeki soluk çillerini öptü ihtiyar adam. 

Yaşlı kadının gözlerinden iki damla yaş süzüldü. 

“Öyle yalnız ve çaresiziz ki Ferhat Ali, 

bizden başka kimse yok içimizde biliyor musun” dedi yaşlı kadın..

Ortalık kararmıştı. 

Günün, en bahtiyar insanlarını bile az çok gamlandıran bir saatti. 

Yıllarca her şeyini paylaştığı ve kalbinden bir parça demek olan 

bir insanı ölüme terk etmek kolay değildi.

Bütün soruları yanıtsız bırakıyordu ihtiyar adam, 

ağzını bıçak açmıyordu. 

Zar zor elindeki bastona yaslanarak kalktı yerinden, 

iki bardak çay doldurup geri geldi . 

Yaşlı kadın bir kaç adım ötede kıpırtısız yatıyordu, 

eski bir yatağın içinde kıvrılmış olarak küçücük bedeniyle...

 

İhtiyar adam geçmişteki bütün bu güzelliklerin kıymetini ise 

Gülizar’ın hasta düştüğünde daha iyi fark etmişti. 

O ulaşılmaz temiz sevgileriydi ki; 

gönülleri arasında yıkılmaz köprüler kurmuş. 

Gözlerine fer, gönüllerine ve ruhlarına aydınlık katmıştı, 

kapılar açmıştı mutluluklarına.

Hayat yolunda yalpaladıkları, sarsıldıkları olmamış mıydı ? Olmuştu. 

Çok defa uçurumun kenarından dönmüşlerdi ama 

bütün bu engeller ve zorluklar vız gelmişti sevgilerinin gücüne.

 

 

Ama şimdi öylemiydi, zaman rüzgâr olmuş, 

yaprak gibi savuracaktı onları. 

Güçleri yetmiyordu, her birini bir yana düşürecek, 

ayıracaktı birbirinden.

Yaşlı kadın her gün biraz daha hastalığın pençesinde kıvranıyordu. 

Seven kalbi belli ki artık bu hastalığa daha fazla dayanamayacaktı. 

Kerpiç evinin o küçük odasında her gün biraz daha solmaktaydı. 

Gözü yaşlı, boynu bükük bir şekilde ölümü bekliyordu...

Gözlerini kapadı yaşlı kadın, 

bu küçük odada yalnız kaldığında gözyaşı dökmekten bıkmıştı...

Yinede engel olamıyordu pınar gibi çağlayan gözyaşlarına. 

İhtiyar adamı düşündü ne yapacaktı zavallı yapayalnız bu dünyada, 

hastalanınca kim bir sıcak çorba verecekti. 

Yaşlı kadın kendi ölümünden çok kocası 

bu ıssız evin deliğinde yapayalnız 

ve kimsesiz kalacağına içi yanıyordu.

 

"Bu dağ başında yapayalnız,kimsesiz yaşlı bir ihtiyar, 

tek başına nasıl yaşardı ? 

Kim ekmeğini, aşını pişirir." 

Bunu düşünmek bile içini burkuyordu.

Yaşlı kadın hep bunları düşünüyordu.

Kocası evden çıktığı zaman hep aynı şeyleri düşünüyor, 

anıları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu...


“Eskiden köy ne kadar kalabalık, ne kadar canlıydı, 

yaz akşamları, harman günleri, 

hele güz ayları düğün düğün üstüne olurdu. 

Kış ayları her akşam bir yerde toplanıp 

köyün yaşlıları başlarından geçmiş anıları, 

bildikleri hikayeleri, masalları anlatılırdı. 

Şimdi köy ıpıssız,bizim gibi bir kaç yaşlı kimsesizden başka 

kimsecikler kalmadı. 

Kimileri büyük şehirlere, kimileri avrupa’lara gidip yerleşti. 

Buraları terk edenler, bir gün geri dönüp gelirler mi bilmem?

 

İhtiyar adam, 

usulca yaşlı kadının başına dokunup bir öpücük kondurdu alnına: 

“Gülizar kadınım uyan ben geldim” 

Değirmende sıra beklemekten eve geç kalmıştı.

Yaşlı kadın, hafifçe silkinerek gözlerini açtı, 

yerinde doğrulmaya çalıştı ama doğrulamadı.

Elinin tersiyle ağzını kapayıp esneyerek: 

Ben de seni beklerken uyuya kalmışım dedi. 

Bu gün bana bir hal oldu. 

Durduğum yerde dalıp dalıp gidiyorum”.

Yaşlı kadın, başını yastığa dayayıp, 

karşısında ayakta duran ihtiyar adama dalgın dalgın gülümsüyordu. 

Eliyle yanında yer göstererek: 

“Otursana canımın direği” dedi.

 

Karısının biraz daha iyi olduğunu görünce 

İhtiyar adamın yüzündeki yorgunluk,endişe ve gerginlik geçti. 

Ama yaşlı kadının yanaklarında 

ağır bir hastalığın zehrinden yeni uyanmış insanlara mahsus 

bir solukluk dalgalanıyordu.

İhtiyar adam, 

belini tutarak bastonuna dayanıp oturdu yatağın bir ucuna.

 

Yaşlı kadının içine bir şeyler doğmuştu sanki. 

“Bu beraber son gecemiz belki. 

Belki de son gülüşümüz, son bakışımız,son el ele tutuşumuz. 

Sıkı tut ellerimi bırakma Ferhat Ali.” 

Yıllar yılı birlikte sevindiği,kahır çektiği, 

kahır çektirdiği eşinin sıkıca tuttu elini İhtiyar adam... 

Parmaklarının arasında hafifce okşadı güçsüz ellerini.

Ne kadar acı çekip, ne kadar çabuk yaşlanıyoruz, 

ne kadar az yaşıyoruz değil mi Ferhat Ali?.

Çekip giderken kime ve nereye bırakacağız anılarımızı, 

sığar mı bu daracık yere diyordu.


Dalıp gitmişti yine ihtiyar adam. 

Kar altında bir dağ köyü gibiydi şimdi anıları, 

tavana asılıp kalmıştı gözleri. 

Gözlerini kapattı, duman duman hüzün çöktü üzerine.

Şimdi anlıyordu ki bir kurşun kalem, 

bir de silgi gerekliydi yazıp yazıp silmek için kanayan yerlerini, 

bu kısacık ömründe. 

Yıllarca yazdığı şiirleri Gülizar özenlice saklamıştı. 

Yine de arada sırada bir şeyler karalamayı severdi.

 

Geç saatlerde yaşlı kadının rengi sapsarı kesilmişti. 

Göz kapaklarını zar zor açıyordu, 

tekrar elini uzattarak bir şeyler söylemek istedi yaşlı kadın

ama söyleyemedi, dili ağırlaşmıştı... 

Dudakları titredi, gözleri doldu, içten bir bakış attı eşine. 

Salt acıydı bakışları, konuşmak istedi konuşamadı.

 

O cıvıl cıvıl hep yaşama sevinci dolu, 

her şeye rağmen kendisini teselli etmeye çalışan Gülizar’ı bumuydu. 

Ağlamamak için kendini zor tutuyordu ihtiyar adam. 

Eli ihtiyar adamın elinde öylece uykuya dalmıştı yaşlı kadın.

Sabah bir telaşla uyandı ihtiyar adam, yaşlı kadının nefesini dinledi. 

Yüreğinden bir şeyler koptu. 

O kocaman dev gibi adam küçük çocuklar gibi sarsıla sarsıla ağladı. 

Yorgun… 

Örselenmiş, 

ama içi Gülizar’ın sevgisiyle dolu yüreği paramparçaydı şimdi…

“Vay benim kara yazgım vay ! 

Ne olacak şimdi benim halim ! 

Bu daracık yerde tek başıma ne yaparım, 

kiminle bölüşürüm anılarımı... 

Kiminle bölüşürüm acılarımı... 

Bırakıp gitme beni. 

Vay benim başıma... Vay ki, vayyy...‘’

 

Arada günler geçmiş, dalıp gitmişti harman yerinde ihtiyar adam. 

O arada bir sivrisineğin eline sokmasıyla kendine geldi. 

Düşüncelerinden sıyrıldı. 

Sızlanmayı bırakıp işe bakmalı gayrı, şimdi iş zamanı...

Çalışmasam bu değirmen dönmeyecek,

hem hazır para çabuk suyunu çeker. 

Zor günlerde elinin altında biraz para olmalı ki, 

Hasta olursan ilâç, kefen paran olsun hiç değilse, 

ele güne karşı rezil olmayasın.” Deyip kendi kendine konuştu.

 

İhtiyar adam derin bir yalnızlık duygusuna kapıldı. 

Taşlı yolda ayaklarını sürükleyerek dağ yoluna doğru yöneldi. 

Tasalı bir yürek ve karmakarışık düşüncelerle 

koca bir dünyada yapayalnızdı artık.

 

Sevmişti Gülizar’ını, 

hiç kimsenin anlayamayacağı, sevemeyeceği , 

hiç düşünmeden uğruna canını verebileceği kadar çok. 

Uykularını paylaşmışlardı geceler boyu, uykusuzluklarını.

Askere gittiğinde hep Gülizar’ını düşlemişti, 

ışıl ışıl gözlerini nereye gitse, ne yapsa hep yanında taşımıştı. 

O dünyalara sığmayacak aşklarını küçücük yüreklerine sığdırmışlardı. 

Hep bir gün kavuşacağı günün hayaliyle avutmuştu kendini. 

Ayrı geçen her gününü yaşanmamış sayardı.

Gökyüzü zifiri karanlıkken zorlu bir dünyada bile 

onlar hep el ele sevdanın, sevincin içineydi. 

Hep birlikte olmaktı temennileri, düşleri. 

Beraber yaşayıp beraber ölmekti.

Hep pembe düşlerle yaşamışlardı, 

içinde sevginin, saygının bolca olduğu, 

içinde sadece ikisinin bulunduğu, sakin, sade, 

gösterişten uzak bir dünyaları vardı.

 

Bu kısacık ömürlerinde en güzel geceleri,

günleri en güzel sevinçleri paylaşmışlardı.

Sevmeyi, özveriyi ondan öğrenmişti ihtiyar adam. 

Yüzü gülerken, içinde mutlu olabileceğini öğretmişti ona. 

Yaşamanın onunla güzel olduğunu göstermişti. 

Şimdi onsuz yaşamanın ne kadar mutsuz ve 

anlamsız olduğunu düşünüyordu ihtiyar adam.

Hep birlikte olmalıydık biz”, diyordu “öyle güzeldi hayat. 

Söz vermiştik birbirimize , 

sözümüzü tutamayacağımızı bile bile. 

Feleğe söz geçiremedik, her inlediğinde yüreğim hançerlendi benim. 

Çiçeğimdi o, incinirse boynu bükülür diye dokunmaya dahi kıyamazken, 

o amansız hastalık halden hale sokmuştu onu.”

 

İşte hayat nasıl onları bir araya getirdiyse, öylece ayırmıştı yollarını. 

Günler günleri kovalamıştı, aylar ayları, yıllar yılları. 

Ve hasreti her gün biraz daha derinleşmişti. “

Acıdır, sonsuza dek koptuğunu anlamak; 

ama dayanmak gerek, ayağını toprağa basmak gerek yine de” 

diyordu ihtiyar adam...

 

İhtiyar adamın gözleri yaşarmıştı. 

Günün ışıkları sakalında takılıp bir kaç damla gözyaşını ışıldatmıştı. 

İhtiyar adam başını kaldırıp güneşin doğuşuna baktı bir süre. 

Uzakta bir kuş sürüsünün havalanışını gördü. 

“Uçun” diye geçirdi aklından, gidin dilediğiniz yere. .. 

Kanatlarınız yoruluncaya dek uçun !...

 

Can sıkıntılarını yüreğine doldurduğu acılı günleri yaşıyordu ihtiyar adam. 

Akşam olurken simsiyah kederler çöküyordu üstüne. 

İçinde biriktirdiği mutlu yıllardan teselli arıyordu.

 

Sağ eliyle yanaklarını ıslatan yaşlarını silip 

oturduğu yerden ayağa kalkarak 

bastonunun da yardımıyla ağır aksak yürümeye koyulmuştu… 

Her ne kadar ağlamamaya çalışsa da, 

ağlamaktan kan çanağına dönmüştü gözleri. 

Yüreğini paylaştığı, bir ömür beraber yaşadığı 

Gülizar’ı yoktu artık…

 

Yürürken Gülizar’ı düşünüyordu hep ve 

ihtiyar adam zaman zaman, kendini o mutlu günlerde buluyor, 

içinde hiç bir acı ve ümitsizlik hissetmiyordu sanki...

Ağlıyor ve arkasına bakmadan yürüyordu… 

Evine mi ? Köyüne mi ? Hayır...

Gidiyordu işte gözyaşlarını geride bırakarak.... 

Darmadağın olan yüreğini vurup sırtına gidiyordu. 

Ama nereye gittiğini ne kendisi ne bir başkası biliyordu...

 Derin bir göğüs geçirdi; dönüp son kez evine baktı 

ve dönmemek üzere yürüdü Munzur’a doğru. ..

 Ardında sevdiği kadını ve binlerce hatırasını bırakarak…



Ak kâğıt üstüne yazarken aşkın

Sığmıyor gözlerden taşıyor taşkın

Bense yokluğunda divane şaşkın

,,,,Gözlerim ağlıyor beden üşüyor

,,,,Kara topraklara gözüm düşüyor


Yâr koydun koynumda iki elimi

Görmüyorsun şu çağlayan selimi

Ey vefasız lâl eyledin dilimi

,,,,Gözlerim ağlıyor beden üşüyor

,,,,Kara topraklara gözüm düşüyor


Kendimdende yavaş yavaş ıradım

Erişti göklere ahım feryadım

Şişelerde damla damala aradım

,,,,Gözlerim ağlıyor beden üşüyor

,,,,Kara topraklara gözüm düşüyor


Der DURAK’ım sensiz canı nideyim 

Bu davayı nere kadar güdeyim ?

Eylemeyin beni artık gideyim

,,,,Gözlerim ağlıyor beden üşüyor

,,,,Kara topraklara gözüm düşüyor


Durak YİĞİT